İkbâl Eteğinin İdbâr Tuzağına Kapılışı
Osmanlı-Rus Savaşı( 1293-1877)
Gazı Ahmed Muhtar Paşa'nın Ikazı
Padişahın Mehmed Said Paşa'yı Tanıması
Said Paşa'nın Hapisten Kurtuluşu
Kapitilasyon İlgaasına Teşebbüs
Hilâl İle Haç Arasındaki Mücadele
İngiltere Mısır'ı İşgal Ediyor!
Alasonya Ve Civar Muharebeleri
Dini Vatanı Ve Milleti Uğrunda İfnayı Vucüd Eden Gayet Şecî Bir
Şehidin Mühtasar-I Târihçe-Hayatıdır
Balkanlar'da Bir Bomba! Makedonya!
Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince
Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı?
Fuad Paşanın İstanbul Cihetine Geçişi
Padişah Füad Paşa'ya Konak Hediye
Ediyor
Mehmed Ferid Paşa'nın Biyografisi
Ferid Paşa; Padişahı Anlamaya Çalıştı
Şerif Hüseyin Hakkındaki Tesbiti
Ferid Paşa'nın Sisam İsyanını Bastırması
İttihad (İ Terâkkimin İnkişâfı
Siyonist Toplantısından Esinlenme
Siyonistlerin Kongresinden Açiliş Konuşmasından Pasajlar
Beyan Öl Hakk Ceridesinin Mütalaası Suretidir
Masonluk Ve Farmasonluk Cemiyeti
Avlonyalı Ferid Paşa Sadareti Ve Meşrûtiyet
Meşrutıyet-I Sanı (2.Meşrûtiyet)
Babıâli'nin İç Yüzü Risalesini Tenkidimiz
Meşrütıyetten-31 Mart Harekâtına
Meşrûtiyetin Birinci Kabinesi-İlk Sadrazamı Ve Şeyhülislâmı
Kâmil Paşa'ya Suikast Düzenlenmesi
Hüseyin Hilmi Paşanın İlk Sadareti
Ceza Alacaklarına Ceza Veren Oldular!
Şeref-İ Adalet Ve İki Şahsiyat
Fetva'ya İhanet Eden İttihatçılar
Mevlanzâde Rıfat Bey'in İfşaatı
31/Mart İle Alâkalı Mühim Bir İfşaat!
Sultan 2.Abdülhamid Hâl Ediliyor
Şarkın Gerçeği Ve Abdülhamid Hân
Kapütülasyon İlgasına Teşebbüs
Hilâl İle Haç Arasındaki Mücadele
2.Abdülhamid Hân'ın Hanımları Ve Çocukları
2.Abdülhamid Hân'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
Osmanlı
Padişahlarının; 34.sü, hilâfet-i Osmaniyanın 25. halifesidir. 22/EyIül/1842'de
Eski Çırağan Sarayında, sabaha karşı, Abdülmecid Hânın Tiri Müjgân adlı
kadınefendi-sinden dünya'ya gelmiştir. 75 sene, 4 ay, 9 gün süren ömrünü,
İslâm düşmanları karşısında siper vazifesi görebilmek için bütün varlığıyla
vakfetmiş ve nihayet bu hayat çizgisinin 10/Şubat/1918 saat 15.oo sıralarında
Beylerbeyi Sarayında noktalandığını görüyoruz.
Sultan Abdülhamid
dönemi Osmanlı devletinin en kritik ve 19. asrın son çeyreği ile 20. asrın ilk
çeyreğine yepyeni, mükemmel bir münevverler zümresi hediye eden dönem olmak
üzere mühürlemeye kalksak, asla mührü yanlış yere basmış olmayız. Vücuda
getirmeye çalıştığımız bu târih eserinde bir döneme girişde belkide ilk defa
kurduğu müesselerin listesini takdim etme yolunu seçtik. Çünkü; aşağıda
okuyacağınız vak'alann bazı yorumlan size tuhaf gelebilecektir fakat bu zâtın
kurduğu ve kurulması mecburî ve mu kadder olan müesseselerin banisi olması, bu
gün üzerinde hür olarak, şanlı bayrağımızın altında, hudutlarımız içinde bir
millet-İ islâmiye olarak yaşamamız önce lûtf-u İlâhî bilahire Sultan Hamid'in
vücuda gelmesine bezl-i mesai sarfının ehemmiyetini idrâk, nankör olmayan her
evlâd-i vatanın vazife-i vicdaniyesidir. Hem >de biz bu müesseseleri yine
ilk defa olarak bir ilmihalden alıyoruz ve bu ilmihalin merhum hazırlayıcısı,
Türk Silahlı Kuvvetlerine, çeşitli makamlarda ve rütbelerde hizmet vermiş
bulunan ve mesleklerin en muhterem olanlarından bir meslek olan öğretmenlikle,
askeri mekteplerde nice subaylara ders vermiş bulunan Emekli Eczacı Kimyager
Albay Hü-
şeyin Hilmi Işık
Efendi'yi de bu vesileyle rahmet ve minnetle yâd etmeyi vazife addediyorum.
Bakın Hüseyin Hilmi Işık Efendi, şunları kaydediyor, değerli ilmihalinde 1971
senesi baskısında 916.sahifede: ".32 sene 7 ay, 27 gün süren hükümdarlık
zamanı içinde bir avuç toprak vermedi. Her vila-yetde mektebier, hastaneler,
yollar, çeşmeler, Viyana'dan başka bir yerde bulunmayan modern bir tıp
fakültesi yaptı r-dı.1293/1877, Mekteb-i Mülki-ye'yi 1296/1878'de bir müze
yaptı. 1297/1879'da Hukuk Mektebi ue Divândı Muha sebatı (Sayıştay) kurdu ve
Beyoğlu Kadın Hastanesini yaptırdı. 1299/'1880'de Güzel sanatlar akademisi,
1300/1882'de Yüksek Ticaret Mektebi, 1301 /1884'de Yüksek mü hendis ve yatılı
kız lisesi açtı. 1303/1885'de Terkos suyunu İstanbul'a getirtti ve Mülkiye
lisesini açtı. 1305/1888'de Alman İmparatoru İstanbul'a gelip. Sultanahmed
Meydanında Alman Çeşmesi yapıldı. 1307/1889'da Bursa'da İpekçilik Mektebi yaptırdı.
1308/1890'da Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi ue Kâ-ğıdhanede bir poligon
kurdurdu. 1309/1891 'de Bursa Demiryolunu ve Aşiret Mektebini yaptırdı.
1310/1892'de Hamidiye
Kâğıd fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası ve Beyrut Umanı rıhtımını yaptırdı.
1311/1893'de Osmanlı sigorta şirketi ve Küçüksu Barajı ve Manastır-Selâ-nik
demiryolu yapıldı. Yine 1312/1894'de Şam-Horan demiryolu ve Eskişehİr-Kütahya
demiryolu yapıldı. Yine 1312/1895'de Hamidiye Yüksek Ticaret mektebi ve
Gatata-Tophane Rıhtımı, Dolmapahçe Saat Kulesi yap ildi. 1313/1896'da
Beyrut-Şama demiryolu, Dâr'üiaceze binası, mum fabrikası, Afyon Konya
Demiryolu ,Sakız limanı rıhtımı, şimdiki İstanbul lisesi binası,
İstanbui-Selanik demiryolu yolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı.
1314/1897'de Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçar-şı tamirini yaptırdı.
1313/1897'de Yunan zaferini kazandı.
Akıl Hastanesi
yaptırdı. 1315/1898'de Selanik Rıhtımını, Şam-Halep Demiryolunu ue Şifa
Hastanesini yaptırdı. 1316/1899'da Şişii'de Hamidiye Etfât (çocuk) hastanesini
yaptırdı. 1318/1900'de Medine-i Müneouereye kadar, telgraf hattı yaptırdı.
1320/ 19O2'de Hamidiye Hicaz Demiryolu, Zar-ka'ya kadar işledi. Kâğıdhane'deki
Hami diye suyu yapıldı. Yeni Balıkhane, Haydar Paşa Rıhtımı, Ma'den Arama Mektebi,
Şam'da Tıbbıye-i Mülkiye yapıldı. Haydarpaşa askerî mekteb-i şahanesi 24/teşrin
evvel/1321/4/Kasım/1905'de açıldı. 1322/1904'de dilsiz ve sağırlar mektebi
açıldı. 1322/1904'de Bingazi'ye telgraf hatt-ı yapıldı. 1323/1905'de
İstanbul-Köstence kablosu döşendi. Haydarpaşa İstasyonu binası yapıldı.
Beşiktaş tepesindeki Yıldız sarayını ve önündeki camii yaptırdı. Velhasıl
Avrupa'da yapılan yeniliklerin hepsini ve en modern şekilde yurdumuzda
yaptırdı. /Ve yazıkla 1326/1909'da tahtdan indirilince bütün bu ilerlemeler
durdu.." Demektedir. Muhterem okurlarımız işte bu yapılanların dünyanın
üzerimize bütün şiddetiyle hücum etmeye hazırlandığı dönemde yukarıda taadat
olunan müesseseler, ülkede sağladığı kolaylıklar, maarifde yetiştirdiği askerî
ve mülkî erkân, 1.cihan harbinin sonunda içine düştüğümüz fe-cii hâli
milletimizin yok oluşa giden uçurumun kenarından çekip kurtarmayı bilediler.
Şimdi bir
gazeteci-yazar olan ve kendi ifadesiyle Tepede-lenli Ali Paşa ahfadından
olduğunu beyan eden Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu,193Ö'Iu yılların başında
çalıştığı bir gazetede Sultan Abdülhamid Hân hakkında bir tefrika
neşretti-riyormuş. Devrin Reis-i cumhuru Mustafa Kemâl Paşa'da bu tefrikayı
merakla takip ediyormuş. Bir gün koruma polislerinden iki kişiyi, Nizam Bey'in
tefrikasının yayımlandığı gazeteye gönderip, saraya davetini tebliğle
vazifelendirmiş. Dâ-vetçiler,
ellerindeki davetiyeyi gazetede buldukları Nizam Bey'e vermişler. Davet saatinde binbir
endişe ve de merak içinde Dolmabahçe Sarayına gelen Nizam Bey, Paşa'nın yanına
alındığında iltifatlara nail olmuş, akabinde de, Reisicumhur Atatürk "Bak
çocuk! gazetede yazdığın tefrikayı merak ve dik katle takip ediyorum. Şu ana
kadar yayımlananları beğendiğimi de söyleyebilirim, hürriyet içinde yaz. Kimseden
korkma ancak, padişaha asla hakaret etme çünkü hakaret hem iyi bir şey değil
hemde Abdüîhamid kurduğu mektep ve müesseselerle hayırlı hizmetler
yapmıştır." Demek suretiyle Atatürk'de kendisinin doğumunun 1881 olduğunu
gözönüne alsak, tahsilini ve yetişmesini bu müesseselere borçlu olduğunun
idrâki içinde, babıâlîde adı Deii'ye çıkmış olan Nizameddin Nazif'e bu ikazı
yapması, bilmiyoruz yazarın bu tarafının olduğunu bilmesindenmi kaynaklanıyor.
ancak kendilerininde yaptığı tahsil müessesesinin takdirkârı olmasından ileri
gelmiştir diye düşünmek mümkündür.
Nitekim de, M.Kemâl
Paşa bir gün hilafetin lağvından önce-yakın arkadaşı ve başvekil yaptığı
Hüseyin Rauf Orbay'a, hilafetle ilgili bir soru tevcih ettiğinde, Hamidiye
Kahramımn-dan, "ben o halifelere mutekitim!" cevabını verdiği, gerçek
târih olan hatıratların pek çoğunda çeşitli versiyonlar hâlinde rastlanmıştır.
Târih kitaplarında bir padişah devrini yazışa girişin pek rastlanmayan bu
satırlarından sonra, biraderi ve selefi 5. Murad'ın doksanüç gün süren
saltanatı sonunda hâl edilmesiyle ilgili ve bu arada devletin müsteşarı
mesabesinde kendini görmekte olan vükelâ ve bunların arasında da, bilhassa
daha önceleri kısa bir zamanda olsa, amucası Sultan Abdülaziz'e sadnazamlıkla
hizmet vermiş bulunan Midhat Paşa ve kendisini Kâğıdhane'deki çiftliğinde
ziyaret edip,görüşmelerden bîr nebzede olsa bahsetmeden geçmeyelim.
Midhat Paşa, Mütercim
Rüşdü Paşanın şuuru muhtel hâle gelmiş bir padişaha sahib olmanın avantajı ile
ülke idaresinde tek başına hareket şansına mâlikdi. Her ne kadar müşaverelerde
bulunuyorsada, sonunda kendi bildiğini heyet-i vü-kelasıyla birlikte okuyor
idi. Hüseyin Avni Paşanın akıbetinden sonra, Mütercim Paşa meşrutiyeti ağzına
almaz olmuştu. Bütün bunlar; Midhat
Paşanın, Kâğıdhane'deki çiftliğinde kendisine, talihin ve konjüktürün
ulaştırmasını beklediği saltanat teklifini alacağı dakikaları gözlemeye
başlamış bulunan Tir-ı' Müjgân adlı Çerkeslerin Siphir kabilesinin mensubu bir
hanım ile Cihan Padişahı Abdülmecid
Hân hazretlerinin izdivacından dünya'ya gelmiş olan şimdi 34 yaşında olgun bir
şehzadenin yanına gitmesini gerektiriyordu. Zâten; sadrıaza-mın dikkatini çeken
Midhat Paşa, tahtda oturan bu mecnun ile işin yürümeyeceğini, aklı başında
birinin padişah yapılmasını İleri sürerken de teşkilât-ı esasiye yapıp,
meşrutiyetin ilânını bir daha hatırlatmıştı.
Daha sonra önce
kendisi yalnız başına üst satırda ifade ettiğimiz gibi Kâğıdhane'ye yollanmış
ve olgun yaştaki şehzadenin karşısına oturmuş ve ahval-i siyasadan söz açtığında,
Abdülhamid Efendi, daha önceleri hürriyetperverân ile karşısında oturan
Paşa'nın münasebetlerini bildiğinden ve bunların meşrutiyete meclubiyetlerinin
varlığından haberdar olduğundan ve Midhat Paşann Kanun-u esasî hakkındaki uzuzn
serdettiği mütalaaların sonucundan çıkarttığı netice bunların meşrutiyet
anlayışlarına muvazi hareket etmek, yapılacak doğru işlerin başında gelendir
noktasına da yandığından, azimkar bir ifade ile: "Paşa babacığım,
meşrutiyet prensiplerine ve parla-mento sistemine dayanmayacak bir idareyi
kabul etmem" dediğini, Abdülhamid'in pek sevdiği nice bakanlık
görevlerinde istihdam ettiği, Çorluluzâde Mah-mud Celaleddin Paşa, o devrin en
önemli mehazı olan "Mi-rat-i Hakikat" yâni hakikatlerin aynası
mânasına gelen ve târihimizi ve
bilhassa Sultan Abdülhamid hakkında, bir mit-raiyöz gibi aleyhde yayınların
1909'dan sonra ortalığı kaplaması ve meydana getirdiği sunî ve iftiralarla
dolu satılık kalemlerin yazdığı kitaplara karşı, edebiyatın yalçın bir kal'ası
olarak tek başına onların ileri sürdüklerini çürüten bir eser olarak büyük
vazife görmüş eserde yer aldığını söyleyelim yukarıdaki tırnak içindeki
Cennetmekân Abdülhamid Hân'ın ifadesinin ve bu mehazın bu çalışmamızın bu devri
anlatan satırlarının kısm-i azamini, bu değerli eserin ifadelerinden pek
müstefid olarak meydana getireceğimizi de burada ifade ederek, bu eseri
latinize edip, neşir hayatımıza sokmuş bulunan merhum Profesör Dr.İsmet
Miroğlu'nu da rahmetle anıyorum bu vesileyle.
Midhat Paşa,
Kâğıdhane'deki bu zeki ve hürmetkar şehzadeden pek memnun kalmıştı.
Şehzadenin; Paşaya hediye ettiği, kendi gömleğinden çıkarıp takdim ettiği
pırlantadan mamul kol düğmeleri Midhat Paşa'yı bu memnunluğa taşımaktaki
rolünü bilemeyiz fakat çok seneler sonra avrupa'da bir kuyumcuya satılan kol
düğmelerinin dörtbin Osmanlı altunu ve 2002 yılı rayicine göre kabataslak bir
hesapla 44 milyar Türk lirası yaptığını gözönüne alırsak koldüğmelerinin hayli
kıymetdar olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Midhat Paşa;
Kâğıdhane'ye 2.gidişinde yanına sadnazam Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa'yıda koluna
takıp götürdüğü bütün hatırat ve târih kitaplarında yer almaktadır. Bu
müla-katda pek tatminkâr geçmiş ancak,devleti mevcud haliyle idare etmekte olan
sadrıazamin elinden oyuncağının alınmasını geciktirmek isteyen bir çocuk gibi
işine devamı kendini gösteriyordu. İşte; Çorluluzâde Mahmud Celaladdin Paşa,
"Mirat-ı Hakikat" adlı eserinin 161.sahifesinde şunları naklediyor:
"..Bunun üzerine artık saltanat değişikliği kararlaştınhp, hâttâ bir gün
Damad Mahmud (Damad Mahmud. Celâ-leddin Paşa daha sonra meşhur olan Prens
Sabahaddln'in babası) Paşa, Redif Paşa ile birlikte sadarete aid oda'da gizlice
sohbet ederlerken beni de çağırdılar (Çorluluzâdeyi) ue sözlerine beni sırdaş
ettiler. Konuştukları ve düşündükleri tahta geçme işini çabuklaştırmaya çâre
aramaktan ibaretti. Redif Paşa: <Eğer sadrıazam bu tahta geçme işini biraz
daha te'hir ederse biz çâresine bakanz> demekle Abdülaziz Hân'ın silah
zoruyla tahtdan indirilmesi gibi bunu da ordunun üzerine alabileceğini üstü
kapalı olarak anlatmak istedi" Demektedir.
Böylece cihet-i
askeriyenin her zaman için, devlet içinde padişah değişikliğine kadar varan bir
müdehale selahiyetini her zaman kendilerinde bulmuşlardır. Bu defaki olayda da
Redif Paşanın ağzından ve onun, orduyu temsil pozisyonunun getirdiği vaziyet
muvacehesinde sadrıazamin üzerine, 5.Murad'ı görevden uzaklaştırmasına dâir
işlemi çabuklaştırması hususunda bir ikazı olarak görmüş oluyoruz.
Midhat Paşa, Sultan
5.Murad'ın taht'dan indirilmesini sağlamak münasebetiyle aslında kendisi için
sadnazamlık makamına gelme şansını arttırması işlemi de otomatiğe bağlanıyordu.
Kâğıdhane'de veliahd şehzade Hamid Efendi ile konuşmasından ve meşrutiyet
isteyen kadronun içinde devlet ricali olarak meşrutiyetin müncî'i görünen
Midhat Paşa, bu konuşmadan sadaret işareti almış olmalı ki faaliyetini hızlandırmıştı.
5.Murad dönemini anlatırken kaydettiğimiz gibi bu padişah hakkında alınan karar
fetvaya kalb edildi ve hâl işi neticelendi. Osmanlı tahtına çıkan 2.Abdülhamid
bu arada kendisine nâib olarak tahta çıkması teklifini çok kafi bir şekilde
ret etti. Bazı işgüzarlar tahta çıkarılan pa dişahın biat alma sırasında
alışılmışın dışına çıkılıp, güya 5.Murad taraftartarının suikastına hedef
olurmuş bahanesiyle Saray'ın içinde olan Arz odasında bahse konu biatin
yapılması ileri sürüldüysede, Mütercim Mehmed Rüştü Paşada geleneklere sahib
çıkarak tahtın Osmanlı adeti kadim-i üzere gereken yere koyulmasını sağladı.
Böylece 1 1 /Şaban/ 1 293-31 /Ağustos/1876 Perşenbe günü taht'a oturdu kadîm Osmanlı
nizamı üzere önce Nâkib'ül-Eşraf ve Rei's ül Ulema Mustafa İzzet Efendi sonra
bütün vükelâ, ulema, askerî ve mülkî erkân ve diğer hazır bulunanlar biat
merasimini yerine getirdiler. Biat merasimi sonrasında 5.Murad'ın tahttan indirildiğini,
Çırağan Sarayına nakillerini bildirmek üzere, Namık ve Rıza Paşalar bunlara
zamimetende İstanbul Kadı'sı Hâlid Efendi'den teşkil olunan heyet, bu vazifeyi
büyük bir nezaketle yerine getirmiştir. Hatta; Seraskerlerden Namık Pa^a şunları
rivayet ediyor: <sadrıazam Mehmed Rüşdü Paşa Saraya çağrılıp; Sultan
Murad'ın ve annesinin sırf umûmî asayişin korunması için varlık sarayından
yokluk kâşanesine gönderilmesi Dâmad Mahmud Paşa vasıtasıyla Padişah tarafından
gizlice ne düşündüğü sorulur. Namık Paşa bu husus bizden sorulacak şey
değildir, şer'i işlerdendir. Şerî'ata uygun olup olmadığını araştırmak
lâzımdır> cevabini verdiği Mirat-ı Hakikat'de 163.sahifedeki satırlarda
görülür. Yâni; güya Sultan Hamid ağabeyi 5.Murad ve annesini ifna etmek için
nabız yoklamış gibi mâna çıkıyor, bu rivayetten, 31/Mart'da, bunları
geldikleri yere kadar kovalayayım demek suretiyle Tüfekçi Tâhir Paşanın bu
talebine, asla izin vermeyip, ben halifeyim, bir damla müslüman kanı akmasına
nede müslü-manların birbirine hamle etmesine rızamız olamaz demek suretiyle
kan dökücü bir kimse olmadığını sergilemiş olduğunu biraz düşünürsek, baba bir,
valide ayrı biraderini ve onun an-nesini katli aklından geçirmesi dahi vâki
değildir. Ancak hemen ilâve edelimki, bu rivayeti yapan Namık Paşa çok zarif ve
muttakî bir zat'tır. Bu soruyu padişah adına gizlice sordurduğu ileri sürülen
Damad Mahmud Paşaki Celalleddin'ide bulunmaktadır, daha sonra ülkeden firar
eden birisidir ve meşhur Prens Sabahaddin'in babasıdır.
Prens Sabahaddin,
adem-i merkeziyet düşüncesi ve özel teşebbüs doktrininin! ileri süren kişidir
ve Sultan Abdülhamid ise merkeziyet taraftan bir zât olduğunu gözönüne alınması
teemmül edilmelidir. Kendi adına sormayı düşündüğü suali yeni padişahın
üzerinden sorma yoluna sapmış olabilirki, pek uzak ihtimal değildir.
Öte yandan sadnazam
Mehmed Rüşdü Paşa, yeni padişahın kendisini bu makamda çok tutmayacağını
anlamış olma-lıdırki, kılıç kuşanma merasimine hastalık mazeretini ileri sürerek
katılmaması hem padişaha burûdetini göstermesine vesile olmuş, hemde padişahın
niyetini anlamak kabilinden bir test olarak istimal ettiğine hükmedilebilinir.
Yine cülusla alakalı hatt-ı hümayunun ısdar,yâni çıkarılmasında, bu hatt'in son
kısmına ilâve edilmesi hususunda musir olan Midhat Paşa'nın hazırladığı bir
taslak, Abdülaziz hân'ın hâl meselesinde de fikri alınmış bulunan Maarif Nâzın
müsteşarı Ziya Bey, eline verilmiş olan Midhat Paşa elinden çıkmış taslağı
öyle bir ilâvelere tâbi tutttuki, haddi aşan fikirlerini bir bir bu taslağın
içine bir güzel döşediki bir misâl olarak az ede-limki, sarayların
cariyelerinin serbest bırakıldığı bile yer aldı bu gözden geçirme ameliyesinde.
Söz konusu taslağı Midhat Paşa, Sultan Hamid'e takdim ettiğinde, padişah,
bunların bir çok kısmının kendisine uygun gelmediğini gördü ancak işin tamamını
açıklamadan hattı hümayunda sadece meşrutiyet sistemine geçileceği yer aldı
böylece meşrutiyet taraftarları hiç değilse padişah sözü elde etmişlerdi, bunun
başarı olduğunu söylememek haksızlık olacağı ortadadır. Mabeynbaş- kâtibi olan
Said bey (daha sonra 9 defa sadnazam olacak) vasıtasıyla hatt-ı hümayun
babıâlî'ye geldi ve Çorluluzâde Mahmud Celaleddin Paşa tarafından avaz-ı bülend
ile kıraat olundu, yâni yüksek sesle okunmuş oldu.
Taht üzerinde dolaşan
kara bulutlar, Sultan 2.Abdülhamid Hân'ın padişah olması ile yavaş yavaş yerini
bir devr-i hayrın küşâdına yol açması beklenirken, içde tek meselemizin meşrutiyet
olduğu gözlenirken, Balkanlar da hayli askerî harekâta sebeb olan Karadağ ve
Bulgaristan vede Sırbistan kıymalarının bastırılışındakİ davranış,
propogandanında yardımıyla bilhassa İngiltere'de başta olmak üzere bir çok
ilkede menfi bir telâkkiye sebeb oldu. Gayri müslim devletler, bu kıyamla rı
sanki bir hakmış gibi görüyorlar tâbi oldukları devletin bu kıyamları
bastırmasını pek sert bulduklarını ifade edip, babı-âlî' yi sigaya çekmeye
cesaret eder hâle gelmişlerdi. Senmİ-sin kuvvetten düşen, yenilki gör! Gibi
misâller artık bizim milletimizin dilinden düşmez sözler hâline gelmeye başlamış
idi. Şimdi biz burada balkanlar başta olmak üzere memâlik-i mahrusada, yâni
Osmanlı ülkesinin topraklarının bir çok tarafında çeşitli ihtilafları ve
meseleleri kaşıyarak bir karışıklık çıkarmaya dâir çalışmalarının gelişi güzel
olduğunu kimse sanmasın.
Bu hususda
"Fransa İhtifâl-i Kebiri" yazarı meşhur Albert Sorel, <Şark
sorunu,Türklerin Avrupaya ayak basmasıyla başlar> demek suretiyle avrupanın
bu meseleye çâre aramaya başlamış olduğunu ifâde ettiği mânasını
çıkarabiliriz. Nitekim; bu ifâdeye Lord Salisböri'nin şu sözlerini de aklımıza
getirirsek mesele daha da vazıh hâle gelir: <HilâI, haçtan ne aldıysa geri
vermeli, aksi olmamalı demektedir.> Yunanlı Kiçon adlı ebleh'de: <Kâ
be'nin yıkılmasını, Peygamberimizin mezarının Luvr Müzesine taşınmasım> istemesi
bu düşüncenin birbirini takip eden tekliflerle devamlılık arzettiğini gösterir.
Şimdi elimizde bulunan: <Türkiye'yi Parçalamak İçin Yüz Plân" adlı
kitabın yazarı Djuvara'nın Romen devlet adamı ve diplomatlarından olduğunu
biliyoruz. İşte diplomat yazar adı geçen eseri hazırladığında 1907'de
uluslararası Hukuk dalında Nobel Barış ödülünün sahibi Dijon ve Paris
Üniversitelerinde Roma Hukuku ve Ticari Hukuk öğretim görevlisi olarak ders
vermiş bulunan, 1843 doğumlu ve 1918'de Profesör Louıs Renauld'dan bu eserine
bir önsöz ister ve hoca-talebe ilişkisinin en zevkli tarafı olan bu hâli Prof.
Renauld arzu edilen önsözü yazar ve Osmanlı Meclis-i Mebu-san âzasından Kavran
mebusu Emir Sekip Arslan (d. 1869-v. 1946) tarafından tercüme edilen kitaptan
alıntılarla İslâm ve Türkler üzerindeki birliği parçalama ile alakalı yüz
plânın birincisi, 23/Ağus-tos/1291 târihini taşır ve Sicilya Kralı 2.Şarl'a ait
plândır. Bu piânın en dikkatçekici tarafı: <Müslümanlarla kılıçla
savaşmaktan çok, ticaret yolu ile iktisadî yönden savaşılması>
öngörülmesidir.
Biz 76. plân olan ve
Tanzimatın ilânından tam ondört sene sonra Rus Çar'ı Nikola tarafından
9/Ocak/1853'de yapilmiş olanına temas ederek özet hâlinde aktarmaya başlamak yoluna
gitmeyi elzem gördük. <Çar; Nikola 9/Ocak/1853'de İngiliz b.elçisi Sir
Hamilton'a teklifinde şöyle dedi: düşününüz bir kere önümüzde gerçekten hasta
bir adam uar. Bunun kontrolünü elimizden kaçırırsak çok yazık olur!
20/Şu-bat/1853'de bu iki kişi yine bir araya geldi elçi, Çar Niko-la'ya;
Haşmetmeab; hastanın ölümünün yakın olduğunu zannettirecek en ufak bir sebebin
mevcud olmadığını söylememe müsaade buyurun! Çar, bu ifadeye çok kızar ue hiddetle
bu ifadeye itirazını serdeder bunun üzerine İngiliz elçisi, hükümetine içinde
şu sözler de bulunan raporu yazar:
Çar'ın; komşusu olan
bir devletin ölümü üzerinde bu kadar kafi konuşmalarından sonra iyice
anlaşılmıştır ki, onun maksadı iddia ettiği gibi Osmanlı deuletinin ölümünü
beklemek değil bilâkis bu ölümü çabuklaştırmaktır.-> 76.plânın Rusya'nın Osmanlı
topraklarında elinden gelen fitne fesadı körüklediğinin bir ispatı saymak
kabildir. 77. plân 1853'tâ-rihli başka biri olup, DandoSo adlı birine aittir.
78.si ise, D'al Bonnea'ya ait olup târih olarak 1860'dır. Aynı târihi taşıyan
Pitzipios'a ait plân 79. plândır. Rattos adlı kişininkiysede 1860 târihine ait,
peşinden 81.plân Stephanoviç adıyla ancak târihi meçhul bir plândır. 82.
olansa Kommandeor Nigra adlı bir İtalyan'ın tasarısı olup, târih 1866'dır. 83.
Plân ise meşhur Garibaldi'ye ait olup, 1873 yılının tasarısıdır. Greppî adlı
kişinin plânı da 1873'ü göstermekedir. 85. plânın müellifi bilinmiyor târihi
ise 1870'i taşımak tadır. 86.cıyı ise bir Alman tertiplemiş ve târih
atmamıştır. 87.plânı 1876, 88.de 1876
olmak üzere târihiendirilmiş ilkini Rollin adlı biri tertiplemiş, diğeri Testa
Hanedanınca tanzim edilmiş bir plândır.
Matyas Ban adlı
kişinin tasarısı 1885 târihini taşıyor 89. planı teşkil ediyor. 90. planda 1896
tarihli olup, anonim bir plân olduğu görülüyor. 91. plânı Von Sydakof isimli
bir gazeteci olup aslen Alman'dır. Târihi, 1898'i taşırken 92. ise Romanyalı
bir nazır olup adı gizli tutulmuş târihi İse 1904!ü taşımaktadır. Bu plânların
en müşterek yanı, balkan ülkeleri üzerinde temerküz ettirilmiş jpeşinci kol
faaliyetleri vede kıyamlar olmuştur.
Bizde, Sultan
Abdülhamid döneminin başlangıcıyla birlikte kucağında hazır bulduğu Karadağ,
Sırp ve Bulgaristan gâiie-leri, bu plânlar muvacehesinde daha ağır netice
verecek bir savaşa doğru yol almaktaydı. Sultan Hamid bu yaklaşan savaşı erteleyebilecekmiydi?
Bu sorunun cevabı belki evet olabilirdi! Fakat, meşrutiyetin ilânının peşinden
teşekkül ettirilen meclis-i mebusan'm gerek seçimle gelenleri gerekse ayan yâni
tâyinle gelen senatör mukabili tecrübeliler, heyet-i umûmide teenni hususunda
denge kurulamadı. Rusya'nın saygısızca tehditleri, bu meclisin gerek
gayrimüslüm, gerekse gayri Türk mebusların hissi beyanlarıyla dönülmez bir
vadiye doğru yol almaya başladığı görüldü.
Böylecede, Osmanlı
devlet politikası böyle bir meclise nasıl bırakılabilir noktası kendini
göstermeye başlıyordu. 1941 yılında
Ordinaryüs Profesör Ömer Lütfi Barkan yazmış olduğu ve tarihçilerin, siyasi
görüşlerin te'sirinde kalınarak târihin ele alınamayacağını, târihi objektif
bir bakışla mütalaa edip, öyle yazmak geldiğine dâir beyanını hâvi bu yazısının
bir bölümünde şunları kaydetmekten geçemiyor: T.Yilmaz Öztuna Bey'in Büyük
Türkiye Târihi adlı çalışmasının 7. cildinin 132. sahifesinden şu alıntıyı
takdim ederek bu husustaki maruzatımızı daha sonra belirtelim:
"2.Abdülhamid düştükten sonra gelen bütün rejimler birbirinden inkılapçı
oldukları için, tabiatıyla bu hükümdarın muhafazakârlığını beğenmemek durumunda
kalmışlardır. Ancak; târih siyaset değildir. Tarihçi siyasî cereyanları
tarafsız şekilde incelemeye alışmış adam demektir. Bu alışkanlığı edinemeyen
günün modasına göre söz söyleyen yazar, tarihçi değildir. Çünkü siyasî rejimler
ve fikir modaları daima değişir. Bu değişiklikler içinde ve istikbalde tarihçi,
tarafsız kalmasını bilmiş olmalıdır." Dedikten sonra merhum Barkan'ın şu
satırlarına yer vermiş: "Tanzimat tetkiklerinin karşılaştığı müşkillerden
biri, bertaraf edilmesi daha kolay bir anlayış tarzına taaluk etmektedir.
Filhakika memleketimizde olduğu gibi, büyük inkılaplara sahne ohnuş bir memlekette
yakın mazinin târihi tetkik edilirken, husûsi bir vaziyet takınmak ue halkta
bu mazi hakkında, mümkün olduğu kadar fena intibaalar hasıl etmeye çalışmak
uzun müddet için zarurî addedilebilir.
Halbuki bir takım
siyasî mülahazaların ve pratik zaruretlere dayanan bu hissi görüş tarzı,
haki-katen ilmî olmak kara-keterini hâiz tetkiklerin yapılmasına mânidir.
Çünki; bu vaziyette muayyen siyasî maksatların hizmetinde çalıştırılan tarih
tetkikleri, kendilerini hakikaten verimli kılan zihnî bitaraflıktan mahrum
kalarak, eski devrin çarklarının nasıl işlediğini tetkikten ziyade, sâdece
fena işlediğini tesbit için çalışır.
Bu anlayış tarzında,
bu günkü şartlardan uzak,ayrı bir devir ve nizâmın zaruretleri, bu günkü te
lakkilerimizle çarpıştırılır ve mahkûm edilir. Fakat unutmamak lâzım gelirki,
herhangi bir devri ilmî bir şekilde tetkik edebilmek için, kendisinden bu
derecede nefret etmemek, hâttâ o devri iyi kavrayıp izah edebilmek için o
devrin husûsiyetteriyle sempati-ze olmak, yâni devrin içine girmek, anlamak ve
mazur görmek lâzımdır.
Diğer taraftan, bâzı
sathî görüşlü kimseler bu günkü oluşları küçültür, gölgede bırakır diye eski
devirlerdeki islahaı hareket ue hamlelerinin bâzı târihi anlarda aldığı
kahraman ue azametli vaziyetleri ve bu gibi târihi dönüm noktalarında milletin
mukadde ratını idare edenlerin oynadığı rolü küçültmeye taraftar gözükürler.
Fakat fikrimizce,bizim memleketimizde efkâr-ı umûmiyenin olgunluğu ve inkılap
prensiplerimizin husûsi mahiyeti icâbı bu prensiplerin bu neviden bir mâzikin
ue nefreti içinde uzun müddet muhafaza edilmeye ue beslenmeye ihtiyaçları
yoktur Etimizin altında, onların hakikî kuvvetini yapan daha müsbet kıymetler
mevcud olduğu için,onların hesabına, târihî realiteden korkmamız manasızdır."
Şeklindeki satırlara T.Yılmaz Öztuna
şu satırlarla bir tavzih, bir açıklama getirmeye çalışıyor. Biz bunuda
buraya alıyoruz:
".Son yıllarda bu
modaya tepki olarak yeni bir moda daha çıkmıştır. Bu modada, 2. Abdülhamid'İn
sauunulması mümkin olmayan şahsî kusur ve siyâsî hatâlarını bile birer keramet
derecesinde göstermek modasıdır İhtisas tarihçiliğinden gelmiyen bazı
yazarlar, bu konuda bir çok kitap yayınlayarak, tam bir dünya adamı,
karakteristik bir siyâsî şahsiyet olan 2.Abdüthamid'i kutsallaştırmış, evliya
mertebesine yüceltmiştir. Bir bakıma bu hükümdar hakkındaki eski ifratların
böyle tefritle neticelenmesi, içtimai aksütamel kanunlarına uygundur. Anca gene
son zamanlarda, bazı yazarların Tanzimat'ı ve büyük tanzimatçıları da inkâr
etmek istedikleri görülmektedir
Bunlarjürkiye ve dünya
târihi üzerinde hiçbir ciddi bilgi edinilmeden yazılmış ucuz fikirlerdir Bu
manzara, son devir Türkiye târihinin nasıl karagaşalık içinde mütalâa
edildiğini gösterir Biz bu bahsimizde 2. Abdülhamid devrini incelerken bu hükümdarın
siyâsî dehası yannda büyük kusur ve zararlı hareketlerini de göstemiye
çatışacağız." Demek suretiyle, kendi felsefî anlayışı içinde merhum
Barkan'ın beyanlarına bir açıklama getirmeye çalışmışlar.
Bizde bu hususda
mülahazamızı kısaca izaha teşebbüs edelim: Ömer Lütfi Barkan; yaşadığı dönem
itibarıyla tabiiki Osmanlı devletinin ancak Kanunî bölümüne kadar olanının yâd
edilip, minnetle anıldığı zamanın insanı olup, o dönemin sarhoş padişahlar
vatanı sattılar diye anıldığı zamanlar olduğunu hatırlayalım. Daha öncelerini
yâni İttihad ü Terâkkinin 1909'dan sonra idarey-i Osmaniyeye e! koymasindan
sonra bilhassa, Abdülhamid dönemine istibdad devri adı verilmesinin peşinden
meşhur Şâir Eşref Bey'in şu beyti akla geliyor:
"Devr-i istibdat
da söyletmezlerdi insanı; Meşrutiyette önce söyletir sonra satarlar anasını!
Hesabı Abdülhamid hakkında objektif fikir beyanı bile sıkıntı ve belâya
düşmeye hazır olmak demekti. Medh-ü sena edebilmek zâten kâbil-i imkân değildi.
Nitekim; buna cesaret eden hakperver kimseler nice hakaretlere giriftar
olmuştur. Bunlardan Tüfekçibaşı Tâhir Paşa, müşir üniforması üzerinde olduğu
halde Bayezid'de bulunan Seraskerlik makamında bulunan harp divânında
yargılanmak üzerinde Sirkeci'den babıâlî yokuşunu içinde bulunduğu, elleri bağlı
olarak ve ayakta müşir üniformasını lâbis olarak açık faytonla yol alırken,
bir takım tertipçilerin başlattığı yumurta, sütlaç, tükrük, mangır ve çeşitli
atılabilinecek şeylerle hakaretlere mâruz bırakılmıştı. Mahkemede ki,
suçlanmasını ise mertçe karşılayan bu zâtın cevabı heyet-i hâkimeyi kızdırmış
ve idam etmeyi düşün müşlersede, divan-ı harp reisi yaşlı bir paşa, onun
vazifesi padişahı korumaktı. Vazifesini ifa için her şeye başvurması, onun bu
aldığı göreve canla başla bağlı olduğunu gösterir.
Bu bakımdan biz
vazifesini yapan bir insanı idam etmiş oluruzki bu vijdanları muaz zep eder,
sürgünle iktifa edelim demek suretiyle heyet-i hâkimeyi kızgınlığın davet etti
ği adi! olmayan hüküm düşüncesinden tevakki yâni uzaklaştırmaya muvaffak oldu.
Yine; târihin gerçeği, arka plândır. Arka plân ise olayların kahramanları ve
yakın şâhidlerince bilinir. Bun-lar açıklandıkça olaylar yerli yerine oturmağa
başlar. Bu bakımdan gerek merhum Barkan, gereksede Öztuna Bey aslında tarif
ettikleri tarihçi değil, vakanüvis'tir tarihçi ise arka plânı ortaya
çıkarabilen, ancak hatıra, itiraf ve de vesaike ulaşıp işi bütün açıklığıyla
ortaya koymaya çalışandır ve devletin âlî menfaati dediğimiz hususatada ön em
verendir diye düşünüyorum.
Nitekim; M.Kemâl
Paşanın 1938/10/Kasım'ında vukubu-lan vefatı sonrasında bazı zevat-i Osmani
evlâd ve torunları aracılığıyla "Hiç bir şey nihân kalmasın bu
âlemde" anlayışıyla yazdığı hatıratlar veya makaleler vede kimi olay lann
gerçek yüzünü röportajlara vermek suretiyle hürriyetsizlik şalı'nı kaldırmaya
başlamışlar peyderpey sisler dağılmaya doğru yol alma başlamıştır.
31/Ağustos/1876'da
Osmanlı taht'ına kuud eden Abdül-hamid Hân, 7/.Eylül/1876'da kılıç kuşanma
merasimi için deniz yoluyla gitmiş olduğu Eyüb Sultan'dan dönüşü beygir üstünde
olmuş ve yolda rastladığı İngiliz b.elçisine eliyle selâm verdiği gibi yanına
gönderdiği bir kurenasiyia, hatır istifsar ederek gözlerinden hiç bir şeyin
kaçmadığını elçiye ihsas etmiş oldu. Dönüş yolunda yer alan bütün padişah
türbelerini ziyaretle dualar ettik ten sonra şimdiki İstanbul Üniversitesinde
bulunan Seraskerlik makamına gelip burada subaylarla birlikte karavana yedi.
Yemeğin ardından bir nutuk irad eyledi. Serasker vekili Redif Paşa da mukabil
bir konuşma yaptı. Sultan Hamid; deniz kuvvetlerini, şeyhülislâmlık dâiresini,
Asker hastanelerini ziyaret ederek, kendisini sevdirmeye gayret gösterdi.
Bu arada da Harem
Ağalarının devlet merasimlerinde görünmelerine dâir usûlü ilga eyledi. Taht'a
çıkışından 108 gün sonra sadrıazam Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa istifaya mecbur
oldu. Bu arada da Sultan Hamid, mabeyn başkâtipliğinden Sadullah Bey'i al mış
yerine Küçük Said Bey (Şapur Çelebi de denir daha sonra 9 defa sadrıazam olacak
Said Pa-şa)i getirmişti. Mabeyn müşirliğini de İngiltere'de gemi makineleri
mühendisliği ve bahriye ilmi tahsil eden Eğinli Said
(Büyük Said Paşa) yaptı. İstifası kabul edilen
Mütercim Mehmed Rüşdü Paşanın yerine Şura-yı Devlet Reisi Midhat Paşa
2.sadaretine tâyin edildi (21/Aralık/1876).
Bu arada da Sultan
Hamid o güne kadar hiç bir padişahın yapmadığı bir işi yaptı. Yaptığı
konuşmalarda, milletin refah ve hürriyeti için gece gündüz milletin yararına
işlerle meşgul olacağını, kendisine ulaşmak isteyenlere yazı yolunu açtığını,
şikâyetlerini kendisine bildirmelerini mutlaka değerlendireceğini beyan
etmişti. Böylecede ahali ile arasında direk bir bağlantı kuruyor ve
kötümserlerin jurnalcilik,padişah içinse, durumu bildirmek anlayışına vabeste
olan dönemi başlatmış oluyordu.
Öte yandan Rus generali
Çernayef, Sırp ve Karadağ isyanının elemanlarını yÖnetiyorsada,
29/Ekim/1876'da Aleksi-naç'da Osman Paşa karşısında fecii bir mağlubiyete duçar
olmuştu. Bu harbin neticesinde birliklerimiz, Belgrad üzerine çullanıverdi ve
tam Belgrad'a girecekken Rusların bir ültimatomu babıâlî'ye ulaştı. Devlet-i
âliye kendine tâbi olanlara iki ay aylık bir mütareke zamanı vermenin
ızdirabını tattı. Çünkü; akıl Rusya'yla savaşmamayı gerektiriyordu.
23/Ara-lık/1876'da İstanbul'da şimdiki Kuzey Deniz Komutanlığı binasında,
Tersane Konferansı adı verilen uluslararası siyasi kongre içtiması tertiplendi.
Hâriciye Nazırımız Safvet riyasetinde başlayan bu konferansa İngiltere,
Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya katılmaktaydı. Bu ülkelerin
Dersadet'deki b.elçilerinin dışında birer başmurahhas ile katılmaları derpiş
olun muştu. Bizim 2.murahhasımız, daha sonra makam-ı sadarete getirilecek olan
Berlin b.elçimiz İbrahim Ethem Paşa idi. Bu toplantılar 29 gün devam etti.
Ancak bu zaman zarfında 9 adet toplantı akd olundu. 20/Ocak/1877'de
neticelendi. Ruslara haylice düşmanlığı olan Lord Salisböri muhtemel gördüğü
Osmanlı-Rus savaşını önlemeyi çok istiyordu çünkü Rusya'nın Osmanlı devletinin
dâhili işlerine durmadan karışmasından son derece rahatsız oluyordu İngiliz
hükümeti. Lord Salisböri ise, Rusların artık nerede duracağını veya
durdurulabileceği hususunun düşüncelerine gark oluyordu. Hâttâ nerede
durduramayacağını hesaplamakta çaresiz kaldığından, Osmanlı devletinin Rusların
önünde, bir set olduğunun farkında olarak Sultan Abdül-hamid'e özel bir mektup
yolladı ve bunda mutalaka savaşa girmekten uzak kalmasını tavsiye ediyordu.
İngiltere'nin böyle bir savaşta Osmanlıya kesinlikle yardımcı olamayacağını
anlattığı bu mektubunda gerekirse padişaha biraz fedakârlıklar yapılması
hususunda tavsiyede de bulunmuştu.
Rusya'ya gelince: Çar
Aleksandr, Osmanlılar ile savaşı İstekli olmamakla beraber, ne çâre ahaliyi
harp istemediği insanlar üzerine Öyle bir tahrik etmiştiki, kendisi bile bu
tahriki durduramazdı belki Osmanlı hududları içinde hayat süren Slav tebâya
karşı babıâlî, mühim tâvizler verirse bir ihtimal savaşın çıkması
önlenebilirdi. Demekki, Lord Salisböri'nin, Sultan Hamid'e biraz fedakârlıklar
yapın demesi buna dayanıyordu.
Lord Salisböri;
20/Aralık/1876'da huzur-u hümayuna alındı ve padişahla mülakatı oldu. İngiliz
lâkablı Eğinli Said Pa-şa'nın tercümanlığında gerçekleşen konuşmada Salisböri,
padişaha yukarıda ifadelendirdiklerimizi bir bir anlattı. Hâttâ daha yukarıda
söylediğimiz mektup olayının aslında bu mülakat sonunda padişaha bizzat
bırakılan yazı olduğu rivayeti-de bahse konudur. Nitekim, Abdülhamid Hân, bu
mektubu Midhat Paşa'ya tevdi edip, tetkikini tavsiye etmiştir. Mülakat
neticesinde Salisböri, Sultan'ında harp taraftarlığının bulunmadığını tesbit
ettiği gibi ayrıca padişahın savaş arzulayan bir gurup paşanın baskısı altında
olduğunu da hissetmişti. İngiltere'nin en selahiyetli insanı padişaha savaşı
istememeşini tavsiye ederken, İngilizlerle çalışan Midhat Paşa, bu ülkenin
yardımıyla Rusları mağlup edip büyük zafer kazanacaklarına inanıyordu. Böyle
bir zaferi kazanan dönemin sad-rıazamı olarak, Büyük Mustafa Reşid Paşayı
aşacağının hülyalarını yaşıyordu. Seraskerlik vekili Redif Paşa ile Damad
Mahmud Celâleddin Paşa Mabeyn müşiri olarak Midhat Paşayı destekliyorlardı.
23/Ara!ık/1876 târihi
iki olaya tanıklık etmiştir. İlki Tersane konferansının küşâdı, diğeri de
meşrutiyetin ilânının bu toplantıya rast getirilmesiyle sanki bir tiryak
bulunmuş tesiri getirilmek isteniyordu. Toplantı başladıktan sonra gürle^en top
seslerini işiten murahhaslar:
-Ne oluyor? Diye
sorduklarında. Safvet Paşa:
-Meşrutiyet'in ilânı
te'sit olunuyor. Cevabını verdiğinde bunların bazıları:
-Çocuk oyuncağı! Demek
suretiyle mırıldandılar.
Konferans'ın
akşamında, Midhat Paşa Safvet Paşaya sordu:
-Meşrutiyet için ne
dediler? Ne dediler? Diye sorduğunda Safvet Paşa:
-Ne diyecekler çocuk
oyuncağı deyip geçtiler! Cevabını verince Midhat Paşa hayli sarsıldı. Çünkü,
Midhat Paşa bu meşrutiyet ilânına çok güvenmiş, bu ilânın katılımcılar hususunda
bir takdir dolaysıylada lehde davranışlarla karşılaşacağını düşünmüştü. Fakat
Hariciye Nâzın Safvet Paşa verdiği cevapla hülyalarına son vermekle kalmamış
adetâ kendisini alaya almıştı.
Mirat-ı Hakikat adlı
eserde, Çorluluzâde Mahmud Celaled-din Paşa merasimi şöyle anlatıyor: "Midhat paşa sadnazam olunca Kaanunu
esasiyi ilân ettirmekten başka bir işe önem vermeyip gece gündüz buna gayret
etti. Ayrıca yukarıda bahsedilen 113. Maddenin tasarıdan çıkarılmasına hayli
ça-tıştıysada buna imkân bulamadı ue çaresiz kanunun o şekilde ilân edilmesine
muvafakat gösterdi Bunun üzerine konferansın açılış gününe rastlayan
7/Zilhicce/1293-23-/Aralık/l 876 Cumartesi günü Kanunu Esast'nin padişah
tarafından resmen bâbıâlVye gönderilmesi kararlaştırıldığından dâ-irei hümayun
önündeki meydana bir kürsü konulup, bayraklarla donatıldı. O gün hava gayet
kapalı olmasına rağmen yine binlerce insan toplanmış ve niza miye askeri taburları
ve bandoları meydanın uygun yerlerinde selâma durmuşlardı. Bütün vekiller,
ulema, ümera devlet ricali, azınlıkların ileri gelenleri, resmi elbiseleriyle
hazır olup, hatt-ı hü-mayu'nun gelmesini beklemişlerdi. Bu suretle toplanan heyet,
Mabeyn başkâtibi vasıtasıyla Kanunî Esasinin ilânına dair hatt-ı hümayunun
gelişi sırasında körsünün etrafında toplandılar. Sadnazam Midhat Paşa hatt-ı
hümayunu karşılayıp aldı ve memuriyet icâbı mühim vazife bana düşmekle okumak
üzere bana verince,k ürsüye çıkıp okudum, Hatt-ı hümayunun okunmasından sonra,
Midhat Paşa münasip bir konuşma yaptı ve eski Edirne Müftüsü olan Efendi de
güzel bir dua etti. Bu arada donanmadan ve diğer askerî mevkilerden yüzbir
pare top atılarak,sevinç gösterilerinde
bulunuldu.."
Meşrutiyetin ilân günü
meşrutiyet taraftarları ile Beyoğlu ve Galata gibi gayrimüslimlerin bulunduğu
yerlerden gelen avazelerin içinde en dikkat çekeni bu gayrimüslim topluluğu ile
meşrutiyet taraftarlarının coşkun tezahüratları idi ve bunlardan bir gurup ise
Midhat Paşanın konağının önüne toplanıp <Yaşasın Sultan Abdülhamid, Yaşasın
Midhat Paşa!> avâ-zeleriyle yaptıkları tezahüratla sevinçlerini dile
getirirken Midhat Paşa' nın bahtsızlığına yol açan bir çığır oldu...
113. madde meselesinin
üstteki metin içinde geçmiş olması, bizim bu maddenin hikâyesini es
geçemeyeceğimizden Mirat~ı Hakikatin 203. sahifesinden hemen nakle geçelim:
"..Kanûn-ı Esâsı tasarısı özel komisyon tarafından hazırlanıp padişaha
takdim edil diğinde, Abdülhamid Hân bu tasarıyı Nâmık Paşa gibi muhalif olan
zevata gösterdi. Hatta Sadnazam Mehmed Rüşdü Paşa zâten mesuliyet taraftarı olmayıp,
banada ifade ettiği gibi <eğer dış teklifler sırasında böyle bir jest
yapılmak mecburiyeti olmasaydı, Kanûn-ı esasiye muvafakat etmeme imkân
yoktu> şeklinde sözler söylemiş olduğundan padişah bilhassa onunda fikrini
anlamak için tasarının bir suretini kendisine göndermişti. Nâmık Paşa
itirazlarında ısrar etti. Rüşdü Paşa ise kendi nefsince açıktan muhalefet
etmeyi doğru bulmayıp maksadın sırf padişahın hukukunu korumaktan İbaret
olduğunu dalkavukça sözlerle ifâde etti. Meselâ: <tasarının başlangıcında,
hükümdarın vazifelerini belirten maddeler, padişahımızın kudret ve sânını
halkın gözünde düşürür, padişahın nüfuz ve yetkisi sınırlan-dırılamaz>
diyerek o maddelerin tamamen çıkarılmasını istedi Ayrıca tasarının
sadnazamlığın kaldırılıp başvekilliğin ihdas edilmesi ve diğer vekillerin
başvekil tavafından seçilmesi ile ilgili hükümlerine itiraz ederek
sadnazamlığın devamını ue vekillerin eskiden olduğu gibi padişah tarafından
seçilip tâyin edilmesi lüzumuna işaret etti.O sırada mabeyn ricalinden Midhat
Paşa'ya karşı olan nüfuzlu kimseler bundan istifade ederek, < vükelâyı
seçmek yetkisinin başvekile verilmek istenmesi, idarenin dizginlerini başvekil
olanlara verdirmek maksadından ileri gelmektedir. Midhat Paşa ikbâl düşkünü
olduğundan, bu suretle başvekil makamına gelip istediği gibi hareket etmek
istiyor> diye çeşitli telkinlerle padişahın zihnini bulnadırdılar.
Ancak mabeyn ricalinin
bu hareketleri, padişahı koruma veyahut istiklâlini teminat altına almak gibi
bir niyete dayalı olmayıp belki meşrutiyet sisteminin her deuletde geçerli
prensiplere düzenlenmesiyle ve vükelânın sorumluluk esasının belirlenmesi
sonucu üzerine, vazifeli olamayan ricalin, bilhassa mabeynin nüfuzlu
kimselerinin devlet işlerine karışmaları İmkânının ortadan kalkacağını ve
bununda şahsi nüfuz ue menfaatlerine dokunacağını anlamalarından gelmişti.
Bununla beraber sadrıazamın <hükümdarın vazifeleri ile İlgili maddelerin
tasarıya konulmaması> yolunda arz ettiği şahsî görüşleri, kabul edilmeyip
bunlar padişahın hukuku başlığı altında ayrıca belirtildi. Ancak sadnazamltğın
bırakılarak vükelâ seçiminin eskiden olduğu gibi padişah tarafından yapılması
kabul edildi. Bunun üzerine, tasarının vekiller tarafından tetkik ve
müzakeresine başlanıldı.O sırada yine mabeyn ricali <meşrutiyet hükümeti
içinde istibdad> tâbiri ile tarif edilebilecek riyakâr fikirlerinden olmak
üzere padişahın kime emniyeti kalmazsa, onu sürgün etmeye yetkili bulunmasına
dâir kanuna bir madde konmasını içlerinde saklı olan şahsî kinlerinin
gerçekleşmesine kolaylık addederek, dürüstlükten uzak bu fikirlerini başka bir
kalıp altında padişaha kabul ettirdiler.
Mabeyn başkâtibi Said
Bey, sözünü ettiğimiz maksadı ihtiva eden ve sözde umûmi asayişi bozacak
şekilde hareketde bulundukları zabıta tarafından tesbit edilen kimselerin Osmanlı
toprakları dışına çıkarılmasına padişahın, yetkili olduğunu belirten bir madde
kaleme alcı. Damad Mahmud Paşa, bunu mutlaka tasarıya ilâve ettirmek maksadıyla
vükelâya tebliğ ettiğinde, işin sonunu önceden görenler, bu maddenin hürriyet
ve vükelânın sorumluluk esaslarını ihtiva eden bir kanuna ilâve edilmesinin pek
zararlı olacağı yolunda fikir beyan ettiler. Bu cümleden olarak, Midhat Paşa
muhalefette direttikçe, Mahmud Paşann nazarında meselenin önemi artıp, sanki
padişahın atameıve kudreti ancak bu kanunla teminat altına alınabilirmiş gibi
bir inanca saplanmakla bu hükmün kanuna ilâvesi padişah tarafından mutlaka
lüzumlu görülmüştür diye icbar etti ve nihayet 113.maddenin son fıkrası olmak
üzere, bunu tasarıya yazdırdı. Ne yazıkki, gerek Mahmud Paşa ve gerek
kendisiyle aynı fikirde olan Mâ beyn ricali bu maddenin kanunda yer almasının,
ileride çeşitli suistimallere sebeb olacağını ve belki kısa bir müddet sonra
kendi aleyhlerine kullanılacağını ve Kanûn< Esâsî'ye konmasının, yabancılar
nazarında, bizim açımızdan uyandı-rılabile ceği müsbet tesiri tamamen silip
süpüreceğini anlamadılar "
Hemen burada ilâve
edelimki ahali arasında, devreden ve-kayüere göre Midhat Paşa, Sultan Hamid'in
huzuruna gelmiş ve güya 112 maddeden ibaret taslağı okumuş. Bu kıraat esnasında
güya Suİtan Hamid, pek güzel! Eline sağlık! Sağ olasın babacığım! Gibi
sözlerle kendisini taltif ve takdir etmiş-mişde, sonunda da bende bir madde
ilâve etmek istiyorum. Münasip bulurmusunuz diye sormuşmuşda, Midhat Paşada,
demindenberi aldığı takdir ve taltiflerin sonucunda meşhur 113. maddeyi yazması
için taslağı padişaha vermiş o da, buraya ilâve etmiş, Böylecede mezkûr madde
yeri geldiğinde Midhat Paşa'ya sürgün yolu açılmış babında nakiller dolaştırılır,
bir veçhe kazandırmak üzerede devrin Osmanlı düşmanı ingiliz b.elçisi
Elyot'ada, bu ince hileyi tespit ettirme hususunda rol verirler ve Midhat
Paşaya bu madde yüzünden epeyi takaza ettiği söylenir durur. Bunları anlatanlar
daha ziyade nasıl siyasî mahfillere sızdırılmış böyle bir senaryonun maksad-ı
hakikisi neyse bunun yaygın bir kanaat hâline gelmesi de ifadeyi
tertipleyenlerin maksadlanna erdiğini gösterir, işin aslını yazmış bulunan
Çorluluzâde Mahmud Celaled-dih Paşa dahi, çalışmasının 204. $ahifesinde,
<.gerçi tahtdan indirme işindeki (Abdülaziz'in indirilmesi kastediliyor)
rolü sebebiyle, Midhat Paşanında devlet idaresinden uzaklaştırılması sarayca
(bu padişah ve yakınları demektir) gerekli görülüyordu. Fakat halk arasındaki
şöhreti sebebiyle-cülusu müteakip böyle bir yola gitmek uygun görülmedi-ğinden
bir defa onun da sadnazamiığa getirilmesi ve daha sonra ikbâlin zirvesinde
düşürülmesi şekli tercih edilmişti..> şeklinde yazmak suretiyle Midhat Paşa
için mutlaka bir özel operasyon düzenleneceğini düşüncesinin dışında tutmamakla
beraber bizim yukarıda ileri sürdüğümüz 113.madde ile alakalı, padişahın,
Midhat Paşaya oyun kurması hikâyesini kuvvetlendirir şekilde anlamak kâbilsede,
işin bu kadar, yâni 113.maddenin olayı bizim doğru bulmadığımız hikâyenin
anlatımı bir dedikodudan öteye gitmez düşüncesinde yine ısrarlıyız. Hemen
ilâve edelim; Tersane konferansı münasebetiyle İstanbul'da bulunan İngilizlerin
konferansdaki birinci murahhası Lord Salisbörİ, 113. madde hususunda
babıâlî'ye gelmiş malum maddeyi ifadeyle: <bu madde varken, yaptığınız
kanunun hükmü olamaz> dediğini Çorluluzâde, kitabının 212. sahifesinde de
yazmış bulunmaktadır.
Hemen bundan da
istinbat etmemiz gereken hususat, ecnebilerin padişahla başka, devlet
ricâliyle başka konuştuklarını ve koydukları metodla padişahla, rical arasında
sürtüşme temine çalışacak fitne yollarına saptığını bu olayda gözlemek kabil.
Abdülhamid ile konuşurken pek makbul bir konuşma, hayırlı tavsiyeler yapmayı
tercih eden Salisbörİ, Midhat Paşaya bu padişahı meşrutiyette bu kadar neden
selahi-yetli kıldınız diye paylamaya kadar cesaret ve nezaketsizlik gösteriyor.
Şimdi biz; Tersane Konferansı neticesinde Osmanlı devletinden çıkacak bir
savaşı önleme tavsiyesi için, konferans kararı taleplerinin yerine getirilmesi
tavsiyesine hâvi Lord Salisböri'nin konferanstan sonra giderken Sultan
Abdülhamid'e sunduğu raporun bir özetini Çorluluzâde Mahmud Celâleddin Paşanın
Mirat-ı Hakikat adlı eserinin 214. sahifesinden alıntilıyarak okurların
dikkatine sunalım: "Osmanlı devleti bu gün çok tehlikeli bir vaziyet
içinde bulunu-yor. Zira Rusya' nın 250 bin kişilik bir ordusu Eflak ve Buğdan
hududunda ve 150 binkişilik diğer bir ordusu da Anadolu hududu üzerinede
toplandı. Eğer Rusya, Tuna nenrini geçerse, Avusturya Bosna'ya asker sokmaya
mecbur olur. İtalya'da Bulgaristan hadisesi sebebiyle Osmanlı topraklarına
saldırmayı tasarladığından, Avusturyalılar bir harekette bulunacak olurlarsa
İtalya'yı tutmak mümkün olamayacaktır Yunanistan ise harisâne emellerini
ortaya atacak, İran'da doğu sınırlarında topraklarını genişletmek iddiasına
kalkışacaktır. İşte Osmanlı devleti bu kadar düşman arasında kalarak,
bunlarla savaşmak zorunda kalır Gerçi askeriniz.çoktur, ama ne dirayetli
kumandanınız ne gerektiği kadar mühimmatınız ve nede hazinenizde bunlara
yetecek kadar paranız vardır. Ayrıca; birsn:.>aş çıkacak olursa dışarıdan
siz yardım eden de bulunmaz. Zira; Fransa pek çok zarara uğramış olduğundan
uzak bir yerde savaşacak güce sahip değildir İn-giltere'ninde yardımda
bulunması mümkün değildir Çünkü Bulgaristan hadiseleri esnasında cereyan eden
vahşice hareketlerden, İngilizler gayet müteessir olmuşlardı. Bu hoşnutsuzluk
devam ettiği müddetçe, İngiliz milleti hiç bir kabinenin, Osmanlı devletine
yardım etmesine müsaade etmez. F~;vr şimdiki kabine öyle bir temayülde bulunsa,
derhal azledilip, devletinizi Avrupa kıtasında tamamen çökertmek istiyen
Gladeston iş başına geçer. Bu sebeble Osmanlı devletinin son derece ihtiyatlı
hareket etmesi ve vatanı kurtarmak için esâsa taalluk etmiyen her fedakârlığa
katlanması lâzımdır." Raporunun son kısmında Salisböri şu ifadelere yer
veriyor: "İdâri muhtariyete karşı
çıkmaktan dolayı İngiltere, Amerika'da bulunan bir büyük eyaletini, Danimarka,
Sceh-leuig ve Holstein eyaletlerini ue Avusturya ise İtalya'da bulunan bâzı
eyaletlerini terk etmek mecburiyetinde kaldı. Avusturya bu tecrübeden ders
alarak, Macaristan'ın idâri muhtariyetini kabul etti ve böylece orayı elden
çıkarmamaya imkân buldu. Eğer Osmanlı devleti, konferansın teklif etti ğİ
idare tarzına razı olmazsa mutlaka bir savaş çıkar. Böylece Osmanlı devleti
Rusya ve belkide daha başka düşmanlarla tek başına savaşmak zorunda kalacak ve
bunun neticesinde saltanatı ve ülkeyi tehlikeye sokmuş olacaktır."
Şeklinde bir ifadeyle noktalayan Lord Saiisböri, tersane konferansının neticelerini
tatbik bu kötü vaziyetten kurtarır demek suretiyle yol göstermiş ve padişahda
bu kanaati daha evvelden taşıdığı için raporu pek mühim bulmuş ve delicesine
savaş taraftarı Midhat Paşaya bari meclis safhasında savaş kararı konuşulurken,
bu muhtırayı göz önüne alması için hem o istika mette idâre-i kelâm etmiş hem
de raporu eline tutuşturmuştu. Fakat İngiliz menfaatleri, mahkemede doğruyu
söylerken, karakolda şaşıyor İdiki, İngiliz te'sirindeki Midhat Paşa harp
taraftan oluyor çünkü İngiliz gizli karakolu böyle istiyor, bu karakol
komiseride, herhalde İngiliz gizli istihbaratıyla müttefik hareket eden b.elçi
Elyot idiki, mahkemeyi de Lord Salisböri temsil ediyor ve doğrulan tavsiye
ediyordu. Meşrutiyet hükümetleri genellikle karakolların dediğini yerine
getirir. Böylece bu sonucu dünya târihine bile büyük tesirleri olan 1293/1877
Osmnalı-Rus Savaşı meşrutiyet meclisinin hamasî nutuklarıyla ifade edilen
kanaatlann sonunda savaş dedi ve böylece karakol'un istediği yerine geldi.
Mahkemenin, yâni Salisböri'nin tavsiyevî raporu, padişahın elinden Midhat 'in
çekmecesine yol alırken, tarihçilerinde birbirlerinin alıntılaması için bir
siyaset vesikası olarak târihdeki rolünü oynamağa başladı ve elan devam
etmekte..
Tersane konferansı
tavsiyeleri teşkil olunan meclisi-i me-busana getirildiğinde Midhat Paşa uzun
bir konuşma ile alınan kararları ifade ettikten sonra yapılacak müzakerelere
ışık tutmak için red kararının getiri ve götürüşünü,kabul kâ rarının da fayda
ve zararları hususunda bir bir saymak suretiyle hâzirunu iyice tenvir etti.
Daha sonra söz alan
sabık sadrıazam Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa; "Hayat ruh ile kâimdir.
Devletlerin ruhu istiklâldir Yapılan teklifler develtimizin ruhunu ortadan
kaldırarak bizi ruhsuz bir beden hâline döndürür. İstiklâli kalmıyan bir devlet
için hayat hakkı tanınsa dahi namussuz yaşamak caiz değildir. Bunu red ederek
hukuku korumak uğrunda her türlü fedakârlığı göze almak namus ve hamiyet borcu
olduğundan, reyimiz kesinlikle tekliflerin reddi yönündedir" şeklinde
konuştu ve peşinden Katolik Ermeni papazlarından Enfiyeciyan efendi, söz alıp,
şu sözler ile Rüşdü Paşa yi takviye etmiş oldu: "Beşyüz senedenberi
ecdadımızın kemikleri müştereken aynı vatanda yatıyor Onlardan bize miras kalan
vatanın muhafazası birinci vazifemizdir. Ölüm tabiidir Târihler gösteriyor ki
bundan önce pek çok büyük devletler gelip geçmişlerdir Cenab-ı Hakk eğer
devletimizin ömrünü şu zamana kadar tâyin ve takdir etmişse,ona ne denilebilir?
Fakat, şerefsizce ölmekle şerefli ölmenin arasında büyük fark vardır. Mutlaka
kurşun yiyerek öleceksek, göğüsten yenecek kurşunu, arkadan gelecek kurşuna
tercih etmeliyiz. O takdirde hiç olmazsa, geçmiştekileıin ahvalini bildiren
târihler nazarında büyük şeref kazanmış oluruz. Biz zâten tek uü-cud idik.
Bunu gerçekleştirmek üzere bir Kanûn-ı Esasi ilân edildi ue ilk defa birlik ve
beraberliğimize bir başlangıç olmak üzere, bu meclise davet edilmemizlede bu
birlik sağlanmış ve isbât edilmiş oldu. Bundan dolayı Padişaha ve bütün vükelâ
heyetine teşekkür ederiz. Bundan sonrada birlik hususunu layık olduğu dereceye
ulaştır malıyız. Mezhep ayrılığ vijdani bir meseledir. Müslüman camie,
hristiyan klişeye gitsin. Ancak siyasi bakımdan tekvücud halindeyiz; karda ve
zararda ortağız. Şimdi, sefirler gidince bunun sebebi hristi-yanları korumak
niyetinde olmalarıdır gibi sözlerle bazı bozguncular şurada burada bu
meseleleri bilmeyen bir takım adamları aldatıp, on- ların da bizimde çektiğimiz
hep bu hris-tiyanların yüzündendir diyerek bir takım kim setere kötülük
yapmaları muhtemeldir. Bunun önünü almak iki tarafın ulemasına borçtur.
Bundan dolayı
şeyhülislâm efendi ile bütün ulema efendilerden bu hususda gayret ve himmet
göstermelerini rica ediyoruz. Bunca senelik koca bir Osmanlı devletinin
bekasını korumaya mecburuz. Böyle büyük bir devlet mahvolunca müstüman ve
hristiyan bütün halk bu muazzam saltanat binasının enkazı altında katarak
canımızı vermeliyiz. Vaktiyle İstanbul alındığında, ne kadar kanlar döküldüyse
şimdide ondan bin kat fazlasını dökmedikçe burasını teslim edemeyiz. Biz; bu
yolda birlik ve beraberlik İçinde çalıştığımız müddetçe, Avrupa umûmî efkânda
tabiatıyla bizim lehimize döner Bu hallet] vaktiyle birliğin sağlanmasına
layıkıyla çalışmayarak, yanlış yol tutuşumuzdan ileri gelmiştir. Bu teklifler
ıslah etmek için değil, fesat çıkarmak içindir Biz o hatanın lekesini vatanı
korumak uğrunda kamımızla yok etmeliyiz. Evet yapılan teklifler sırf
topraklarımıza müdehale etmek ve ülkede fesat çıkartmaktır. Bunun basit bir
delilide Çerkes-lerin Anadolu'ya naklidir. Onlar Rumeli de zararlı iseler
Ana-doludaki hrisüyanlara da zararlı değilmidir? Kısacası yabancıların
gayelerini desteklemek için yapılan bu kabil tekliflerin reddi hususunda
hepimiz birlik olarak canlarımızı feda etmeliyiz. Bundan dolayı bu teklifleri
red ederiz. Bu savaşa din ve mezhep kavgası adı vermeyip, vatan'ı korumak mücadelesi
demeli ve hepimiz biribirimize sarılmalıyız." Diyen; Enfiyeciyan Efendiden
sonra Galatasaray Lisesi (Mekteb-i Sultanî) müdürü Sava Paşa (bir rum olup
islâm hukuku üzerine nefis bir eseri vardır.) Enfiyeciyan'ın ifadelerine
katılan ve kuvvetlendiren beyanlarda bulunup, teklifin reddini ile;-sürdü.
Rıfatpaşazâde Rauf Bey adlı bir zât ise, 'Abayı giymeli, kırmızı dipli mum
yakmatı her şeyi feda etmeli bu teklifleri kabul etmemeli diyerek sözünü
bitirdiğinde, Borsa komiseri Arnavut ileri gelenlerinden Abidin Beyde:
vaktiyle bu memleketleri feth eden ecdadımızın ruhları şu meclisde hazırdır.
Konuşmalarımızı dinliyorlar. Onların mukaddes kantarı hürmetine hakla rımızın
korunmasına çalışmalıyız." Deyip, noktai nazarını anlattı ve söz ilmiye
ricaline geldi: "Teklifi red ettiğimiz takdirde çıkan savaşta düşmanın
saldırısına karşı koyacak gücümüz varmıdır?" sorusu geldi. Serasker Redif
Paşa beş-altıyüz tabur asker çıkarabiliriz silah ve mühimmatımızda
vardır" şeklind^ cevap verdi. Bu müzakereler sonucunda konferans
tekliflerinin reddi cevabı kabul gördü. Bakın şimdi şu Redif Paşanın cevabına:
beş-altıyüz tabur asker çıkarırız demek suretiyle ortada yüz taburluk bir
mevhu-miyet bırakıyor. Ahali arasında; taburun efradının sayısı bin kişi olarak
bilinir ki, mevhum olan yüz taburu, bin ile çarptığınızda karşınızda yüzbin
rakamı gibi müthiş bir rakam görürsünüz. Bu pek büyük bir sayı olup bunun
eksikliği veya ziyadeliği savaşın ne ticesinde pek mühim rol oynar. Bu cevap
gösteriyorki,ihtilalcilik oyunlarına dalmış zevatın kuvvetinin yekününden
haberdar olmadığını gösterirki, tasarmz bundan sonra başlar. Meclisin,konferans
kararlarını red etmekten yana olduğunun ifadesi padişah tarafından da tasdik
edilince, sıra bunu konferansın burada kalmış bekleyicilerine ulaştırılmasına
geldi.
Bütün bunlara rağmen
savaşın akıbetinden emin olmayanlar ile umumiyetle savaşın İyi bir şey
olmadığına mutekit olan zihniyet, bu savaşın vukubulmaması için çeşitli yollan
denemeye koyuldu. Padişah tarafsız görüntüsüne rağmen savaşa asla taraftar
değildir. Sır bistan ve Karadağ Prensliklerini sulh yoluna davet eylediler.
Midhat Paşa bu işe Ermeni asıllı Pertev Efendiyi vazifelendirip, Belgrad'a
gönderdi. Fakat tebliğ tarzı adetâ bir yarı tehdit manzarası veriyordu. Sırbistan'ında,
münasebetlerin başlaması için Osmanlı devletinin kapısını çalması isteniyordu.
Midhat Paşada Pertev Efendinin yollandığına asla önem vermeden çektiği
telgrafla Sırbistan ve Karadağ Prenslerine sulh müzakereleri için murahhas
istediyse de, Sırplar,gönderecek diplomatı olmadığını, Viyana elçisi Aleko Paşa
ile görüşebileceklerini bildiren cevap geldi. Aleko Paşa bu işe mezun edildi.
Karadağ'dan ise barış şartlarının hangi esas üzerinde olacağına dâir müphem bir
cevap geldi. Midhat Paşa bu cevapları adetâ bir zafer sayıp ne müzakeresi
demediklerine pek sevindi!
Tersane konferansı
kararlarını red etmek suretiyle Karadağ ve Sırbistan ile meseleyi hususi
görüşmek ve bir çıkış yolu bulmayı beraber temin etmekti. Ancak unutuyorduk!
bize bağımlı bu iki prenslik kendi akıllarıyla değil, Rusya'nın tesiriyle bu
işlere girişiyordu. Bu bakımdan İsteselerde iste-meseierde Rusya'nın çizdiği
rotaya uymak zorundalar idi ve Midhat Paşa bunları nasıl düşünemez ve hesaba
katmaz! Şaşırmamak kabil değil- dir. Hârici siyasetde vaziyet bu durumdayken,
Midhat Paşa Kanun-ı Esâsı koymakla şöhreti artmıştı. Bu durum onun sadarete
getirilmesine de imkân sağlamıştı. Şimdi de bütün gücüyle mebus seçimi işiyle
unsaşı-yordu. Midhat Paşa akşam olduğunda da Yeniosmanlılar denilen gençleri
konağına topluyor sabahlara kadar süren içki âlemleriyle her çeşit meseleye
parmak basıyorlar, bu eğilimin gençlerinin ipe sapa gelmiyen cüretkâr
ifadelerine ses çıkarmıyor idi ve bu arada da sohbet esnasında kendiside
devletin sır olması gelen mevzuiarıda anlattığı oluyordu. Bu kişiler ise Nâmık
Kemal, Ziya Bey (Paşa), Avlonyalı İsmail Bey olup zamanın icâbına pek bakmadan
konuşuyor ve veli-inimetlerinin parlamakta olan yıldızına gölgeler düşmesini
hızlandırıyorlardı. Padişah'da dâhil olmak üzere işlerin savaşsız
geçiştirilmesini isteyenlerin sayısının az olmadığını gören bu gurup bütün
taraftarlarıyla savaş propogandası yapıp, Mi-rât-ı Hakikat'in 237.sh.de:* ".umumî
efkârı kendi taraflarına çekmek için mânevi bir destek sağlamaya da başladılar.
Hatta Ziya Bey (Paşa) ve Kemâl (Namık Kemâl) Beyler Suttan Bâyezid
Meydanındaki askerî misafirhanede bir cemiyet kurarak, mevki sahibi kimselerin
oğullarından ve diğer gençlerden millet askeri yazmaya koyuldular. Bu
cemiyetin başkanlığımda Midhat Paşa'ya verdiler. Aradan bir kaç gün geçtikten
sonra, millet askeri kaydedilenlerin gurup gurup Midhat Paşanın konağına gidip
alkış tuttukları haber alınınca Midhat Paşanın hasımları türlü türlü telkinlerle
cemiyetin kapatıldığım, gönüllü asker yazılmak isteyen hamiyet sahiplerinin,
Seraskerlik Dairesi'ne başvurmalarını bildirmeye memur edildi. Fakat, cemiyet
üyelerinin deftere kaydettikleri gençler, Seraskerlik kapısında askerliği kabul
etmeyiz, biz millet askeri olacağız naralarıyla buna karşı çıktılar. Midhat
Paşanın konağına gidip şikâyette butundular." bu ifadeler yer almaktadır.
Öte yandan; bütün
bunlar olurken, Şâir-i meşhur Nâmık Kemâl Bey, tahttan indirip bindirme
hususundan kinaye olarak; <Eşşeyu lâ yusenna illa ve kad yuselles-mânası:
iki defa yapılan şeyin üçlenmesi icâb eder> mısraını okuyarak Ziya bey île
entrikalar çeviriyorlar ve saltanat sistemi üzerine aleyhde lâkırdıların başını
çekmeye başlamışlardı. Bu ifadeler Saray'a aksettiğinde Midhat Paşa bir güzel
hizaya getirilmiş ve Namık Kemâl ile Ziya Paşanın istanbul dışı görevlere
gönderilmeleri emri verildi. Midhat Paşa Ziya Paşaya vezirlik verdirip, Suriye
Valisi olarak tâyin etme yoluna gitti. Namık Kemal Bey, verilen vazifeyi kabul etmeyip,
İstanbul'dan çıkmadı. Üstelik cüretini dahada arttırdı.
Zâten; Sultan 5.Murad
takımından addedildiğinden, Ab-dülhamid Hân tarafından üzerinde titizlikle
durulmaktaydı. Bu arada da Harb Okulu talebelerinden adı Ali Nazmi olan bir
gencin, Kemâl bey'e olan mensubiyeti ve dolabında, hilâfetin âl-î Osman'dan
alınıp eski sahihlerine Mekke Emiri Şerif Abdülmuttalib Efendiye verilmesi
icâb ettiğine dâir bir yazı bulunması yavaş yavaş bunların suyunun ısınmasını
tevlid etmekteydi. Saray bundan telâşa düşmüş bu olayla alakalı geniş bir
sorguya lüzum görülmüştü. Ancak biz sorgunun akıbetine dâir malumat sahibi
değilsek de, umuyoruzki Midhat Paşa bu sorgu içinde anılan zevatın başında
gelmiştir. Çünkü yukarıda yazdığımız gibi, her çeşit söz ve ifade bulunduğu
meclisde yuvarlanır giderdi ama büyük bir devletin sadnazamıda buna ne kadar
müsaade etmeliydi?
Heyet-i vükelâda yâni
bu günkü tâbirle bakanlar kurulunda Mâliye nezaretine uhdesine almış olan
Galip Paşa'nın görevinde şaşkınlık ve acziyet gösterdiğini ileri sürerek
azlini ister ve şunları söyler: "Galip Paşa terbiyeli ve namustu bir zat
olduğundan vükelâ heyeti kendisinden çok memnundur. Ancak; mâli işlerden
ankyacak kapasitede olmaması hasebiyle azledilmesi gerekir" dedikten sonra
yerine Yusuf Paşanın getirilmesini tavsiye etmiştir. Galip Paşa, Damad Mahmud
Paşanın yakın arkadaşı olması hasebiyle Ayan azalığına getirilmesi şartıyla
Yusuf Paşanın mâliye'ye getirilmesine irade çıktı. Bu seferde, Midhat Paşa
Galip Paşa hakkında ithama giden bir metodla ayan üyeliğine alınamaz şeklinde
mütalaada bulunurken esbab-ı mûcibesi şuydu: "Kâğıd para işleri çok
karışık bir vaziyette yürüyor. Galip Paşa vükelâ meclisinde 95 binlirayı, 2
milyon 100 bin kuruşluk kâğıt paraya satın aldığını söyledi. Bu yüzden devlet
hazinesini 30-40 bin-tira kadar zarara sokmuştur. Bu hesap öylece kalırsa
mebu-san meclisinde de, bahis konusu edilmek ihtimâli vardır. Onun için
zimmetini temize çıkarmadıkça Ayan meclisine alınması uygun olmaz" idi.
Önce Galip Paşayı namus ve dürüstlüğüyle medh edip sonra zimmetle suçlaması
bir tezat olmakla beraber, meclisi mebusanı ve mebusları iradeye karşı
kullanabileceği vehmini de getirdi. Çünkü; iradei seniye Galip Paşanın ayân'a
tâyinine dâir sözle sâdır oluyor fakat sad-riazam yerine getirmiyordu.
Çorluluzâde Mahmud Celâleddin Paşa, kıymetli eserinin 238. sahifesinde şunları
yazmaktadır:
"O sırada Midhat
Paşanın konağına gittiğimde ben istifa edecek değilim. Padişah beni
azledecekse etsin. Fakat bu defaki ayrılışım diğerleriyle kıyaslanamaz. Halk
gelip beni euimden alarak sadrı azamlık koltuğuna oturtmak isteyecek, sonra iş
zorlaşacak. Böyle bir durumla karşılaşmamak için işte şu çantada param var. bir
de vapur kiralayacağım. Azledildiği-mi haber alır almaz, vapura binerek Midilli
Adasına gidip oturacağım."tarzında saçma sapan beyanlarda bulunduğunu kayd
ediyor. Biz bunu bir baş kaldın şeklinde telâkki ediyoruz. Çünkü; 2.Abdülhamid
Hân gibi çok dikkatli ve herkesin değil bir sonraki adımını, bilmem kaçıncı
hamlesini hesap eden bir şahsiyet sadrıazamın bu davranışından öyle senaryolar
üretirdiki, insana yaratandan ötürü sevgisi olmasa idi, bu davranış sahibini
açık veya gizli olarak tahtalı köye yollardı. Merhameti yüce bir şahsiyet
olması Midhat Paşanın şansı olmuştur. Nitekim; Midhat Paşada bir kaç gün sonra
makam-i sadarete gelmiş ve devlet işleriyle meşguliyete devam ederken Damad
Mahmud Celaleddin ve Redif Paşalar, Çorluluzâde Mahmud Celaleddin Paşayı bir
odaya çekip, Midhat Paşanın suyunun. ısınmayı aşıp, kaynadığını, padi-şahsa bir
kaç iradesine rağmen Nâmık Kemâl Bey'i def etmemesine çok kızıp, üzerinden
itimadını kaldırdı. Bunun çâresine bakmazsa, kendisi için iyi olmayacağını
bildir, diye bana tenbihatta bulundular diyor Mirat-ı Hakikat yazarı. Yine şu
sözlerle devam ediyor Çorluluzâde:
"bu sözleri işittiğimde Midhat Paşa için kötü niyet peyda olduğunu
hissetimden meclise girip durumu kendisine anlattım. <Ne yapalım? Kemâl Bey
kendi rızasıyla dışarıda bir görev kabul etmiyor Ben zorla gönderemem. Artık bu
işi bizden sonra gelecek olana gördürsünler> cevabını verdi. Bunun üzerine
Damad Mahmud Paşa, Midhat Paşadan sert sözler işiterek geri döndü. Müteakiben
vükelâdan meseleye vakıf olanlar bir araya gelip ve Serasker, Redif Paşa
münasip bir lisanla: <eğer bir kere padişah ile görüşüp meramınızı
anlatsaniz şu karışıklık-lar tamamen ortadan kalkar> diyerek Midhat Paşayı
Saray'a gitmeğe ikna etti. Bunun ardında Damad Mah- mud Paşaya tezkire gönderip
bir dâvetçi gelirse Midhat Paşa'nın saray'a gideceğini bildirdi."
Midhat Paşa konağına
gece yarısına doğru gittiğinden az sonra Saray'dan bir yaver gelmiş saraya
davet edildiğini haber vermiş ve refaketinde saraya gelmişler, Midhat Paşa, Paşa
dâiresinin yanındaki kapıdan saraya girdiğinde Mabey, Feriki Eğinli Said Paşa
bir manga süngülü askerle kendisini karşılayıp, buraya buyrunuz demek suretiyle
Paşa dâiresini .gösterdi. Alt katta bîr odaya alındı ve kapıya da bir nöbetçi
dikildi. Sadnazamlıktan azledildiniz diyen odaya yalnı başına giren Said Paşa
idi. Mühr-i hümayunu veriniz. İşte vapur hazırdır! Derhal Osmanlı ülkesini
terk etmeniz emredilmiştir. Demek suretiyle sözünü tamamladı.
Midhat Paşa; ben
padişahın sadık bir bendesiyim, beni mahkemeye versinler suçum ortaya çıksın ne
ise! Böyle yapmak çok fena te'sir uyandırır şeklinde saçma sapan sözler
sarfına başladı. Vapurla kendi parasını kullanmadan Midilli'ye gitmek yerine
Napoli'ye sürülürken, o yazık millete, devlete yazık! "İnnâ lillâh ve innâ
ileyhİ râciun" âyetini söylü-yor ve göz yaşlarını tutamıyordu. Bir kaç gün
sonra Yeni-osmanlılar efradının bazıları da sorgularını müteakip başta Nâmık
Kemâl Bey olduğu hal de Midilli Ada'sına sürüldüler. Makam-ı sadaret Şûra-yı
Devlet Reisi Edhem Paşaya, dahiliye nazırlığı Ahmed Cevdet, Adliye Edirne
valisi Asım, sadaret müsteşarlığı Halep valisi Hurşit, Şehremanâti Galip,
Mec-lis-i mebusan riyaseti Ahmed Vefik Paşalara verilirken, ticaret nâzırlığıda
Ohannes Efendiye verilirken diğer vükelâ yerinde ibka edildi.
Edhem Paşa, Sakızlı ve
Rum asıllı olup, eski sadrazamlardan Hüsrev Paşanın kapdan-ı deryalığı
döneminde Sakız isyanının bastırıldığı sırada esir edilmiş ve Hüsrev Paşa
kendisinde zekâ pırıltılarını sezmiş ve Avrupaya tahsile göndermiştir. Meşhur
Sağır Memduh Paşa'nın Esvat-ı Sudur adlı hatırat eserinde paşayı anlatan
satırlar şöyle" Sultan Abdülme-cid devrinde mabeyn-i hümayun feriki
(korgeneral) İdi. Saraydan ülkeye dafıada yararlı olmak için çıktı. Vezir
oldu. Hâriciye vekilliğine de tâyin oldu. Abdülaziz Hân zamanında kendisine verilen
nazırlıkları gayet güzel tedbirlerle ve nâ-muskâra ne bir anlayışla idare etti.
Mahtû 2. Abdülhamid Hân'ın 3. sadrıazamıdır. (Memdufı Paşa bu hatıratını
1920'lerden sonra yazmıştır) Midhat Paşa azledilip, sürgüne gönderilince yerine
tâyin olunmuştu. Bir defa sadrıazam oldu. Bu görevden alındığında Viyana
sefarethanesine gönderildi. Daha sonra İstanbul'a çağırılıp, dâhiliye
vekilliği uhdesine verildi. Edhem Paşa, ilim ve fen kollarında cidden bilgi
sahibi bir zattı. Avrupa siyasetinin inceldiklerine vâkıf bir kimseydi İleri
görüşlülük dediğimiz fera seti bütün mükem-melliğiyle ortadaydı. Sâhilhaneleri
pek yakınımızda olduğundan dolayı özel toplantılarından dinleyici olarak
İstifade ederdim." Biz de kaydedelim ki, kardeşi Fener Patrikhanesinde
yüksek rütbeli bir ruhban olup, kisve-i katranisi üzerinde olduğu halde,
Ağabeyini zaman zaman ziyarete gelirmiş ve sadrıazam mahcubiyetinden biraz
üzülürmüş, günün birinde kardeşine daha seyrek gel demek mecburiyetini
hissetmiş .
Mİdhat Paşanın sürgün
edilmesi sonrasında dışta ve içte Midhat Paşa olamadan da, meclis-i mebusan
açılır ve teşki-lât-ı esasiye'ye göre parlamenter sistemi yürüteceğimizi göstermek
gereği göz önüne alınarak meclisin küşadmmın hzı-landırılması yolu tercihi
edildi. Midhat Paşa gönderilmeden evvel seçimle intihab olunmuş mebuslar
İstanbul'da toplanmağa başladığı esnada ayan meclisi de teşekkül ettirildi. Bakanlar
kuruluda, padişahın açış nutku olarak irad buyurucağı mevzuları müzakere ederek
müsvedde olarak tesbit ettiler.
Dolmabahçe Sarayında,
muayede salonu yâni bayramlaşma salonu denilen platformda
2/R.evvel/1294-7/Mart/1877 Pazartesi günü ecnebi misyon, devletin kurumlarının
ileri gelenleri bu toplantıda isbat-ı vücud ettiler. Ayan üyeleri (senatörlerde
mebuslar hemen taht-ı hümayunun karşısında yer aldılar. Davetliler ise bu
topluluğun sağı ve soiunu doldurdular Padişahın teşrifini beklediler. Az sonra
padişahın yanında veliahd Mehmed Reşad Efendi, Şehzade Kemâleddin Efendi ile birlikte
salona girip tahtın önünde durdu. Sadrıazam Edhem Paşa,Sultan Hamid'in elinden
yazılı metin hâlindeki nutku alıp, Mabeyn başkâtibi Said (Paşa) Efendi'ye verdi
bu zatda nutku okudu .Akabinde toplar meşrutiyetin meclisinin açıldığını ilân
etmiş oldu. Bilhassa ecnebi misyon bizim meclis sisteminde zorluklar
yaşayacağımızı, acemilikler olabileceğini sandılarsada Ahmed Vefik Paşa bu
beklentiyi boşa çıkardı. Dikkatli bir idare ve nâzik tutum başarıyı sağladı.
24/Nisan/î877'de
Rusya'nın vazife başndaki maslahatgüzarı Nelidof, Hariciye nazırımız Safvet
Paşaya Çar imzasını taşıyan ilân-ı harp notasını verdi. Aynı günde Ahmed Tevfik
Bey, Osmanlı devletinin Petersburgdaki elçisi olarak pasaportunu aldı. Bu
suretlede, 1293 yâni 93 Harbi denen Os-manlı-Rus savaşı başlamış oluyordu.
Bu savaşın Anadolu
cephesi ve Rumeli cephesi diye ikiye taksim olunması pek büyük bir alanda
cereyan etmesinden-dir. Rumeli tarafındaki diğer tâbirle avrupa tarafında ve
Tuna Nehri havalisinde baş kumandan Çirpanlı Abdülkerim Nâdir Paşa idi. umumi
Karargâhı Şumnu şehrindeydi. Saraybos-na'da Veli Paşa, İşkodra'da Ali Sâib Paşa
Yenipazar'da ise Mehmed Ali Paşaların birlikleri doğrudan doğruya Başkumandan
Abdülkerim Nâdir Paşa emrinde değildi. Abdi Paşanın emrinde garb ordusuda
denilen Osman Paşa (daha sonra Gazi Osman Paşa) komutasındaki ordu Başkumandana
bağlıydı. Batı cephesindeki Şark Ordusu adı verilen birliklerin kumandanhğıda
Müşir Ahmed Eyyüb Paşadaydı. Yine Tuna kıyısında Rusçuk merkezi durumundaydı bu
Şark Ordusunun. 3.Ordu ile Şark Ordusu arasında yer alan bir ordu daha
vardıki, bu da garp cephesindeki Cenup, yâni Güney ordusu idiki bununda
komutasına Askerî mektepler nazırlığında tuğgeneralken müşirliğe yükselmiş
bulunan Sultan Abdülaziz'in hafinde büyük dahli bulunan Süleyman Hüsnü Paşa'ya
verilmek üzere çağrılmıştı.
Abdülkerim Nâdir
Paşanın emrine verilmiş bulunan bu orduların gene! mevcudu ikiyüzbin sayısının
eteğindeydi. Ruslar ise ilk anda Tuna üzerine 250 bin kişilik bir kuvvet yığmıştı.
Bu birliklerin en kalabalığını Ahmed Eyyüb Paşann ordusu idi ve yüzbin kişiyi
buluyordu. Rus ordusunun yukarıda ilk andaTuna'ya yığdığı 250 bin kişilik asker
bizim sayımızdan haylice fazla olduğu gibi bunlara gizli veya açık, Romanya,
Sırp ve Karadağ takviyesini ilâve ederseniz dengenin adamakıllı aleyhimize
olduğu müşahede olunur. Çünkü Sırp birliklerine bir Rus generali kumanda
ediyordu.
22/Haziran/1877'de
takriben savaş ilânından sonra Ruslar, Tuna Nehrini geçmeye başladılar.
General Zimmerman Alman asıllı bir Rus generali olup, kırkbin mevcudlu birliklerini
Macin denilen noktadan geçerek Dobruca'nin kuzeybatısında görünmeye
başladılar. Dört gün içinde Tuna'nın ortasından geçmiş oluyorlardı. Buda
Ziştovi ile Niğbolu'nun ve de Plevne'nin uzak olmadığı bölge idi, Niğbolu ile
Plevne'yi biribirinden ayıran Osma Nehri oluyordu. Grandük Nikola başkomutan
olarak birlikleri ni yönetiyordu tabii ilâve ede-limki, bu kişi Çar'in kardeşi
idi. Tuna'nın geçilmiş olması Osmanlı askerinin yenilmiş olması mânasına alan
kıyamet gibi askeri otorite görüşleri mevcuddur. Bu geçişe adetâ seyirci kalan
Abdülkerim Nâdir Paşanın Viyana'da yetişmiş olmasına rağmen ve haylide bilgili
olması Rusiarı Tuna'yı aşması sırasında bastırmaması izahı olmayan bir hatadır.
Zâten padişah daha sonra bu paşasını divân-ı harbe sevketmiştir.
Öte yandan; General
Gurko, önce Tırnova'yı ele geçirdi. 16/Temmuz/1877'de Niğbolu Rusların eline
geçince Edirne'ye inişi sağlayacak tek şey düşmanın balkanlarda durdurulması
idi. Şıpka Rusların eiine geçtiğinden Osmanlı kuvvetlerini bir araya
getirebilmek Şıpka'nın Ruslardan kurtarılmasını icâb
ettiriyordu.17/Temmuz/1877'de Çirpanlı Abdülkerim Nâdir Paşa azledilerek Müşir
Mehmed Ali Paşa yerine başkumandan olarak tâyin olundu. Ne varki böyie pek mühim
ve büyük savaşı kazanmayı becerecek tecrübe ve çapda olmayan bir askerdi.
Üstelik emrindeki komutanların bilhassa müşir olanlarının çoğu Mehmed Ali
Paşa başaracağına, savaş kaybedilsin
diyecek şahsiyetlerdi. Nitekim T.Yılmaz Öztuna Bey, Türkiye Târihinde 7. cild,
147. sahifede şu satırları yazmaktan kendini alamaz: "Son yıllara kadar gizil kalan bazı çok
mühim vesikaların TTK (Türk Târih Kurumu) uayınianması ile, hu müşirler
arasındaki çirkin ve aşağılık rekabet ve düşmanlıklar ortaya çıkmıştır.İnhitat
(çöküş) devri Türklyesinde mânevi yapının ve vatan sevgisinin ne derekede
olduğunu anlamak için, bu vesikaları okumak kâfidir. Gene bu vesikalar, savaşı
Abdülhamid Hân'ın Yüdız'dan idare ettirdiği için kaybettiğini savunan eski ve
gülünç tezi,tamamen çürütmüştür. Yıldız'dakl seraskerlik kurmayları bu '
müşirlerin zararlı davranışlarını kısmen olsun önleyebilmek için, hazan
müdehale etmişler ve tabii padişah nâmına emir vermişlerdir. Aşağıda görüleceği
gibi, Gâzİ Osman Paşa'rrn Plevne'yi sonunda bırakmasıda, Türk kumandanlarının
bu kaleye kâfi yardımı yapmamış olmaları dolay siy ladır." Demektedir.
Gazi Osman Paşa
ifadesini alıp dersini verdiği Sırplar karşısındaki başarısı hasebiyle 45
yaşında olduğu halde Müşirlik rütbesine yükseltilmesi yapılmış ve Vidin'den
Plevne'ye gitmesi emredilmişti o da bu emri yerine getirmiş geldiği Plev-ne'de
elinden geldiği kadar bir palangadan bile kötü durumda olan mevziyi hayli
tahkime muvaffak oldu. . Beri yandan
da yine genç müşirlerden biri sayılan Süleyman Hüsnü Paşa, emrindeki
kolorduyla Hersek'ten yola çıkacak ve Tuna cephesine gicjecek idi ki bu çok
uzun bir yolculuk olduğundan deniz yolu denemek şekli tercih edildi. Bu kadar
büyük bir askeri birliğin, Osmanlı devleti târihinde ilk defa donanma ile
nakledildiği görüldü. Süleyman Hüsnü Paşa 25 bin askerle İtalya'da bulunan
Bari limanına geldi burda bindiği gemilerimiz İle bir zamanlar Gedik Ahmed
Paşanın pür velvele çıktığı Otranto'yu geçip Yunan denizi, Mora ile Girit Adası
vede Ege denizinden geçip Batı Trakya'da Dede-ağaç umanına Meriç nehrinin az
batısındaki noktaya çıkardı. Dedeağaç'dan trenlere binen koskoca kolordu
mevcudu Kızanlık yakınlarında trenden indirilerek, Rus Generali Gur-ku'nun
elindeki Şıpka geçidine gelip, geçidin güney yönündeki eteklerine yayıldılar.
Hüsnü Paşa bunları
yaparken, Gazi Osman Paşa'da 20/Temmuz/1877'de Plevne'de Şilder Şuldaner adlı
Rus generalinin saldırısına mâruz kaidıysada, üçbine yakın telefat veren
Ruslar, ağırlıklarımda bırakarak bozgun hâlinde firar yoluna düştüler. Ancak
çok geçmeden Kurdener adlı generalin takviye ettiği bu birlikler onuncu gün
sonunda bir daha Osman Paşa ve Plevne üzerine yürüdüler. Takvimler,
30/Temmuz/1877 târihini gösterirken, moskof ellibin asker, 184 adet topla
saldırıyı başlattılar. Bizim kuvvetlerimizin mevcudu 23 bin kişi olup, 58
adetde topumuz bulunuyordu. Bu defaki saldırı da birincisinden pek farklı
olmadı Alman asıllı general Kurdener'de 7500'e yakın telefatla Plevne'nin
önünden çekildiğinde dünya, Gazi Osman Paşanın cihan harb târihine getirmiş
olduğu değişik müdafaa sistemlerini kaydediyor böylece bu ünü ve kendi büyük
kumandanı tanımış oluyor idi. İki devletin reisi bizim Abdülhamid Hân'ımız ile
moskof'un ki Çar nefeslerini adetâ tutmuşlar Plevne üzerindeki mücadelenin
sonucunu bekliyorlardı..
Öte yandan, büyük bir
askeri nakliye harekâtını başarmış bulunan Süleyman Hüsnü Paşa, Şıpka Geçidini
aşmak için bir ölüm taarruzları adı verilecek hücumlar tertipliyor, 1915'lerde
Çanakkale savaş larında yaşanacak bir fenomene kırk küsur sene evvel öncülük
ediyordu. Bu geçide yedi gün yedi gece taarruz ediyor 20/Ağustos'da başladığı
taarruz, 26/Ağustos'da Kızanlık'a çekilmekle nihayet bulduğunda Rusların
Şıpka geçidi üzerindeki hâkimiyeti devam ediyordu. Bunun önemli sebeblerinden
biri olarak Rusya'nın Tu-na'yı geçmesi esnasında, harekâtın tam ortasındayken,
Cır-panh Abdülkerim Nâdir Paşanın bunların üzerine saldırmaması,güçlerinin bir
bölümü karşı sahildeyken bu tarafa geçmeye muvaffak olanları temizlemeye
başlasaydı, bizim merhum Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa'nın Sen Gotar'da yaşadığı
unutulmaz acıyı Moskof'a tattirabiiirdi ve bunu yapmaması Nâdir Paşanın suçlu
olduğunu göstermekle beraber daha sonraları divân-ı harbe verilen Paşa
buradaki savunmasında, heyet üyelerini
ikna etmiş olmahki, beraat etmiştir.
Süleyman Hüsnü Paşa;
Şıpka üzerinde bir deneme daha yapmış 17/Eylül'de düşmana ve geçide saldırıya
geçmiş fakat bu ademi muvaffakiyetle neticelenmişti. Rusların jna plânında
hedef kısa zamanda Edirne üstüne inmek ve oradan ver elini Çatal ca burayı da
astımı İstanbul'a varacak yolu tıkayan şimdiki Gazi Osman Paşa, o zamanlar
Yıldız Tabya olarak isimlendirilen, bizzat Sultan Abdülhamid Hân ile Elena
kahramanı Çerkeş Deli Fuad Paşanın birlikte tesbit ve tahkim ettikleri mevki
müstahkem kalıyordu. 195O'!erde büyümeye başlayan İstanbul'a bu günkü Gazi
Osmanpaşa iskâna açılırken,devrin İstanbul Valisi Ord.Prof. Fahreddin Kerim
Gökayı, o sıralarda Eyüp Sultan kazamıza bağlı olan bölgeye Yıldız Tabya adı
verilmesi için devrin Eyüp ilçesi Demokrat Parti İlçe Başkanı Şükrü Tayşm
Beyefendinin ikna etmeye ve bunda başarıya ulaştığını Valinin, bu teklifi
kuvveden fiiie çıkarmadaki; kabul sesini bu satırların sahibi olan fakir-i pür
taksir olan bendenizde duymuştum.
Abdülkerim Paşanın
azli üzerine başkumandanlığa getirilen Müşir Mehmed Ali Paşa, Süleyman Hüsnü
Paşanın Şıp-ka'yı aşamaması üzerine Grandük Nikola kuvvetlerine hücu-ma geçmek
üzere plânlarını yaptı ve Ağustos ayı sonu itibarla da plânını tatbike koydu.
Mehmed Ali 'Paşa üç ayrı târihte dört tane meydan muharebesi yaptı ve bunların
herbi-rinden zaferle çıktı. Bu meydan muharebeleri 22/Ağustos'da Ayazlar meydan
muharebesi, 30/Ağustos'ta Kahraman meydan muharebesi, 5/Eylül'de de Kaçılova ve
Ablova meydan muharebeleri oimuşturki bu sonuncu bir günde iki muharebe olarak
vukubulmuştur. Mehmed Ali Paşa bu savaşları, Plevne'ye yardıma gitmek için
yapıyordu. Ne var ki takviye yolu kesilememiş Rus birlikleri durmadan cepheye
takviye ediliyorlar, bizim bu tarafta söndürdüğümüz her hayatın yerine bir
misli yeni canlıyı karşımıza çıkarıyorlardı. Plevne'ye gitmek bu sebebden kabil
olamıyor. Buna karşılık Gazi Osman Paşa Pievne'de harikalar sergiliyor, yardımı
dört gözle bekliyor, yardım geldiği takdirde bu Rus kuvvetleri üzerine topluca
hücum etmekle dağı- tılması şüphesizdi. T.Yıl-maz Öztuna bu zaferlerinden sonra
Müşir Mehmed Ali Paşanın yavaş hareket ettiğini, bunun düşmana zaman kazandırdığını
ifade ederek, şunları ilâve eder: "Bir kaç meydan muharebesi kaybetmiş
bulunan Grandük Piikola'nın durumu Eylül'ün ilk üç haftasında son derece
kritikti. Ağabeyi Çar Alkesandr bile cepheye ue Pieune önlerine gelmiş,
askerini leşçi ediyor idi. Petersburg'da anarşistler, Rusya'nın şerefinin
mahDolduğundan bahsedip hükümete karşı ha rekete geçmişlerdi. Ancak yukarıda
belirttiğimiz gibi Mehmed Ali Paşa, bu müsait ortamdan zaferi çekip çıkaracak
adam değildi. Osman Paşanın askerlik dehasından mahrumdu, üstün düşman
kuvvetlerine karşı başarı kazanması kazansa bile bundan netice isithsat etmesi
mümkün olmadı.'1 Demektedir. Gönül isterdi ki bu değerli eserler sahibi tarihçi
T.Yılmaz Öztuna hemen buraya Süleyman Paşaya bana katıl emrini yerine
getirmemesinide buraya ilâve ederek bu kanaati serdet-şeydi yoksa Mehmed Ali
Paşanın ard arda kazandığı dört meydan savaşını hiç mesabesinde gören bu
yaklaşımın izahı yoktur. Mehmed Ali Paşa yardıma çağırdığı Süleyman Paşanın
ihanet sayılacak gelme meyiştyle 21/Eylül'de Çakırköy Meydan muharebesinde
Ruslar karşısında mağlub olmaktan kurtulamadı. Müşir Mehmed Ali Paşanın bu
mağlubiyeti başkumandanlığının sonu oldu ve hasretle beklediği bu göreve
Süleyman Hüsnü Paşa 28/Eylül/1877'de getirildi. Yine sayın Öztuna Bey'in, iki
kumandanı değerlendiren şu kısa ifadesini alıntılayalım: "..Mehmed Ati
Paşanın kumandanlığı 2 ay, 12 gün deuam
etmişti. Süleyman Paşanın Mehmed Ati Paşa da olmıyan cesaret,daha doğrusu
atılganlık cür'et ve enerjisi beğeniliyordu.."
Bu arada da,l
l/Eylül/1877'de Gazi Osman Paşa 3.Plevne zaferini kazanıyordu. Bu seferinde
Ruslar şaşkın, bütün ihtiyat kuvvetlerini buraya yığarak işe kalkışırken,
başşehirlerinden Çar'ın koruma birliklerinide getirmişler mevcuda ilâveten
altı adet Rus tümeni Plevne önüne konmuş ellibin kişilik Romanya ordusuna
ihtiyaçlarını Çar, Prens Karol'a Türkler bizi mahvediyor! Yetiş yoksa
hristiyanlık dâvasını kaybediyor şeklinde telgrafla bildirmiş oluyordu.
Asırlardır, Osmanlı tabi-yetine bağlı olarak hayat süren Romanya ve bunun
temsilcisi Prens, 3 piyade ve de 1 süvari tümenleriyle istenilen İmdada geldi.
Çar, ordusunun idaresini ve Plevne savaşının kumandanlığını Karol'a bıraktı.
Çeyrek asır önce Osmanlı-Rus savaşının başka bir adı olan Kırım Muharebesinde
Sivastopol'ün meşhur tahkimatını yapan general Totleben bu ordunun
kurmaybaşkanlığını üsttendi. Romanya bu yardımı canla başla yapmaya neden
ihtiyaç duyuyordu derseniz? Herhalde Rus vaadi'nin bunları bağımsız, bir
krallık dev leti kılma olduğunu hemen çıkarmak kabildir. Demekki bizim
siyasilerimize düşen o sırada bir murâ hhas göndererek, bağımsızlığınızı
vereceğiz, Ruslara karşı oeraber olalım demek olmalıydı. Hemen ifade edeyimki,
Abdülhamid Hân'ın ve devrinin anlatiminin bitimine, okuma parçası olarak
koyacağımız, yazıldı-ğı 1910'dan sonra ilk defa Osmanlıcadan sadeleştirilmiş
lâti-nize edilmiş Niçin Mağlup Olduk? adlı eserden bazı seçmeler koyarak bu
hususda siz okurlarımızı tenvir etmeye çalışacağız.
'
10/Aralık/1877'de her
savunma savaşının başına gelen gibi Plevne'de akıbetini yaşama hususunda
kaderini gördü. Takviye alamayan muhasara altında kalan bir müdafii sonunda
kaybetmeğe mahkûmdur, üstelik muhasaracılar habî-re takviye alıyor ise, misâl
olmak üzere; İstanbul fethini yapan ordumuz, donanmamız hem Karadeniz üstünden
hem de Marmara üzerinden ve Edirne istikametinden vede Bursa, Yalova,
Karamürsel ve Koca eli istikametinden Üsküdar'a kadar uzanan arazide
mevcudiyeti kesin olduğundan asla bir takviyeye mâlik olmayan Bizans sonunda
teslim olmaya-cakda, şehirle beraber buharlaşıp gayb illerine mi firar edecekti.
Siz; bakmayın târihimizde bir binek taşı kadar büyüklükte pırlanta
parlaklığında zafer kazanan Kanije Müdafaasına ve onun seksenyedi yaşındaki
kumandanı Tiryaki Hasan Paşaya.. Bu muvaffakiyeti üzerine vezirliğe yüksel
tildiğinde ağlamaya başlamış ve niçin ağlarsın Paşa Baba dediklerinde,
evlâdlar ben ağlamayayım da kim ağlasın koskoca dev-let-i âliyye bizim gibi
çoluk çocuğu vezir yapmaya başladı diyecek kadar mütevazı bir insandı. Zafer
insanı mağrur yapar, ama adamlık o zaferin oyuna gelmemektedir ve asıl zafer
kendine yanaşmakta olan 'gururu kovabilmeyi becermektir. Tiryaki Hasan Paşa
böyle biriydi ve doksanlık Kuyucu Murad Paşanın emrinde olarak Anadoludaki
isyan hareketlerini tenkile bu zafer sonrasında gitmekten imtina etmemiştir.
Gazi Osman Paşa
yardımların gelemeyeceğini, vazifeyi üstün bir başarı ile gerçekleştirmenin
verdiği kuvve-i mâneviye ile bir huruç, yâni savunma alanından çıkarak
etrafını saran çenberi kırıp geçme böylece bir çıkış yolu aramaktı, o kadar
büyük taktisyen bir kumandanın yardım gelmediği takdirde savunma savaşının
zafere inkılabının olamaya cağını bilmesi kadar tabii bir şey olamazdı.
Nitekim; bu huruç harekâtında Paşanın üzerinde bulunduğu ata kurşun isabet
etmiş at yıkıldığı gibi muhtemelen aynı mermi Gazi Osman Paşanın sol dizinden
yaralanmasına sebeb olmuştu.
Bu vaziyet karşısında
Gazi Osman Paşa istişarelerini yaptı ve erkân-ı harb reisi Mirliva Tevfik Paşaya, Ruslar ile teslim şartlarını
konuşması emrini verdi. Rus general Sturukof Tevfik Paşa ile beraber Gazi
Osman Paşanın yanına geldiğinde Paşanın yaralı ayağının pansumanı yapılıyordu.
Gazi Paşa; Sturukof 'a yer gösterdi oturması için general kendinden yüksek
rütbeli Gazi Osman Paşa karşısında ayakta durmayı bir hürmet ifadesi olarak
tercih etti. Fransızca olarak müka-leme yapmakta olduğu zaman general Sturukof,
esas duruşa geçerek konuşmasını yapma nezaketini göstermekteydi. Az sonra bu
yere gelen korgeneral Ganetski, Osman Paşanın kılıcını teslim aldı. Bu olayı
duyan Çarın kardeşi Grandük Ni-kola hemen geldi ve askerlik ve esaret
ilkelerine uymayan bir davranışla Gazi Paşanın kılıcını kendisine iade edip, müdafaadaki
başarısını tebrik etti. Böylece Osman Paşa dünya durdukça anılacak olan Plevn^e
Müdafaasını 4 ay, 23 gün sürdürmüş ve Plevne düştükten sonrada, 93 bozgunu
denen dönem bizm için için başlamış oluyordu.
Beş aya yakın Plevne
önlerinde bir avuç Osmanlı askeri ile kaleye benzer hiç bir yeri kalmayan bu
arazi parçasına mıhlanıp kalan 150 bin kişilik Rus ordusu, bir felâket rüzgârı
hâhnde topraklarımız üzerinde uçuşuyorlardı.
Osmanlı ordusu Ruslar
ile böyle bir uğraş verirken 14/AraIıkta taarruza geçen Sırplar, 26 gün sonra
Ocak/10'da 1878'de Niş'e girerlerken, Karadağlılar ise deniz tarafı üzerin den
gelmek suretiyle Bar'ı alıp, Adriyatikte Dul-cigno limanını ele geçirdiler
Arnavutluğun İşkodra etrafında dolanmaya başladılar. 24/Şubat/1878'de Romanya
da Vi-din'e el koymuştu. Buradan Kuzeybatı Bulgaristan işgalini tamamlayıp, bütün
müslüman unsurları muhacerata tâbi tuttular. Yunan ise, savaş açıyorum
haberini bile vermeden Te-selya ovasına dalıverdi. Serasker kaimakamı Müşir
Rauf Paşa ile Süleyman Hüsnü Paşa arasındaki düşmanlığın ileri safhada
olması, Balkanlardaki dağlarda yapılabilecek savunma şansımızıda ortadan
kaldırdı. Ocak/9'da General Radetski, bizim Veysel Paşanın kolordusunu mağlup
etti. İşin fecaati Veyseİ Paşa 280 kişilik subay kadrosuyla ve 12 bin askeriyle
düşmana teslim olmuş idi. Veysel Paşanın kolordusunun kalan kısmı başıbozuk
bir halde dağılıp gitti. Süleyman Paşa ve kuvvetleri Tatarpazarcığı'nda
bulunmaktaydı. Buralarda bir savaş vermeden çekilmeye deavm eden Süleyman Paşa
Gü-mülcine'ye ka dar çekildi. Çorap söküğü gibi gelen işgaller bir musibet
yağmuru hâlini almıştı.
General Radetski Meriç
nehrini hiç bir müdehaleye mâruz kalmadan geçerken, 3/Ocak/1877'de Sofya,
8/Ocak'da Kızanlık, 9/Ocak'da Samakov, 14/Ocak'da Eski Zağra'nın
güneybatısında Çırpan, Yeni Zağra, 2 gün sonra Tırnova, 17/Ocak'da Filibe, iki
gün sonra Cisr-i Mustafa paşa (Mustafa Paşa Köprüsü), 20/Ocak Edirne'nin
Rusların eline düştüğü bir kara gün oldu. Tuna üzerinde savunmasını devam
ettiren Rusçuk kalmıştı. Müşir Ahmed Eyyüb Paşa, şehir ha-rab olmasın diye
savunma yapmamış Kırklareli'ne çekilrnesiyle birlikte bu şehirdeki cephaneleri
ateşlemiş bu târihi şehrimizin nice güzellikteki anıtları ve hatıraları mahv
olurken, kalanları da, barbar moskof yok edercesine tahrib eyledi
6/Şubat/1878'de Rus Grandükü Mikola ordugâhını Ayas-tefanos (Yeşilköy) çayırına
kurdurdu. Rumeli cihetindeki bu savaşdan müteveîlid milletimizin çektiği
ızdıraplarm anlaşılması için, Eski Zağra Müftüsü Râci Efendinin, M.Ertuğrul
Düzdağ tarafından lâtin harflerine çevirmiş olduğu ve harikulade üslubuyla
sadeleştirdiği eserden okunması Rus, Bulgar, Yunan, Sırp ve Romanya velhasıl
hristiyanların, müslümanla-ra yaptıkları işkence, soykırımı tüyleriniz
ürpererek vijdanınız sizlıyarak, gözleriniz durmadan yaş akıtarak okursunuz böylece
dedelerimizin, ninelerimizin yetişmişse babalarımıza çektiklerini derhatır
eyleyip, milletimizin bir daha böyle vahim hallere düşmemesi için okumuş ve
insana saygılı, vatanperver, Allah'dan korkar, Peygamberden utanır ve onun
öğütlerini her şeyin üstünde tüten bir toplum inşaasına bakmalıyız ve
istiyorsak su!h-u salah, hazır ol cenge darb-ı meseli bizim kulağımıza küpe
olmalıdır.
Meşhur 1293/1877
Osmanlı/Rus muharebesinin Anadolu cephesine dâir anlatacaklarımıza geçerken
"Başımıza Gelenler" Mehmed Arif Beyefendi'nin yazdığı kıymetli eser
M.Ertuğrul Düzdağ Beyefendi tarafından nefis bir sadeleştirmeyle lâtin harfli
neşriyatımıza kazandırılması çeyrek asrı aştı ve zaman, zaman Osmanlı Târihinin
pek elîm ve te'siri büyük bu savaşının hatıralarını, adı çjeçen eserden okurum.
Târihde büyük değişikliklere sebeb olmuş nice savaşlar vardır, ancak bu savaş
Osmanlı İslâm devletinin dünya yüzündeki hatır-ı sayılır hâlini hayli rahnedar
etmiş, büyükçe toprak kaybı-nada sebeb olduğu gibi', dört asırdır yaşanmamış
kesafetde ve sıkıntılı bir muhacerat yaşanmasına sebebiyet vermiştir hem devamı
esnasında hemde neticesi itibarıyla. Balkanların haritası hiç böyle mühim
değişikliğe maruz kalmamıştı. Bu facia ne kadar çok anlatılırsa anlatılsın
yinede bütün kemâla-tı ile anlatmak nakâbildir, Allah'dan Mehmed Arif Bey merhumun
eserinin 1.cildinin 62.sahifesindeki "Mâ iâ yüdrekü küllehu lâyütrüke
külluh" <tamami yapılamayan şey, o se-beb ile terk olunmaz. Elden ne
geliyorsa, kadarı yapıhr> mânasına gelen ifadededen aldığımız cesaretle,
mevzubahis muharebenin Anadolu cephesini nakle geçelim cesaretinide elde
ettik.
Yukarıda adı geçen
Başımıza Gelenler adlı eserin yazarı Mehmed Arif Bey merhum diyorlarki:
"Gazi Ahmed Muhtar Paşa ile bir gün bu harbin sebeb olduğu idarî malt ve
askeri zararlarımızdan söz ederken Paşa: <Dersaadet'teki konferans
toplandığı sırada ben Hersek taraflarında Karadağlılarla muharebe etmekteydim.
Konferansın tekliflerini deuletin kabul etmediğini ue konferansın dağılacağını
işittim. Devletin politikasına müdehâle etmek vazifem haricin [eyken, fakat
devletin hayrını isteyen bir bendesi olduğurn için herşeyi göze atarak, o
sırada serasker olan Redif Paşa'ya gayet mühim bir telgraf yazdım. Devletin,
Rusya ile muharebeye girmekten çekinmesini bildirdim. Bu telgrafım hususî
meclisde okununca Muhtar Paşa seferberlikten ürkmüş ve korkmuş olmalı diyerek
beni Girid Valiliğine, Süleyman Paşayı da müşirlikle benim yerime Karadağ
kumandanlığına tâyin ettiler. Arası yirmi gün geçmeksizin Anadolu Harp Ordusu
kuman-danlığı vazifesiyle Erzurum'ma gönderildim.> Demişti" Diyor. Biz
burda Gazi Ahmed Muhtar Paşanın savaşa girilmemesi esbab-ı mûcibesini ifadeye
lüzum görmüyoruz. Ancak buda öncelikle hatırlatmak zorunda olduğumuzu
biliyoruz, ,. savasa girmeyin diyen zât sonunda haklı çıkmakla bera-h karşı
olduğu savaşın en kahraman kumandanları arasında tanınmış, ona göre azim ile
vazifeyi de ifa etmiştir.
Simdi; biz Mehmed Arif
Bey merhumun adı geçen eserinin 1
cildinin 96. sh.den Muharebeye gidiş sebebim başlıklı ya-zısından bir
alıntı yapalım: "..Fakir; Erzurum vilâyeti Divân-t Temyiz Mahkemesi
başkâtibi olarak bulunuyordum. Bazı dostlarım ve bilhassa mahkeme reisi bulunan
merhum Nafiz Paşa'nın teşvikiyle yerli halktan iki tabur gönüllü asker teşkil
eyledik. Taburların birisi <MMîye> ve diğeri medreselerdeki tâlebei
ulûmdan müteşekkil olduğundan <İlmiye><di." diyen Mehmed Arif
Bey, bu iki taburu ahaliden topladıkları yardımlar sayesinde tek tip elbiseyle
giydirip, muntazam tâlimlerin sonunda bir kaç ay zarfında her türlü vazifeyi
yerine getirebilecek iki taburu meydana çıkarma şansı bulduklannı kaydeden
Mehmed Arif Bey kendisininde Millîye taburu sağ-kolağası rütbesini hâmil olduğunu
beyan ediyor. Bu arada da, Rumeli cihetinde Osmanlı ordularında savaş
hazırlıkları sürerken,bilhassa Tuna Nehri civarında sıcak savaş inkişaf
kaydederken,Erzuru m'un ve Kars'ın zahiresini külliyetli miktarda satın alan
Rusların ticari hayata hareketlilik getirirken onlarla savaş halinde olduğumuz
vali olan Samih Pa-sann aklına hiç düşmemişti.Daha sonraları ilâç gibi arayacağımız
zahirenin Ruslara satıldığını haber alan Dersaadet,yolladığı emir ile bilhassa
Rusya'ya zahire satışını yasaklamış idi.Tabii bu hususda teemmül etmeyen ve
haylice zahirenin Ruslara satılmış olması,Samih Paşa'nın Erzurum Valiliğinin
sonunu getirdiği görülüyor.Daha sonra Samih Paşa Girid'e vali olarak
gönderilmiştir.Şeklinde bizleri bilgilendiren Mehmed Arif Bey,merhumun güzel
kaleminden Gazi Ahmed Muhtar Paşa hazretlerinin Erzurum'a gelmesini şöyle naklediyor:
"Muhtar Paşa
l/Nisan günü Erzurum'a geldi.Karşıtamak için hep beraber şehrin dışına çıkıldı
ğında bizim Millîye taburunu da götürmüştük.Askerce karşılama merasimi ue selâm
ifâ olunduk dan sonra şehre dönüldü. (.)fakir de taburumuzun zabitlerini
huzuruna götürmüş idim.Memnun oldu.Öğüt verici bir konuşma yaparak zabitlere
askerlik vazifesinin ne olduğunu anlattı.Bütün zabitlerle birlikte odadan çıkarken
beni arkamdan çağırttı. Çünkü iki sene evvel vali ue yine or- du müşiri olarak
Erzurum'da bulunduğu sırada fakiri tanımış tardı. Buy urdular ki:<Pekâla!Bu
askerliğinize diyecek yok.Ama şu kılcı bıraksanız ve yine kalemi elinize
alsa-nızda birlikte sahici bir harbin icraasında bulunsak, fiilen bir askerî
vazife ifa eylesek daha iyi olmazmı? Teşkil ettiğiniz asker oyuncak gibi süslü
ve sevimli şeylerdir, ama aslında bir gösterişten ibarettir. Harp sırasında
bunlar hiç bir işe yaramaz. Allah muvazzaf ve muntazam askerlermizin
eksikliğini göstermesin. Siz yine arkadaşlarınıza bir şey söylemeyiniz, onlar
işlerine devam ededursunlaı: Siz hemen kıyafetinizi değiştiriniz, buraya
geliniz. Zira yazılacak pek çok şeyimiz var.> Diyen Mehmed Arif Bey, bu
istek üzerine taburu 4.ordu jurnal kalem başkâtibi adaşına bırakır ve ayrıca
vali durumu içinde olan Kurt İsmail Paşaya vaziyeti bildirdikten sonra Ah-med
Muhtar Paşa'nın yanına katılır. Mesai başlar ve Paşa, Ik iş olarak hudut
arazisini de içine alan en büyük haritayı tetkik etmek istediğinden yanma
ister. Erkân-ı harplerin cevabı ise; meşhur Alman Kibert'in coğrafyasından
kopya edilerek büyütülmüş bir kaç tane olup maksadı temin edermi bilemeyiz
olur. Evet senelerdir imârına gayretle çalışılan bölgenin doğru dürüst bir haritası
olmaması ne büyük eksikliktir diye hayıflanan Mehmed Arif Bey, çok mühim ve
bilinmesi gere-bir bilgiyi adı geçen eserinin 100. sahifesinde şu ifadeyle .
uiaştırıyor: ".Erzurum, Kars, Ardahan istihkamları yapılırken yâni
muharebeden beş-on sene evvel bile oralarda birçok erkân-ı harp ümera ve
zabıtanı bulunuyordu. Bunla-nn içinden Kütahyalı Akif Bey gibi bazı gayretli
zatlar <boş kaldığımız vakitlerde Rus hududunu gezelim ue mufassal bir
haritasını çıkaralım> teklifini o zaman istihkâm komisyonu reisi bulunan
Fosfor Mustafa Paşa'ya arzetüler ue izin istediler. Lâkin Fosfor hazretleri
<arnan aman Allah aşkına böyle şeyleri karıştırmayınız. Nenize lâzım sız
işinize bakınız> ceua-bıyla bu adamların teklifini redetti."
Şeklinde vaziyeti
bizlere aktardıktan sonrada, şu mütalaayı yapıyor ki bir örnektir, aynı bu
günde olu yor, böyle giderse yarın da devam edecektir: "İşte efendim; çok
derin düşünenlerimiz böyledir. Pek derinine gitmeyenlerde yukarıda zahire
meselesinde hâli gösterilen Sâmih Paşa gibidir. İkisi ortasını bulmak pek güç
uesselâm."
Harita meselesinden
sonra Paşa'nın görev dağılımını tetkike aldığı görülür ve bunların Kars,
Ardahan ve Doğu Bayezid merkezli kumandanların isim listesini emrettiği
görüiür. Bu arada da her komutan emrinde kaç tabur asker, taburların adları,
mevcudun redifi (yedek), ne kadarı nizamiye askeridir. Top sayısı, topların
cinsleri, seyyar top sayısı, mühimmat ve erzak ile lâzım gelen diğer ihtiyaç
nereden nasıl temin olunacağı, top çeken katırlar, süvari alayları ve bunların
hayvanları hakkında bütün bilgilerin rapor haline getirilmesi ve ulaştırılması
yapıldı Ardahan istihkâmı haricinde Ferik Kasap Hüseyin Paşa komutasında, on
tabur piyade ve iki batarya seyyar top; Kars'da Ferik Hüseyin Hami Paşa kumandasında
otuzdokuz tabur piyade ve altı batarya seyyar top; Karakli-se'de Tatlıoğlu
Mehmed Paşa komutasında oniki tabur piyade ve iki batarya top, ayrıca iki
tabur Bayezid'de, dört tabur da Van cihetinde olduğu, Mirliva Şahin Paşa
kumandasındaki altı taburun, Erzurum ile Kars arasında bulunan Pasinler ilçesinin
Horasan ve Karaurgan köylerinde oldukları görülmüştür. Görülen kuvveti şöyle
yeküne tutmak kabil: 65 tabur piyade, altmış kıta tam teçhizat seyyar top ve
sayıları 600'er neferden mü-rekkep üç alayı meydana getiren nizamiye süvarisi
olup aslında 4 alay süvari bulunmaktaydı fakat savaşın ilanının hemen ertesinde
hudut boylarında olan 2.süvari alayının tamamı esir olmuştu. Bütün bu
çalışmaların neticesinde Ahmed Muhtar Paşa kadrosunu tesbit etmiş hususiyetlerini
gözönüne almak suretiyle de talimatlarını göndermeye başlamıştı. Şüphesizki bu
arada da İstanbul'a verilen bir ta-lebnâme de levazimat ve bilhassa toplar için
hayvan takviyesi gerektiği bildirildi.
Bunlar olup, biterken
makaım-ı seraskerî'den Müşir Muhtar Paşa'ya gelen telde,meâlen şunlar yazılı
idi: "Londra protokolünün reddi cihetine gidileceğinden Rusya'nın sınırı
her an geçmesi mümkündür. Gafil olunmaması dikkat ve teyakkuzda
olunuz."tavsiyesi bulunuyordu.
Bütün bunların
peşinden Öztuna Bey'in "Büyük Türkiye Târihi" adlı eserinin 7.
cildinin 155. sahifesi şu satırlarla anlatmaya başlar 93 Harbinin Anadolu
cephesini: "Tuna (Rumeli) cephesinde savaşın seyri bu şekli takip
ederken, ikinci fakat daha az ehemmiyetli Kafkas (Anadolu) cephesinde mühim
hareketler oldu. Sauaş patladığı zaman 90 bin Türk askeri ve 97 sahra topu
vardı (kale topları hâriç) Başkuman-
, Müşir Katırcıoğtu
Ahmed Muhtar Paşa idi. Genç çok ka-biliuetli bir askerdi. Müşir Derviş Paşa,
bir kolordu ile Ba~ tum'da idi. Erzurum Kalesi, Erzurum valisi Müşir Kur d
İsmail Paşanın emrine verilmişti. Doğu cephesindeki bu üç müşir arasındaki
geçimsizlik de şiddetliydi." Kuvvetlerimizin karşısında bu cephede ermeni
asıllı Melikof adlı generalin emrinde 125 bin asker ile 189 top bulunduğunuda
ifade eden Öztuna Bey, gerek Rumeli cihetindeki, gereksede Şark ordu-muzdaki
paşalar geçimsizliğine işaret etmekle büyük bir cesaret göstermiştir.
Hakikaten bu hakikat Osmanlı silahlı kuvvetleri içinde tesbit ettiğime göre,
Murad-ı Hüdavendigâr zamanında Lala Şahin Paşa'nın, Hacı İlbeyi, meşhur Sırp
sındığında, Meriç kenarında onbin kişilik kuvvetle yüzbin kişilik haçlı
ordusunu iki saatte tarumar etmesini çekememezliği ile başlamıştır. Rivayet
oldur ki Lala Şahin Paşa, Hacı İlbey'in yanına yerleştirdiği bir hizmetçinin
eliyle zehirletmiştir. Bel-kide, bu reka bet ebediyete kadar devam edecektir.
Doğrusu Öztuna Bey'in, dikkat çektiği husus mühimdir ve zâten bu husus da
Rumeli cephesinde Süleyman Hüsnü Paşa'nın, Mehmed Ali Paşa'nın yardımına
gitmemiş olmasıda pek bariz ispattandır.
Ferik Fâzıl Paşa bir
filomuzla naklettiği bir tümen askerle Sohum'a çıkarma yaptı Gürcistan'ın
Şimal-igarbına yapılan bu hareket Rus askerini bu tümenin karşısında durmaya
mecbur kıldı. 25/Ağustos/ 1677'de Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa Ruslar
karşısında Gedikler meydan muharebesini muvaffakiyetle bitirdi. Bu zaferin
ehemmiyetini idrak eden oultan 2.Abdülhamid han ve Yıldız özel karargâhı
mensupları, zaferin ehemmiyetinin ve teşvik babında olmak üzere Ka~ tırcıoğlu
Paşa'ya Gâzi'lik unvanı tevcihinde hem fikir oldu ve Paşaya vaziyet bildirildi.
Bu Gazilik tevdii,
Gazi Osman Paşa'nınkine çok az bir zaman dilimiyle evveldir ki, bu da ibraz
edilen kahramanlıkların taltifi karan alınmış olduğunu da gösterir. Takvimler
4/Ekim/1877'y' gösterirken Muhtar Paşa, Rusları bir de Yah-niler'de muhteşem
bir zaferle mağlup edince, garb'da Gazi Osman Paşa, Şark'da da Gazi Ahmed
Muhtar Paşa gibi iki büyük kumandan, askerlik harp târihinin iki büyük rüknü
olarak adlarını askeri literatüre geçirmiş oluyorlardı. Bu savaşta Ruslar 75
bin mevcuda sahipken, Orduy-u hümayun ise yarı nisbette olmak üzere 34 bin
mevcuda sahipti. Rusların kaybı onbin kişiyi bulurken, azdan az gider, çoktan
çok hesabı burda da kendini gösterdi ve bizim kaybımız 2400 civarında oldu.
15/Ekim/1877'de
Alacadağ meydan muharebesi Rusların lehine inkişaf eden bir savaş oldu.
Mücadele esnasında Ferik Ömer ve Hacı Raşid Paşalar 6 bin askeriyle birlikte
esir düştüklerinden, düşman elindeki bu rehinelerin hayatını tehlikeye
sokmamak için çekilme yolunu tercih eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa mağlup bir ordu
değil adetâ çekilme nasıl olur? Nasıl muntazam bir şekilde tek bir mermiyi bile
düşmana kaptırmadan, eratın burnunu kanatmadan ricat edilir örneğini gösterdi
ve avrupah erkân-ı harpler bu çekilişin taktik ve varyasyonlarını senelerce
askerî mekteplerindeki derslerde ya- sanan misâller bahsinde tetkik ve münakaşa
ettiler. Yirmi gün süren muntazam çekiliş sona erdiğinde 4/Kasım günü Erzurum'a
gelindi. 14 gün sonra da Kars şehrimiz Rusların eline düştü. Talih dönmüş,
şark illerimiz çorap söküğü gibi elden çıkıyordu. Rusları Kars ile Erzurum
arasında durdurma çabaları başlamıştıki, İstanbul'dan" Sultan Hamid'in
çağrısı geldi. İstanbul savunması için teşrif ediniz.
Ahmak, gafil ve
hâinler bir araya gelerek devlet-i âliyye'yi r tarafı ateş alan bir yangın
yerine çevir mislerdi. Artık göklerdi, pneclis-i mebusan da atılan nutuklar
zafer kazan-ava yetmiyordu. Bu arada sunuda hatırlatalımki, doğu bollerinde o
devrin nâdir insanlarından Şeyh übeydullah Efendi adlı bir Nakşi Şeyhi, savaşın
çıkmasından az önce Sultan Hamid'e gönderdiği bir mektupda savaş çıktığı takdirde
cephede kendisine onbin müridiyle birlikte gelip savaşacağı bir mevzi
ayrılmasını bildirmişdi, ki nitekim savaş çıktığında padişah bu talebi
Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa'ya bildirmiş on bin kişilik muavenetin önemini
idrâk eden kumandan paşa böyle bir mevzii tahsis edersede, Allah'dan hemen
cepheye intikal eden Şeyhefendi, ne varki yanında vaad ettiği mikdann onda biri
kadar sayıyla isbat-ı vücûd eder. Müşir Paşa, onbin kişilik yer tahsis etmiştik
diye sitemli söz dokundurunca da aldığı cevap, tasavvuf târihine geçecek kadar
mühim ve o nisbette dâima hatırda tutulması gerektiren evsaftadır.
<Müridlerimiu onda dokuzu, beni tekke'de seviyorlarmış> demek suretiyle
2.Murad dönemindeki Hacı Bayram Veli Hazretlerinin, <benim birbuçuk müridim
vardır. Diğerlerinden vergi alına> şeklinde gönderdiği habere benzer bir cevap
olarak kabul edilmelidir ki şâyan-ı ibrettir.
2.Abdülhamid hân
cennetmekân, devletin başında dolaşan me'şum havanın artık doğrudan kendi mü
dehalesine ihityacı olduğunu eş ve dostun vede düşmanın gördüğünü sergiledikten
sonra bataklıkları kurutma ameliyesine başlamak için önce bir mütareke, daha
sonra da sulh müzakerelerine girişip İstanbul'u kurtarmak bir sükûnet denizi
temin etmek, hızla terakki eden dünyanın sanayii, ticari ve İç timai ayatına
uydurabilmek için gereken atılımları yapmak, icâb eden mektep ve müesseseleri
kurarak devletin âtî'sinî yâni geleceğini hazırlamak mesuliyetini boynuna borç
olarak kabullendiğinden, nefsini, tasavvuf tâbiri olan <ar ve namus şişesini
kırarak> İngiltere Kraliçesi majesteleri Wiktorya'ya mütareke ve sulh içinde
yaşamak, bunu teminde müzaheretlerini istemek mahviyetini gösterdi.
Majesteleri bu müracaatı şüphesizki insanî bir değer olarak değil, İngilterenin
ne menfaati olabilir zaviyesinden mutlaka görüştüğü müşavir ve kabine ile
birlikte İttihaz edip, Rus Çar'ina mektup yazmış olduğunu söyleyebiliriz.
Rusların da, bu bir çocuğun doğabileceği zaman dilimi kadar imtidat eden yâni 9
ay, 7 gün süren savaştan sonra şiddetle mütarekeye ihtiyacı vardı. Ancak gâlib
durumda olmalarını göz önüne alıp, mağlubun yakında müracaat edeceğini müthiş
bir iştiyakla bekliyorlardı. Krafi-çe'nin kaleme aldığı tavassut, onların takla
atacağı bir müjdeydi. Biz tükenmiş, onlar ise bitmişti. Aslında bu savaşında
gerçek galibi silah sanayii patronu yahudi sermayesi olduğu
0 günün değil amma bu
günün pek isabetli bir tesbitidir. Mütarekeyi 19/Ocak/1878'de İstediğimizde,
Server Paşa
'hariciye nazırlığında
2.dönemini yaşıyor Müşir Nâmık Paşa ise asker murahhas olarak Kızanlık'da
bulunan Grandük Ni-kola'ya gittiler ve mü tareke 31/Ocak/1878'de ancak imzalanabildi.
Savaş kabinesi sadrıazamı İbrahim Ethem Paşa
1 l/Ocak/1878'de
azledilirken, Melek Ahmed Paşazadelerden Ahmed Hamdı Paşa sadarete
getirildi ve haylice lisan bilen
ibrahim Ethem Paşa Viyana b.elçiliği ile görevlendirildi. Rivayet oldur ki eski
sadrıazamın yerine gelen yeni sadrı-azam 24 gün sadarette kalabildi ve
4/Şubat'da azledildildi. Birse ferde
başvekil unvanıyla sadareti Ahmed Vefik Paşa aldı. yedi lisân bilen Vefik Paşa
meclis-i mebusan riyasetini sürdürüiken başvekil yapılması bir şeye gebe idi.
Nitekim çok geçmedi mal meydana çıkıverdi!
13/Şubat/1878 târihi rlrıazam başvekillik ismini ısındıramadan padişah
meclis-i ebu sanı yayımladığı bir irade-i seniyyeyi heyeti vükelâda kat>ul
ettirerek meclisi çok uzun bir tatile havale etti. Fiilen kapanan meclis, kâğıt
üzerinde tatilde olup, her sene salnamelerde ayan üyelerinin adları ilk sayfada
yer alıyordu. Sadece mebuslar görevlerini kaybetmişlerdi. Meclis-İ Mebusan 1
yıl, 1 ay. 21 gün açık kalmıştı, üstelik Anayasa'da fesh edilmemişti.
Abdülhamid Han
cennetmekân hatıratında şu mealde bir beyanda bulunur. Bir takım kimseler
meclisi açmış olmamızdan dolayı beni Mikado yapacağından söz ediyor. Halbuki
!>u sağlıklı bir söz değildir. Çünkü; Mikado Japon imparatorunun lakabı
olup, onlar tek bir ulustur. Halbuki bizcle bir çok kavimin bulunduğu gibi,
başka başka dinlerden olanlar, hâttâ ic işleirnde müstakil, hârici meselelerde
bize merbut prenslikler vardır. Böyle bir toplulukta teklik kabil değildi der.
Nitekim Alman
birliğini kuran ve Alman devlet adamlarının en büyüklerinden olan Prens
Bismark, Müşir Ali Nizamî Paşaya şunları söylemiştir: "Bir devlet millet-l
uâhideden mürekkep olmadıkça parlamentosunun faidesinden çok zarar verdiği
görülür." Bu ifadeye hak vermek için başka söze hacet yoktur ki birinci
delil, Bismark'ın ifade etmesi, diğeri de meclis-i mebusanda gayrimüslim ve
gayri Türklerin konuşmalarının savaşı arzular tarzı mağlubiyet hâlinde
bağımsızlık koridorunun açılacağını hesap etmeleridir. Osmanlı döneminde
azınlıklar tahsil bakmından kendilerini hiç ihmâl etmemekte olup, dünya'yı
takibe yeterli insan sayısı hayli fazla o|duğundan, klişenin müslümanlann
elinden kurtulma hususundaki te! kinlerinin asırlarca bıkmadan sürdürmesi,
devlet-ı alıyenin zayıflamaya yüz tuttuğu asırda kendini göstermeye başlamış,
milliyetçi ve hristiyan dindarların entellektüelleri bağımsızlığa giden yola
ışık düşürmeye başlamışlardır. Akla hemen bir sual gelmektedirki o da şudur:
Sultan Hamid, pek kötü şartlarda bir sulh imzalayacağını o yüksek zekâsıyla ve
derin târih bilgisiyle tahmin etmekteydi ne-den sulhu İmzaladıktan sonra bu
suçu meclise yükleyerek kapatmadı?
Biz de deriz ki; o
meclisin yıkılışı arzu eden azınlıkların mebusları yine yapacağı hamasî
hitabelerle bizim mebusların bazılarını kendilerine celb edip, sulhu ret
ederler yeniden savaşa girişilir ve bu sefer karşılarında duracak vaziyetimizde
kalmazdı. Padişah; bu bakımdan meclisin kendi hareket alanını daraltacağımda
bildiğinden kendi önündeki bu engeli önce kaldırıp meseleleri ihanet erbabının
eline ve mütalaasına bırakmayayım diye düşünmüş olması tabiidir. Hoş Öztuna
Bey; Ruslar, İstanbul'a giremezlerdi diyor amma, bunların yâni Rusların
Yeşilköy'e yaptıkları baktıkça Osmanlının kahrolduğu anıtı yıkmak için otuz
küsur seneden ziyade beklemek mecburiyetinde kaldığını tahattur edersek,
çekingenliğimizin derecesini pekâla anlayabiliriz. Hâttâ o anıtı yıkmak o
kadar mühim bir onur meselesi yapılmışki, yıkılış Fuad Clzkı-nay adlı bir
subayımız tarafından filme alınmış ve ilk Türk filmi olarakda kabul
edilmiştir.
Sultan Hamid Safvet
Paşa ile Sadullah Paşa'ya Ayastefa-nos yâni Yeşilköy'de ne yapın yapın bir sul
hu imzalayın diye talimat üstüne talimat yollamaktaydı. Osmanlı murahhasları
sonunda o güne kadar asla imzalamadığı fecaatdeki bu belgeyi imzalarken göz
yaşlarını tutamamışlar ve bu hâl bir fotoğraf ile tesbit edilmişti. Daha
sonraları bu fotoğrafa Abanoz ağacından ince marangozluk sanatının ustalığı ile
bir resim çerçevesi yapıp fotoğrafı içine yerleştirmiş, çalışma masasının
üstüne koymuş sık sık gözleri nemlenerek bu resme bakmaktan kendini
alamamıştır.
Rusya adına antlaşmayı
imzalayanlarıda yazmak suretiyle bin görevini yerine getirmeye çalışalım.
General İgnatief b'r Panslavist olup, bu cereyanın en ileri gelenlerinden
biriy-H' Helidof ise o da başka bir belâ idi. Bu antlaşma 29 maddeden ibaret
olup, büyük bir oyalama politikasını sağlayan Sultan Hamid sayesinde
uygulanmamış dört buçuk ay sonra Berlin'de yapılan ve bu şehrin adını alan
antlaşma ile Ayas-tefanos bertaraf edilmişti. Bu antlaşmaya göre Bulgaristan,
Makedonya, Batı Trakya ve Kırklareli'nin yeni sahibi olacak, Romanya ise
Dobruca'yı alacak, Niş ise Sırbistan'a bırakılacak, Karadağ'da irileşecekti.
Bu üç prensliğin artık bağımsız-lığı gerçekleşecekti. Batum, Kars, Ardahan ve
Doğubeyazıd Ruslara bırakılacaktı. Berlin de bu mesele hafifletilmiş idi. Rusya
tazminat bedelinin bir bölümünü donanmamızın en yeni altı gemisinin kendilerine
terkiyle tahsil etmek istediler-sede, yaşadığı müddetçe böyle bir maddenin
bulunduğu hiç bir antlaşmayı imzalamyacağını Grandük Nikola'ya bildirdiğinde
bu katiyyet karşısında Ruslar vazgeçme cihetine gittiler. 3/Mart/1878'de
imzalanan Ayastefanos, 13/Tem-muz/1878'de hükümsüzleşiyordu.
Sarıklı ihtilalci diye
de anılan Ali Suavi Bey, çok cerbezeli, bir kaç lisan bilen ve izdivacını bir
İngiliz bayanla yapmış ve bu bayanın intelejans servisin ajanı olduğu pek
kuvvetli rivayettendir. Mektebi Sultanîde denilen Galatasaray Lisesi müdürlüğünü
ifa etmiş bir kimsedir. Kavgacı mizacı kimseyle geçinememesine sebeb teşkil
eden bir şahıs olduğu herkes tarafından teslim olunur. Bu adamın, şuuru
düzeldiği bildirilen 5.Murad'ı yeniden tahta çıkarmak için 20/Mayıs/1878'de
gün ortasında kıyam etmiş ve bir saltanat darbesine teşebbüs etmiştir. Tahta
çıkarmaya çalıştığı eski padişah bile o günler
de, Yeşilköy'de bulunan Moskof'un, milletin başına bir belâ olduğunun idrâki
içinde keder dîdeyken bu nereden programlandığı bilinmeyen siyasî meczup
bitmesi imzalanacak sulha bağlı olan savaşın gerçek mağdurlarını teşkil eden
Rumeli muhacirlerinden bir kaç yüz kişiyi etrafında toplamış uğursuz
teşebbüsüne atılmıştır. Atılmasına atılmıştırda, Yedi/Sekiz Hacı Hasan
Paşa'nın ünlü sopası kafasına İndiğinde hayatla ilişiği daha 39 yaşındayken
kesilmiş oldu. Amma bir takım insanların yaptıklarını hiç hesaplamadan bir
takım kimselerin başını derde sokmaya haksızca sebebiyet verdiği gibi Ali
Suâvi'de bu teşebbüsüyle, Sultan Hamid'de var olan vehim hasletini öyle bir
harekete geçirdi ki, Osmanlı milleti değil amma Osmanlı münevverleri, devlet
ricali ve asil ailelere mensup, paşazade, şeyh zadeler gibi kimseler dâima diken
üzerinde bir otuz yıl geçirmek mecburiyetinde kalmışlardır. Sultan Abdülaziz'in
cinayetle biten hâl şeklini yaşamış, biraderi 5.Murad'm sağlık nedeniylede olsa
hâttâ yerine kendi bile geçirilmesine rağmen bu durumu sevememiş, dâima
tahttan indirilme korkusunu, bu Ali Suavi olayı Abdülha-mid'e yaşatmıştır.
Teşebbüsün bastırılmasından
sonra Abdülhamid Han,derhal bir tasfiyeye girişmiş ve en yakınından başladığı
tasfiyede mabeyn müşiri Said Paşa ile sadrıazam Sadık Paşa'yı değiştirmiş,yerlerine
mabeyine Gazi Osman Paşa'yı, makam-ı sadaretede Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa'yı
5. sadnazamlı-ğına getirdi. İkisi de birbirine itimat etmemekteyseierde, padişah
varsa bir organizasyonu bozmanın değişiklikten geçtiğinin şuuru içinde kanı
ısınmasada, Mütercim Paşa'yı mühre kavuşturdu. Ne varki doğrusuda budur ki bu
kadar isteksiz bir iş ancak bir hafta sürdü, Rüşdü Paşa 7. günü mührü elden
kaçırdı. 1882'de Manisa'da vefat eden Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa'nın 5
sadaretinin toplamı 2 sene, 23 gün sürmüştür. Vefatında 71 yaşının içindeydi.
Sultan Hamid sadrıazamının yerine, Mehmed Es ad Safvet Paşa'yı hâriciye
nazırlığı da uhdesinde olmak üzere makam-ı sadarete getirdi. Böylece mütercim
paşanın sadarete getirilmesi yukarıda dediğimiz gibi varsa bir organizasyonun
bozulmasını te mine çalışan bir tedbir olduğunu hatırlatmaktadır.
Muhterem okurlarımız
yukarıda Sultan Hamid'in İngiltere Kraliçesi majesteleri MViktorya'ya sulh te
mininde yardımlarını temenni ettiğini bildirdiğinde biz, majestelerinin bu
ricaya müşavir ve kabineyle temas edip, ingiltere'nin menfaati hakkında
şüphesiz bilgi almış olduğunu ve teşebbüsünü ondan sonra başlatmış olacağını
ifade etmiştik. Tâbiiki Kıbrıs'ın gündeme gelen ikramı meselesi bizim o
nazariyemizi doğrular mahiyette kabul edilirse hata edilmiş olmaz.
Mağlup olduğumuz ve
binbir müşkülatla yapmaya muvaffak olduğumuz sulh sonunda karşımıza çıkmış
bulunan tablonun fecaatine avrupa devletleri bile rıza göstermediler ve bu
durumu sezen Abdülhamid han, bu hususda gayri memnun devletler ile gizli
temaslara geçerek, Rusya ile yaptığı antlaşmayı yürürlüğe sokmamaya, en azından
yavaş hareket etmeye koyuldu. Bu arada da süren savaş boyunca mağlup olmasınada
mağlup olduk amma Moskof'uda, hayli mecalsiz, kıpırdayacak hâli kalma yacak
kadar hırpalamıştık. Antlaşma hükümlerinin uygulamadığımız maddeleri, için
fiili savaşa cesaret edecek durumda olmadığıda aşikârdı. Bizim bu tepeden
bakışımıza İngiltere'nin yanımızda göründüğü intibaı Rusya'da bir frene sebeb
olduğu gibi bizden de acaba İngiltere ne gibi bir mükâfat alacak efkârı
padişahı basmıştı. Çünkü ngıltere pek gelişmiş, denizaşırı müstemlekelerine bir
de
Hindistan
İmparatoriçesi titri Kraliçe Wiktorya'nın unvanları arasında yer almıştı. İşte
bu milletin politikası Akdeniz'de biraz daha güçlü olarak bulunmasını temin
edecek Kıbrıs Adasını tutmadığı orucun diş kirası olarak istediğinde, Rus muahedesi
esnasında yardımlarını gördüğü İngilizlerin bu talebini Safvet Paşa İstanbul
muahedesiyle şartlı ve geçici olarak İngiltere'ye bıraktığını belirten bir
madde imzalamıştı. Karşılığında alınan en büyük tâviz Berlin toplantısında
Osmanlı yanında Ayastefanos'u asgariye indirme hususunda yanımızda olacakları
vaadini almak olmuştu. Ayrıca; Ruslar doğuda topraklarımıza işgal hareketi
teşebbüsünde bulunursa İngilizler askeri yardımda bulunacakalarıni vaad
ediyorlardı. Öztu-na Bey; Kıbrıs İngilizlerin idaresinde kaldıkça,
İngilizlerin, ülke topraklarımıza tasallut edecek Rusya'ya karşı yardımcı
olacakları maddesi yürürlükte olacak, Ruslar Kars, Ardahan ve Doğu Bayezid'i
bize iade ederlerse, İngilterede Kıbrıs'ı bize iade edecekti. Bu antlaşmanın
tasdiki esnasında Koca Sultan Abdülhamid Hân elindeki kurşun kalemle, bir hamiş
yazmış ve Kıbrıs için, hukuk-u zât-ı şahanemize aid olarak altmış yıllığına
ingiltere Devletine kiraya verilmiştir demek suretiylede Kıbrıs işinde de, bir
tutamak elde etmeye muvaffak olduğunu belirtmemiz icâb eder.
Biz ve Rusya'dan başka
bu konferansa, İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya
katılmıştı. Daha önce yapılmış avrupa antlaşmalarının üç tanesi ki, bunlar
1815'de Viyana, 1856 Paris ve 1871 Versay antlaşmaları-dırki bunlar cidden
siyasi bakımdan büyük değişiklikler yaşanmasına vesile olmuşlardır.
Avrupanın,Osmanlı'ya en yakın bölgesi olan Balkanlar'daki yerlerde devlet-i
âlî' yenin tederece tenzil eden Ayastefanos antlaşmasının hükümlerini ortadan
kaldırması hasebiyle yukarıda saydığımız "him antlaşmalara dördüncü olarak
katılması gereken bir tlasma çı karmıştır .Berlin Konferansı. Almanya'nın
Berlin ehrindeki bu konferansın yıldızları, Alman başvekili Prens Bismark ve
Abdülhamid Hân'ın İngilizleri, Ruslar üzerine havli kışkırtmayı başaran
beyanları İngiliz murahhasını Rusları sindiren bir güç hâline getirmeye
yetmişti. 1870'den sonra Almanya, İngiltere'nin hemen ensesinde olan durumuyla
cihanın 2.devleti hâline gelmişti. Bu muahedenin elle tutulur tarafı, Rusya
karşısında menfaat karşılığı olsa da avrupa devletlerinin ileri gelenleri
Osmanlıyı vikayeyi yâni korumayı bırakmamış olmasıydı.
Bu kadar Rus tahriki
ve bu tahrike kapılış ve aksiyon sonunda Osmanlının gölgesinden kurtulamayan
prenslikler bir müddet daha hârici meselelerde zât-ı şahanenin idaresinde
kalıyorlardı. Rusya bu antlaşma sonunda sanki savaşı kay-bedenmiş gibiydi ve
şaşkındı. Sultan Hamid politikası Rusya'ya adetâ avuç yalatıyordu. Çar 2 .Aleksandr'sa büyük prestij kaybediyordu.
13/Haziran/1878'de başlayan oturumlar 20 celse hâlinde cereyan etti 31 gün
sürerek 13/Tem-muz/1878'de nihayet bulmuş idi. 64 maddeden oluşan bu antlaşmayı
Osmanlı heye t-i murahhasası başda Hâriciye nâzın Aleksandr Karatodori Paşa,
Müşir Mehmed Ali Paşa ve Sadullah Paşa takip ve Osrn.anlı adına imzaya yetkili
olarak katılmışlardı. Ermenilerin çok olduğu bölgelerde ve Makedonya'da
ıslahatlar yapılması maddesi pek önem arzediyor-du. Ruslara Ayastefanos
antlaşması hasebiyle 245 milyon Osmanlı altunu harp tazminatı istenmesineki bu
günkü paramızla üçkatrilyon, 185 trilyon yapar ki bu meblağıda, Berlin
°nferansı bir haylice indirmekte çok faydalı olmuştur. Berlin sulhuna göre
Karadağ, Sırbistan ve Romanya devlet-i âliye'clen tefrik olunmuş yâni
ayrılmıştı ve böylece elli yılda balkanlarda Yunan dâhil dört bağımsız devletin
doğumu gerçekleşmişti. Bunlar din olarak hristiyan ve mezhep olarak da
ortodoks idiler
Bizim Osmanlı târihine
bakan ve bunun hakkında kanaat izhar eden zevatın mübalağalarla dolu zem
etmelerinin,yanında yine mübalağadan fariğ olamayan medihçilerin tarzı, târih
sevenler ve okurlarını haylice te'siri altına almaktadır. Bana kalırsa; bundan
da bir rekabet doğuyor ve işin ortasını bulalım'ın düşüncesini takip edenler
ortaya çıkıyor böyle-cede, nice meşkûk meseleler gün ışığına değilse fikri
plânda yeni ve daha mutmain edici izaha kavuşabiliyor.
Bu minvalde 1293/1877
Osmanlı-Rus savaşı neticesi Ayastefanos Antlaşmasıyla bir statü kazanmış,
bilahire Berlin konferansı bu statüyü değişik bir hâle ve bizim lehimize şevke
yardımı herkesin kabul ettiği hâldir. Bu meyanda biz bu savaş sonucunda
zayiatımızı T.Yılmaz Öztuna Beyefendinin; "Büyük Türkiye Târihi"
adlı çalışmasının 7. Cildinin 167. sahifesinden yapacağımız alıntıyla sayfamızı
tezyin edelim efendim. Bu çalışmanın ciddiyeti, belirttiği hususlar, mübalağacıların
yolunu tıkamakta, müdellel yâni delilli tarihçilik anlayışının bir mahsûlü
bulunduğundan rakamlar ve izahat güvenilirdir.
".Sırbistan,Türkiye'ye
vergi vermekten ve tâbi olmaktan kurtulmakla kalmıyor, Niş sancağımda alıyordu.
Bu suretle Doğu Morava boylarına yerleşen Sırbistan bu çevredeki Türkler'inde
Güneye doğru göçlerine sebeb oldu. Karadağ'da istiklâli tanındıktan başka bir
kaç kaza terk ediliyordu. Karadağ, Bar (İtalyanca Antivari) iskelesini alarak,
nize Adriyatik'e
çıkıyordu. Ancak Play nahiyesinde Müs-n Arnavutlar, silahla Karadağlıları
kovdukları için mu-hedenin hükümlerine rağmen burası Türkiye'de kaldı. Kadaâ(kl
bir Sırp Prensliği idi) toprak ve nüfusça bir mis I.İ büuüyor, 9500 kilometre
kareye yaklaşıyordu. Romanya'ya aetince; Türkiye'den Dobruca sancağım alıyor,
fakat Rusya'ya Türkiye'nin 1856 Paris muahedesiyle Rusya'dan geri aldığı Güney
Moldavya'yı (Türkçe:Bucak) iade ediyordu. Bu bakımdan Berlin muahedesi,
Romanya'da son derece kötü karşılanacak ve bu ülkede Rus düşmanlığının
artmasına sebeb olacaktır. Latin aslından olan Romenler,savaşı kazanması
için, bütün güçleriyle Rusya'yı desteklemişler, Plevne, ancak Romen kuvvetlen
geldikten sonra düşürülebilmişti.
1878'de istiklâllerini
kazanan Romanya 1881'de Sırbistan, 1882'de Karadağ ise ancak 1913'de
prenslikten krallık derecesine yükselmişlerdir Bu suretle târihde ilk defa
olarak tam bağımsız bir Romen devleti kurulmuş oluyordu. Ayastefanos muahedesi,
Bosna-Hersek'i Türkiye'ye bırakıyordu. Berlin muahedesi ise, bu ülkeyi
Avusturya-Macaristan'ın idaresine veriyordu, ülke gene hukuken, Türkiye
imparatorluğunun bir parçasını teşkil ediyor, fakat Avusturya-Macaristan tarafından
yönetiliyordu. Vilâyetin Türk Valisini Avusturyalı'lar yıllarca yerinde
bırakmaya mecbur oldular. Zira müslüman Boşnaklar kadar Ortodoks Sırplarda,
yıllarca Avusturya'ya karşı silahla karşı koydular. ^Sırplar, Sırbistan'a
katılmak, Boşnaklar Türk idaresinde kalmak istiyorlardı. Karadağ ile
Sırbistan'ın arasına giren Yenipazar Sancağı üzerinde de Aüusturya-Macaristan'a
bazı haklar tanıyordu.
Bosna-Hersek'in
Avusturya idaresine verilmesi, Rusya'nın zlkanlardaki Panslavist siyasetinin
iflasını gösteriyordu.
Cermenlik, Balkanlarda
da Slavlığa büyük darbe indirmiş uyordu. Bu târihden sonra Avusturya-Rusya
münasebetleri birinci cihan harbine kadar düzelmedi. (1 .Cihan savaşında
düzelme olmadığı gibi, 19'17'ye kadar da rakip cephelerde karşılıklı sauaştılar
m. h)
Tuna ile Balkan dağlan
arasında -Romanya'ya bırakılan Dobruca dışında- merkezi Sofya olmak üzere bir
Ortodoks Slav Prensliği, Bulgaristan devletçiği kuruluyordu. İç işlerinde
bağımsız (muhtar) olan bu prenslik, Türkiye'ye tâbi olacak ve vergi verecekti
Balkan dağlarının güneyinde ise, Doğu Rumeli eyâleti teşekkül ediyordu.
Merkezi Filibe olan bu eyâlettede Bulgarlara geniş haklar tanınıyordu. Türkiye,
Sofya'da bir yüksek komiser, Filibe de ise, Babıâli'nin hristiyan devlet
adamları arasından seçtiği bir vali İle temsil ediliyordu. Bu suretle 1909'da
tam bağımsızlık alacak Bulgaristan kuruluyordu. Doğu Rumelinin sınırlan bu
günkü Bulgaristan'ın güney sınırlarından dardı. Mestanlı, Kırcaali bütün Bulgar
Makedonyası, henüz doğrudan doğruya Türk ida-resindeydi. Karadeniz kıyılarında
da bu vilâyetin sınırlan, Burgaz'ın az güneyinden başlıyordu.
Varna, Bulgaristan'ın
ve Burgaz ise Doğu Rumeli vilâyetinin limanları oluyordu. Bulgar-Sırp sınırı,
bu günküne nazaran Bulgarların biraz lehineydi.
Bu balkan
devletçikleri arasında dengeyi sağlayabilmek için, Yunanistan'ada Teselya
sancağı bırakılıyordu, 2.Abdül-hamid, bu maddeyi de tatbik etmemek için elinden
geleni yapmış, fakat bir kaçyıl sonra Tesalya'yı Yunanistan'a bıra-kıya mecbur
olmuştur
Kuzeydoğu Anadolu'da
Kars, Artvin ve Ardahan Sancakları ve bu sırada Batum Kazası Rusya' ya
veriliyordu. Ayas-tefanosun Rusya'ya verdiği Doğubayezid (Bu günkü Ağrı ili)
Türkiye'de katıyordu. Bu suretle bu günkü vilâyetlerimizden Kars ile Artvin,
Rusya'ya bırakılıyordu. Ruslar, Batum'u etneyecek asker bulunduramayacak
serbest liman yapacakalardı.kac şaşkın ve gafil devlet adamının Karadağ'a bir
kaza
kmamk İçin göze
aldıkları savaşın sonunda yapılan bu "lük Türk yağmasından tabiatıyla
Fransa'nında nasibini
alması lâzımdı O da,
Tunus'a göz dikmişti, üç yıl sonra bu Türk vilâyetini işgal eden Fransa,bu
işgalin ortamını, Berlin konferansının kulisinde sağlamıştı. (Sayın Öztuna
İran'ın bu madan yararlandığını yazmayı zuhulen geçmiş olmalı, biz de bunu
hatırlatmış olalım.m.h)
Türkiye'nin kayıpları,
bu kayıplar doğrudan doğruya veya dolaysıyla olsun, şu şekilde özetlenebilir:
devlet doğrudan doğruya idaresinde bulunan Niş Sancağını Sırbistan Vv, Teselya
Sancağını Yunanistan'a, bir kaç kazayı Karadağ'a Kars, Artvin ve Ardahan
sancaklarını Rusya'ya, Dobruca sancağını Romanya'ya bırakıyor bu suretle birkaç
kaza ile birlikte 6 sancak, imparatorluktan ayrılıyordu. -Kendisine tâbi olan
Romanya, Sırbistan, Karadağ Prensliklerinin imparatorluktan ayrılmasına razı
oluyordu. Bunların arasında Tu-nus prensliğini de saymak mümkündür. Bu arada
Romanya, Güney Moldavya'yı Rusya'ya bırakıyordu- Türkiye, çok imtiyazlı bir
Bulgaristan prensliği ile az İmtiyazlı bir Doğu Rumeli vilâyetinin kurulmasına
rıza gösterdiği gibi, Bosna-Hersek vilâyeti (eyâlet,umumî valilik) ile kısmen
Yenipazar sancağının idaresini Avusturya-Macaristan'a Kıbrıs sancağının
idaresini Avusturya-Macaristan'a, Kıbrıs sancağının idaresini de ingiltere'ye
bırakıyordu. Yağmadan İran bile nasibini alıyor, bu devlete de o zamandan beri
İran'da kalan Kolur kazâsı veriliyordu
Osmanlı devletinin
hukuken birer parçası olmakta devam eden Bulgaristan, Doğu Rumeli,
Bosna-Hersek, Yenipazar, daha sonra,
fakat 93 harbinin bir neticesi olarak
kaybedilen Tunus hariç
tutulursa, Türkiye'nin kesin şekilde kaybettiği ülkeleri, şu şekilde rakamların
belâgati içinde ifade etmek mümkündür.
Romanya prensliği
(Dobruca sancağı ile) 135.156 km.kare, 5.300.000 nüfus (bu nüfus 1875/1878
yıllarındaki durumu göstermektedir, şimdi aynı topraklarda 16 milyondan fazla
insan yaşıyor)
Sırbistan Prensliği
(Niş sancağı ile): 45.427km.kare, 1.564.000 nüfus (şimdiki nüfus 6 milyondan
fazla)
Karadağ Prensliği(yeni
aldığı kazalarla): 9.427km.kare, 180.000 nüfus(bu gün 400.000 kadar)
Teselya:13.488km.kare,340.000
nüfus(bugün 800.000'den fazla)
Rusya'ya Güney
Moldavya (Bucak):33.800km.kare, 800.000 nüfus (bu gün 3 milyondan fazla)
Avrupadaki kesin
kayıpların toplamı: 237.298km.kare. 8.184.000 nüfus, (bu gün 26.5 milyon
kadar). Buna Asya'da kaybedilen bu günkü Kars ve Artvin vilâyetlerini eklemek
icâb eder. Eğer Bosna-Hersek, Bulgaristan, Tunus, Kıbrıs gibi dolayısıyla
imparatorluğun doğrudan doğruya ida resinden çıkan yedende katarsak, bütün bu
topraklarda bugün yaşayan nüfusun ,bugünkü Türkiye'nin nüfusunu çok aştığı, 48
milyona yaklaştığı görülür. İşte Midhat, Mahmud Celâleddİn, Redif İbrahim Edhem
Paşalar gibi târihi büyüklükte gafillerin, kazanacakları zannıyla,
imparatorluğu ortasına attıkları meşhur 93 harbinin neticesi, rakamların
belâgati ile budur. Eğer 2.Abdülhamid'in şahsî diplomasisi olmasaydı, bu kayıplar
çok daha büyüyecek ve Ayastefanos şartlan aynen uygulanacaktı." Diyen
değerli tarihçinin bu kesin ve nüfus ile metrekare olarak tesbitierinin yekününüde
biz toplayarak kaydedelim. Toprak kaybımız; 237.298 kmkareyi bulmuş, nüfus ise
8.164.184 kişi ile tesbit edilmiştir.
Her ne kadar Halil
Rıfat Paşanın hastalığı döneminde Kadı Abdurrahman Paşa aynı zamanda kabinede
adliye nâzın ola-ak yer aldığından, sadaretede vekâleten bakıyordu. 2.
Ab-dülhamid (1897 harbinin sonunda vermiş olduğu kaydı ha-vat şartıyla
sadrazamım olarak kalacaksınız sözünde ısrarla durmaktaydı. Halil Rıfat Paşa;
padişahı verdiği sözün ağırlığından kurtarmak niyyetiyle bir kaç defa
is'tifasını gönder-mişsede Abdülhamid hân nazik bir lisanla ret etmiştir. Bu zâtın
vefatından sonra sadrıazamlığa vekâlet etmekte bulunan Kadı Abdurrahman Paşanın
sadareti beklenmekteydi. Nitekim Padişah kendisine sadarete asaleten tâyini
hususunda bilgi gönderdiysede, Kadı Abdurrahman Paşa, vekâleti esnasında
yaşamış olduğu hâlin kendisine ilka ettiği bazı hususlar içinde kalmış
olabileceğinden vede büyük bir hukukçu olduğundan olacakki, bazı şartlar ileri
sürerek kabul edebileceğini, aksi takdirde görevi alamayacağını belirten bir
cevap gönderdi.
Padişah gelen cevâbı
biraz mütalaa etmek üzere tetkikine aldığı esnada da, kurenadan birisini, Küçük
Mehmed Said Paşaya, sadarete tayine davet hususunda saraya davet etmek üzere
gönderdi. Arada da Kadı Abdurrahman Paşaya yolladığı bir hatta sadaret
teklifini yineledi. Kadı Paşa bu teklifi de değerlendirmeye almakla vakit
kaybederken, Küçük Said Paşa Saray-ı hümayuna gelmiş, teklifi kabul eylemişti
29/recep/1319- 09/kasım/1901 tarihi Said Paşanın 20. asrın •kinci
sadrazamlığına geliş tarihi olmuş, kendisinin ise beşinci sadaretinin
başlamasına yol açmıştı.
^"han devleti
unvanı Avrupa siyasi mahfillerinde hasta arn olarak tanınmış olsada bütün
yollar Romaya çıkar darbi meseli gibi bütün siyasi hesaplarda Osmanlı devleti
şöyle veya böyle kaale alınıyor, dirayetli padişah 2. Abdülhamid hân
Bosfor'daki yâni Boğazdaki adam diye anılmakta, yapacağı siyasi ve ticari
manevraları, batı dünyasının krallarından, hariciyecilerinden, Etual meydanındaki
politikacıyı meraktan çıldırtıyordu. Beşinci defa getiriîdiği sadarette 2.
Ab-düihamid'in tecrübeli kafadan olmuştu Küçük Mehmed Said Paşa.
Biz şimdi bu zâtın
biyografisini sayfamıza alarak okurlarımıza ve gelecek nesillere tanıtmayı
amaçlıyoruz: Mehmed Said Paşa 1256/1840 yılında Erzurum'da dünya'ya geldi. Bu
geliş, ikiz bir doğumdu. Takdir-i İlâhi Said adı verilenin yaşaması, Reşid adı
verilenin ise küçük yaşda vefatı şeklinde tecelli etmiş. Said Paşanın
pederleri olan zât iran nezdinde Maslahatgüzarımız olan, Ankara'nın Sebâzade
adıyla maruf ailesindendi. Bu aile umumiyyetle ulema yetitirmekle nâm yapan bir
sülâle olarak bilinmektedir. İşte Said Paşanın babası Sebâzade Ali Namık
Efendi İran'da üstlendiği vazifeyi muvaffakîyyetle tamamlamış, İstanbul'a
gelmiş olduğu sırada emr-i Hakk' vâki olmuştur. Târih o sırada 1270/1855 yılını
göstermektedir. Aile bu vaziyet karşısında geçimini te'minde Mehmed Said'in
eline bakar duruma düşmüşdü. Onaltı yaşındaki bu durumunu Mehmed Said Paşa şu
sözlerle anlatıyor: ". .Pederim Ali Namık Efendinin irtihaii üzerine
Erzurum'da kalabalık bir ailenin iaşesi üzerime terettüb ettiğinden Erzurum
tahrirat kalemine memur olarak girdim.
Demek ki Said Paşa'nın
hizmet-i devlete girişi 1855 senesidir. Böylece hayatının sonuna kadar hizmette
kaldığını göz önüne alırsak ki bu 1914 yılına kadar gelir ki, ellidokuz yıl
gibi uzun bir dönemi teşkil eder. Said Efendi; ilk tahsilini Erzurum'da
bulunan İbrahim Paşa Medresesinde yapar.
İstanbula eldiğinde Ayasofya Camiinde tahsile devam eder. Bu da da
Fransızca öğrenmeye çalışmaya bakmaktadır. Ek I
rakda; Târih, Coğrafya ve Fransız hukuk ve ekonomisi araştığı
alanlardır. Konuşmalarını yazıya dökmek gibi bir metod geliştirmiş, böylecede
hem hitabetde hem de kalemde terakki etme yolunu yakalamıştır. İbnü'l Emin
Mahmud Kemâl İnal merhum, Ahmed Tevfik (Okday) Paşa'dan bizzat dinle- diği,
Mehmed Said Paşa'nın Ayasofya Camii dersane sinde başından geçen bir olayı
şöyle naklediyor: "Said Paşa önceleri hırka ve entari olduğu halde Ayasofya
Camiine ders dinlemeye gidermiş. Bir gün Fransızcaya çalıştığı kitabını da
uanına almış. Ders esnasında koynun-da duran fransızca kitap kaymış ve ortaya
saçılmış. Küçük Said'in arkadaşı, kitaba şöyle bir bakmış ue fransızca
olduğunu görmüş ve Saui e aman sakla, eğer bir görürlerse, seni camiin
ortasında yumruklayarak helak ederler demiş. Said, korkudan kitabı koynuna
soktuğu gibi firar etmiş. " Babasının vefatından sonra Erzurum tahrirat
kaleminde çalışırken, muvazzaf olarak, Anadolu harp ordusunun yazı işleri
kaleminde de çalışmaya başlamış. 1283/ 1866 da 7500 krş. maaşla Selanik Mektupçuluğuna
tâyin olunmuş. Said Efendi ancak bu göreve gitmemiş. İstifa etme yolunu
seçmiş. Mehmed Es'ad Safvet Paşa Maarif Nazırlığına tâyin olunduğunda, Said
Efendi; üçbin kuruş maaşla Matba-İ Âmire Müdürü olmuştur. Akabinde maaşı beşbin
kuruşa yükseltilmiş mevcud görevine zamime-ten Takvim-i Vekayi'i (bu günkü
resmî gazete) müdürlüğüne yükseltilmiştir. Bir arada, 7. Daire denilen Adalar
Belediye başkanlığı görevinide uhdesinde bulundurarak Dr. Büyük Mehmed Fuad
Paşanın ilk sadareti esnasında bu hizmeti görülmüştür. '
Tanzimat Meclisi Reisi
Yusuf Kâmil Paşa bir gün Mehmed Said efendiyi yanına çağırtır. Paşanın yanında
Mahmud Celâ-leddin Bey'de bulunmaktadır. Yusuf Kâmil Paşa; bize iki müellif
lâzım oldu. Müellif-i evvel Mahmud Bey, müellif-i sânî'de sensin. Der.
Vilâyetler yasasını yazınız diye sözleri ne devam eder. Bu sırada Mahmud Bey;
müsaade buyurunuz kulunuz yazarım. Dedi. Bunun üzerine Kâmil Paşa: "Said
Bey müellif-i sânî'dir" cevabını vermesine rağmen Mahmud Bey ısrar edince,
Said Bey: "Beyefendi kulunuz, yazsın" dedim, diyor. Bunun üzerine
Yusuf Kâmil Paşa, yüzüme mâna dolu bir tavırla baktı. Adetâ; bu bakışta o
yazabilir mi? Sorusu görülüyordu. Said Bey: Nizâmnâmeyi yazdım ve Yusuf Kâmil
Pa-şa'ya takdim. Tetkik etti. Mahmud Bey'le beni Sadrıazam ÂH Paşa'ya gönderdi.
Gitdik verdik. Bir kaç gün nezdinde kaldı. İki noktası tashih olunmuş, bir
madde de kendi Ieri ilâve etmişti. Bana 4. rütbeden Mecid-i Nişanı verdi.
Mahmud Bey; o vakitden beri bana husumet ve rekabet gösterirdi. Demekte Mehmed
Said Paşa. Hemen biz buraya sıkıştıralım ki, "Son Sadrıazamlar" adlı
önemli bir eser yazmış olan M. Zeki Pakalin, İbnül Emin Bey'in yukarıdaki hadisede
Mahmud Ce-laleddin Bey'i (daha sonra paşa) küçümseme niyeti yoksa hatıra,
hafızasında yanlış kalmış demektir. Said Bey'in o tâ-rihde Mahmud Bey'e bir
fâikiyeti olamayacağı gibi Yusuf Kâmil Paşanın Mahmud Celâleddin Bey'e böyle
bir davranış göstermeyeceğini beyan ediyor. Okurlarımız bu bahse bir mim
koyarlarsa çalışmamızın ileri safhalarında Pakalın'ın itirazını destekleyecek
anekdotlara rastlayacaklardır.
1291/1874 tarihinde
Ticaret ve Nâfia nazırlığının mektupçuluğuna getirilen Mehmed Said Bey, çok
geçmeden onbin maaşla sadaret mektubçuluğuna ülâ- evveli rütbesiyle "vin
oldu. Bu inha Hüseyin Avni Paşa sadaretinde gerçek-mistir. Devrin
gazetelerinden bazıları bu tâyini ümidlerie karşılamış, Bordiyano'nun sahibi
olduğu gazete ise, selef Zihni Efendi'nin gidişine esef etmektedir. Mahmud
Nedim Paşa; makam-ı sadarete geldiğindeki bu görev aynı zamanda şimdiki
içişleri bakanlığını yerine getiren vazife olduğundan M. Nedim Paşa; Dahiliye
nazırlıklarında bulunmuş Sağır Memduh Paşayı, bahse konu tecrübesi münasebetiyle
tercih etmiş, Said Efendiyi Maarif Nazırlığı mektupçuluğuna göndermeyi arzu
etmiş ve tâyinler böyle gerçekleşmiştir. Fakat bu durumu kabullenmeyen Mehmed
Said Bey, derhal Maarif Nâzın Ahmed Cevded Paşaya istifasını takdim etmiştir.
Bundan sonra olaylar
hızla hızla gelişir. Abdülaziz Hân'ın hal ve şehid olmasından sonra taht-ı
Osmaniye'ye 5. Murad geçmişsede, geçirdiği rahatsızlık doksan gün sonra onun da
hâili meselesi ortaya çıkmış ve Veliahd- Şehzade 2. Abdül-hamid hân Osmanlı
tahtına oturmuştur. Mehmed Said Bey'in istikbali bu taht'a çıkışta öyle önemli
bir kavşağa varmıştır ki, buna işaret etmemiz gerekmektedir.
Sultan 2.
Abdülhamid'in başkâtibliğinden irtika ederek yâni yükselmeye başlayarak
makam-ı sadarete dokuz defa gelmiş bulunan, Şapur Çelebi lakabh Küçük Mehmed
Said Paşa'nın talihi bahse konu halife döneminde parlamaya başlamıştı. Taht
sahibinin değişmesiyle tabiiki bir takım mevkii ve mansıplarda tebeddül vücuda
gelirken, saray' in kadrosu-da bundan nasibini almaktaydı. Nitekim; 1
l/şaban/1293-ı/eylü!/1876'da sa-rayın başkitabetine 30 bin kuruş maaşla Mehmed
Said Paşa tâyin olundu. İki sonra da bâlâ rütbesine zamımeten 1. mecidî ve 2.
Osmanî nişanlarıyla.taltif edildiğini görüyoruz.
Mahmud Ceİâleddin
Paşa; mabeyn müşiri olmuştur. (Bu Mahmud Ceİâleddin Paşa, Prens adıyla olarak
anılan ve aslında Osmanlı'da olmayan bir unvan olan prens yerine Sul-tanzâde
denmesi doğru sayılacak Sultanzâde Sabahaddin Bey'in babası olandır. Yoksa
Mirat-ı Hakikat adlı değerli eserin sahibi ve çeşitli nazırlıklarda bulunmuş
olan eski sadrı-azamlardan Çorlu'lu Ali Paşa ahfadından olanla bir alakası
yoktur. M. H) Mabeyn ferikliğine bahriye mirlivalarından Said Paşa
getirilmiştir. Bu görev askeri bir görev olup, amiral Said Paşa, Mabeyn müşiri
Mahmud Ceİâleddin Paşa'nın'eniştesi idi.
Bu vak'ayı 2.
Abdülhamid Hân'ın uzun zaman başkâtipliğini yapan Tahsin Paşa'nın hatıratından
takip edelim: "Padişah, ilk başkâtibi olan Said Paşa'y1 da önce Cemile
Sultan'ın sarayında pek sık rastladığından tanıma imkânı bulmuştur. Halbuki
padişaha başkâtip olarak Mithad Paşa ve arkadaşları Sadullah Paşa'yı
hazırlamışlardı. Ancak padişahın hazırlana-nanı değil Damad Mahmud Ceİâleddin
Paşa'nın tanıştırmış olduğu Said Efendiyi tercih etmişti.
Günümüzde İstanbul'da
yolcu taşıyan şehir hatları vapurları arasında ismi Hüseyin Hâki olan bir
vapur vardır. Bu isim umuyorum ki 1870'li yıllarda Şirket-i Hayriye meclis-i
idaresi reislerinden olan Hüseyin Hâki Efendi'yi yâd etmek için verilmiş olabilir.
Tabii ki böyle kadir bilen müessese ve idarecilerini takdir vazifemizdir.
Şimdi bu izahdan sonra, yazımız ile alakalı bahse aid bölüme avdet edelim.
Efendim; Said Efendi
ticaret nazırlığı mektupçuluğunda bulunduğu zaman Nazır Suphi Paşa'nın başkanlığında
toplanan şirket-i hayriye hissedarları toplantısında, yukarıda bahsi qeçen
Hüseyin Hâki Efendi'nin bazı hissedarları kömür işinden dolayı meydana gelen
münakaşalar,müzakere niamını bir hayli ihlâl etmiş olmasına rağmen, mektupçu
Said bey'in üç saat süren müzakereleri hâvi tanzim ettiği mazbataya herkesin
görüş ve rey'ini ayrı ayrı yazabilmiş olması hazır bulunanları hay ete
düşürmüştü. Bahse konu meclis de hissedar sıfatıyla hazır bulunan Damad Mahmud
Celâieddin Paşa, 2. Abdülhamid hân'a, taht'a geçmesine yakın günlerde bunları
anlatmıştı. Taht işi gerçekleştiğinde M. Ceİâleddin Paşa, Said Bey'i hatırladı
ve padişaha da hatırlattı. Padişah anlatılanlar1. derhatır edince Said Efendiyi
kendisine başkâtip olarak tâvin eyledi. Bizim kaynaklarımızdan olan ve mevcudu
hayI: zamandır bulunamayan Mehmed Zeki Pakalın'ın "Son Sadn-azamlar"
adlı nefis eserinde Küçük Mehmed Said Paşa'ya tam 890 sahife ayırmıştır. İbnül
Emin Mahmud Kemal İnal beyefendi merhumda bir hayli kalem oynatmış. Bunlar ve
benzeri eserler mütalaa olunarak müthiş bir hacim İle karşılaşıyoruz Takdir
edersiniz ki bol kaynaklardan süzme yapmak çeşitli vecihleri ortaya çıkarmak
dikkat gereken bir çalışmaya bağlıdır.
Bu bakımdan
Abdülhamid- i Sâni döneminin cidden çok mühim rüknü olan Said Paşa'nın
biyografisini diğer iki numaralara nazaran daha geniş olması, şahsiyetin
hadiselere adetâ beşiklik, önderlik vqya muhalefet etme gibi hususlarla
birlikte, nefsini Osmanlı devletine teslim etmiş kimselerin bağlılığını
göstermeyi ihmal etmediklerini guruba dahil olmasından kaynaklanmaktadır.
Bizim; Said Paşa'nın mabeyn başkitabettne getirilmesindeki esrarı inceleyip sık
dokuma yoluna gidişimizin sebebini, 2. Abdülhamid'in etrafını sarmak isteyen
kadrolara teşhis koyabilme içindir. Nitekim bizim anlayabildiğimiz kadarıyla
Küçük Mehmed Said Paşa; hiç kimsenin adamı olmayıp kendi kandilini yakmaya,
üstüne düşen vazifeyi hakkıyla yapmaya düşkün bir devlet adamı, herkesle iyi
geçinmeyi prensip edinmiş bir insan olarak yorumlayabiliriz!
İbnül Emin Bey merhumun;
Said Paşa'yı kastederek, "Kendinden işitildiğine göre" kaydıyla şu
yazısını özetleyelim: "Çemberlitaş'da Matbai Osmaniye'nin yanındaki merdivenli
evde kaim validesiyle birlikte ikamet ettikleri esnada bir gece küçük kardeşi
Ferid Bey, biraz sarhoş olarak gelir ve orada kalacağı anlaşılır! Kaimvâlide
hanım savulması için ısrar ve şiddet gösterir. Halbuki; Ferid Bey'in evi deniz
aşırı olduğundan gece yarısı gidemeyeceği söylenirsede, kaimva-lideyi ikna
mümkün olmaz. Sonunda Said bey'in kardeşi Ferid Bey, aşağı kata indirilip
aşçının ve uşakların odasında yatırılır. Damad bey yâni Said Paşa bu hâl ve
işittiği sözlerden son derece müteessir olduğundan sabaha kadar ağlar. Gözüne
uyku girmez!"
Sabaha karşı; gecenin
karanlığı devam ederken, evin kapısı çalınır. Kapıyı açan uşağa gelen iki
adam: "Said Bey'in evi burasımıdir? Kendisini göreceğiz!" derler,
uşak durumu haber verince evin bey'i ürker, görünmemek isterse de, kapıdakiler
ısrar ettiklerinden yanlarına gitmeye mecbur olur. Adamlar: "Sizi Saray'dan
istiyorlar! Götürmeye geldik dediğinde ürkme korkuya dönüşür. Hızla giyinip
gelen adamlarla birlikte, getirilen arabaya binerler ve saraya varırlar. O gün
tahta çıkması kararlaştırılan Sultan 2. Abdülhamid'in huzuruna götürürken
padişah başkitabete tâyin ettiğini söyler. Birlikte Topkapı Sarayına giderler
ve tahta çıkma merasimi yerine getirilir. "
Said Paşa'nın
başkâtipliğe geçirilmesinde bir hayli rivayetler bulunrnaktaysada,en doğru
olanı M. Celâleddin Paşa'nın şirketi hayriye hikâyesini padişaha nakletmiş
olması ve Sultan Hamid'in insanları verimli olarak kullanmasının bir ifadesi
olan Said Paşa'nın başkâtipliğe tâyini olayıdır. Mehmed Said Paşa; başkâtipliğe
getirildikten sonra devlet adamlarının müşterek kanaatleri, Said Bey bu
görevinde padişah'a babı-âliyi kendine bağlama hususunda son derece yardımcı olmuş,
neticesinde devlet İdaresi babıâli memurlarının elinden, padişahın mutlak
yönetimine geçmiştir. 3 Zilkade/1294-1 O/kasım /I 877'de Said Bey'e başkatiplik
vazifesine zami-meten Hazine i Hassa nezareti de tevcih buyruldu. Esvat-ı Sudur
adlı eserin yazarı, dahiliye eski nazırlarından Sağır Memduh Paşa 71. sh. de
Said Bey için 2. meşrutiyetin ilânından sonra şunları yazıyor:
"Başkitabetde, mizâc-ı şahaneye göre hizmeti ve hususat-i mühimmenin
ta'dil ve tesviye-since meziyyeti ve bütün icraatı babıâliden Saray'a çekmeğe
masru mahareti, fart-ı fetanetine delil addedilmesiyle yüksek mertebelere
is'ada (çıkmaya) mukaddime olmak üzere uhdesine hazine-i hassa-i şahane
nezareti tevcih buyruldu.
Memduh Paşa; Said Paşa
ile olan aralarındaki burudet ve münaferattan dolayı bahse konu Esvat-ı
Sudûr'dan yaptığı iğnelemeleri, yukarıdaki satırları dikkatle okursak fark ederiz!
Hâttâ Memduh Paşa'nın, Said Paşa'yı iğnelemek uğruna 2. Abdülhamid hân'ı da çıkarılan
mânaya bakarsak ateş hattına almış oluyor! 7/muharrem/1295-12/ocak/1878'de 40
bin kuruş maaşla dahiliye rtâzırlığma tâyin edilen Said Paşa, Hamdi Paşa'nın
kabinesinde yer almıştı. Bu tâyini yorumlayan İbnül Emin Mahmud Kemal İnal Bey
şunları kaydediyor: "Harndi Paşa'nın kabine teşkil olunurken Said Paşa'yı
da hili-ye nezaretine tâyin ettirmekten maksadının, padişahdan uzaklaştırmak
olduğunu bazı kimselere söylemişti." Demekte.
Mirat-ı Hakikat yazan
Çorluluzâde Mahmud Celâleddin Paşa diyor ki; Ahmed Hamdi Paşanın kabinesine
dahiliye nâzın olarak aldığı Küçük Said Paşa'nın işleminde yatan esas Said
Paşa'yi Saray'dan uzaklaştırmak niyetine müteaalik olduğu, bazı kimselere Hamdi
Paşa tarafından söylendiği pek yaygın rivayettendir. Bir kısım devlet adamlarının
görüşüne göre Said Paşa Babıâlîyi Saray'a taşıyan devletin tamamen sa-ray'dan
İdare edildiğinin baş mekanizması idi. Vükelâ heyetinden olması tabiatıyla,
baş kitabetten ayrılmasını intaç edecekti.
Hakikaten A. Hamdi
Paşa kabinesinde dahiliye nazırlığını uhdesine alan Mehmed Said Paşa, 11/
ocak/1878'de işbaşı yapan hükümetde 24 gün sonra A. Hamdi Paşa'nın kabinesinin
son bulmasıyla infisal ettiler. Bu kabinenin ömrü 4/şu-bat/1878'de bitmiş oldu.
Yeni kabinenin Ahmed Vefik Pa-şa'ya teklif olunduğu görüldü. Ancak Paşa bir
takım talepler sıraladı. İlki sadrıazamlık değil başvekil ün vanıyla kabine
kurmak olduğu gibi, vekillerinde me'suliyetinin ihdası gibi yine Mahmud
Celâleddin Paşa'nın Tophane Müşirliğinden, Said Paşa'ninda dahiliye nazırlığından
alınmasını, çünkü bu neza-retide uhdesine alacağını bildirdiği şartlarda
bunlar. Bu talepleri kabul eden 2. Abdülhamid han; 2 ay, 9 gün sürecek Ah-med
Vefik Paşa hükümetini 4/şubat/1878'den geçerli oimak üzere tasdik eyledi.
Dahiliye nezaretinden
adeta atılmasını sağlayan Ahmed Vefik Paşa'ya nefsince haklı olarak kırıldı. Bu
yüzden de Ahmed Vefik Paşa aleyhinde olanlar ile aynı mesleği seçmiştir.
Çerkeş Deli Nusret Paşa, padişahın başdoktoru Mavroyani efendilerin padişah
nezdinde başvekil hakkındaki atıp tutmalara iltihak etdi. Bunların padişah
üzerinde değişiklik yaptığı düşünülebilir. Bu arada saray'a gelen bir jurnalde
başvekil'in bineyi teşkil eden vükela ile fikir birliği yaptığı, hâi edilmesi
sağlayacaklar mealindeki jurnal, Ahmed Vefik Paşa'nın azlini temine kâfi geldi.
Ahmed Vefik Paşa bir hayli düşman kazanmıştı. Bu sıralarda Said Paşa'ya Ankara
Valiliğine tâyin emri geldi. 25 bin krş. aylıkla
5/cemaziyelahir/1295-7/hazi-ran/1878 tarihli tâyindi. 18/nisan/1878'den
itibaren sadaret Mehmed Sadık Paşa'ya tevcih olundu. Fakat 1 ay, 10 gün sonra onun da infisalini görüyoruz,
istanbul'da sadaretler kısa sürede el değiştirmede, Said Paşa ise; Ankara
Valiliği vazifelerinden, hem şartlarını ileri sürerek rahat sızlandığını yerinin
değiştirilmesini isteyen feryadnâmeler yazıp durmaktadır. Mehmed Sadık Paşa'
dan sonra Mehmed Esat Savfet Paşa, Tunuslu Hayreddin Paşa, ondan da Ahmed
Arifi Paşa'ya tevcih olunan makam-ı sadaret,
18/ekim/1879'da Ankara Valiliğinden, hazine-i hassa nazırlığına, Tunuslu
Hayreddin Paşa kabinesinde Adliye nazırlığı görevlerinden sonra, Küçük Mehmed
Said Paşa'ya tevcih olunur ki bu sadaret bahse konu zâtın ilk sadareti olur. 7
ay, 27 gün süren bu sadaret 9/haziran/ 1880'de nihayet bulur.
Vezirim Said Paşa: Arifi
Paşa'nın bu kerre başvekâletten infisali lüzumuna binaen memuriyet-i mezküre
uhdenize tevcih kılınmış, dahiliye nezareti sadr-ı esbak Mahmud Nedim Paşa' ya
ve bilcümle dâirelerin teftişi ahvaliyle tahkikat-ı ha-sile ve tedabir-İ
ıslahiyyeyi doğrudan doğruya ve bizzat huzurumuza arz etmek üzere devair
müfettişliği namıyla teşkili nezdimiz de tensib olunan memuriyet-i mühimrne
Safvet Pa-Şaya ve Şura-yı Devlet riyaseti Arifi Paşa' ya ve hariciye nezareti
Sava Paşa'ya ve evkaf nezareti Suphi Paşaya ve Mâliye nezareti İbra him Edip
Efendiye ihale olunmuştur.
Nuh'be-i efkârım
devletimizin husul-i saadet ve selamet ve İtilayı kudreti kaziyyesi olduğundan
tevhikat-ı ilâhiyyeye istinaden cümle heyet-i vükelamız tarafından bu yolda
sarfı mesai ve gayret olunması matlubumuzdur. Cenab-ı Hakk maz-han tevfik
buyursun.
3/zilkade/1296
-20/ekim/1880
Bu iradei seniyye ile
başlayan Küçük Mehmed Said Paşanın sadaret maratonu tam dokuz defa zirve ye
çıkış dolaysıy-la da dokuz defade zirveden iniş dönemine başlangıç olmuştur. İlk sadaretinden azline sebeb olan husus,
Abdülhamid hân'ın talimatıyla eski sadrıazamlardan Mehmed Esad Safvet Paşa'nın
Avrupa siyasası ile alakalı hazırlamış olduğu raporların bir heyetçe gözden
geçirilmesi hususunda sadrıazam Said Paşa riyasetinde bu çalışma yapılırken
saraya gelen bir jurnalde heyetin istenen çalışma yerine 2. Abdülhamid'i nasıl
tahtdan indiririzi konuştuklarını bildirdiği görülür. Padişah; kurenasından
Ragıb Bey'i gönderip Said Paşadan mührü istetir. Bu rivayetle; Said Paşa'nın
saraya davet edilip, bir miktar azarlandıktan sonra mührün İstendiğidir.
Görülüyor ki aslı faslı olmayan ihbarat dahi bir hükümetin düşmesine
sadrı-azamın azarlanıp, vazifeden azline sebeb olabiliyor, hemde askı ya
alınmış bir meşrutiyet döneminde, şimdi devr-i demokraside nice skandallar bir
numaralarında fütursuzca dev-letlûluklanna engel olmuyor. Said Paşa'dan boşalan
makam-ı sadaret Cevânizâde Meh-med Kadri Paşa'ya veriliyor. Clç ay, üç gün
sonra Kadri Paşa 12/eylül/1880'de infisal ediyor. Said Paşa yine sadrıazam
yapılıyor ve bu seferki çalışma süresi 2/mayıs/1882'de sona erdiğinde
karşımıza bir sene, yedi ay, 20 günlük hizmet arzetmiş olması önümüze çıkıyor.
Böylece sadaretin yeni sahibi olarak Germiyanoğlu Kadı Ab-durrahman Nureddin
Paşa'ya verildiğini görüyoruz. 12/tem-49
/1882'de elinden mühür alınan Kadı Paşa bu görevde iki onbir gün kalabilmiştir.
Said Paşa; 3. sadaretine geldiğinde'Abdurrahman Paşa'ya halef olmuştu. Bu
sadareti de 4 ay, 20 qün sonra yâni l/aralık/1882'de nihayetlenmiştir. Bu sadaretlerin
sık sık değişmesinde avrupa siyasi mahfillerinin ucurduğu ile malum Şark
Meselesi'ni neticelendirmede gizli ittifak hâlindeki, başda Rusya olmak üzere
İngilizlerin, Fransızların, Avusturya'nın ve daha menfaat peşindeki devletçiklerin
çevirdikleri fırıldaklara karşı, Cennetmekân'ın hususi maksadlara dayalı, yap
ve şaşırt ve biribirine düşürt politikasının icabatı yatmaktadır.
Ancak; Said Paşa'nın
3. düşüşüne geçmeden önce 3. sadaretine gelişindeki vakıaya temas edelim.
Yukarıda yazdığımız gibi Said Paşa bu sadarete gelişinde Kadı Abdurrahman
Nureddin Paşa'ya halef olmuştu. Fakat istifasına rağmen tekrar sadaret teklifi
alan Abdurrahman Paşa, cevab-ı red vermiş idi. Bunun üzerine padişahın Said
Paşa'ya gönderdiği başmabeynci Osman Bey, sadaret teklifi yaptığında Said Paşa,
Osman Bey'e:
- Beyefendi! Efendimiz ne için benîm üzerimde
ısrar eder? Hususi bir maksada mütevakkıfmı? Lütfen aramızda kalsın dediğinde,
Osman Bey:
Paşa hz. leri ben size
söyleyeyim. Abdurrahman Paşa öküzleri dikti! Cevabını verir. Said Paşa ömründe
ilk defa işittiği bu tâbir karşısında şaşkın fakat dayanamayarak:
Osman Bey! Bu tâbirin
mânasını fehmedemedim! Dediğinde:
- Anadolu halkınca ısrar etmede, inat etmek
demektir. Bu da kullanılır.
Said Paşa; görevi
kabul ettiğini hatıratında beyan ediyor. Yine bu sadaretinden düşmesine badi
oian vakaları paşanın hatıratından özetlemeye girişelim: "Padişah; ülkede
kendisi hakkında kötü niyet beslendiğini, İstanbul'da bir ihtilâl havasının
husul bulmakta olduğunu, bütün bunlar için Mah-mud Nedim Paşa ile oturup,
şiddet tedbirleri almamız hususunda kat'i bir lisanla emir leri oldu. Mahmud
Nedim Pa-şa'nın bu hususlarda çalışmaları bir kaç seneyi bulmuş hazırlıklardı.
Fakat ben makam-ı sadaretin ortak kabul etmeyeceğini, benim memleket
menfaatlerine dâir görüşlerim ile Mahmud Paşanınkiler arasında derin muhaliflik
bulunduğundan istifa yoluna gitdim. Fakat istifam kabul görmedi. Aradan 57 gün
geçmişti ki bir gece saraya çağrıldım. Gittiğimde huzur-u hümayuna dahil
olduğumda, pek sert bir muamele ve bir çok azar ile karşılandım." diyen
Said Paşa hatıratında şöyle devam etmekte: Zât-ı şahane oturmama müsaade
etmedi. Kendileri de ayakta dolaşarak bir çeyrek saat kadar gönül kırıcı,
izzet-i nefis yaralayacı ifadelerde bulundular. Azarlarının sonuna doğru bir
gün evvel saray'da göz altına alınan Müşir Deli Fuad Paşa'ya isnat edilen bir
cürüm hakkında Mahmud Nedim Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa'nında bulunduğu huzurda
ve Cevdet Paşanın kalemiyle tutulmuş bir istintakname elime padişah tarafından
verildi. Ben bunu okumaya başlayınca zât-ı şahane seri adamlarla bana
yaklaşarak aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı ki bakışları azar dolu ve çok
çabuk cevap vermemi emrediyordu.
Varakada yazılanlar
ise; padişahın taht'dan indirilmesi için Dağıstanlılardan meydana gelen cemiyet
kurulduğunu ileri süren ihbarlara aid bir tahkikat idi. Cemiyetin bu işdeki
ahdi, zâtı şahanelerinin kendi muhafazasına tahsis etdiği ve bir nev'i hususi
askeri imtiyazı verdiği dağıstanli'lardan
a na aelen asker
gurubu olup, bu askerin başı sarayın meyûde Dağıstanlı Mehmed Paşa imiş. Fuad
Paşa ve sair ba-
lÇ1kimseler cemiyette,
bende güya cemiyet reisiymişim!
Seri bir bakışla
yaptığım okuma bana bu kadar bilgi ver-,. 7gt.i şahane devama imkân bırakmayıp
istintakiyeyi Umden çekip aldı ve: 'Bana ne diyeceksin? Sualini tevcih ettiler.
Cevap verme imkânı kısıtlı idi. Konuşturmuyordu. Ancak aslı faslı olmayan
şeylerdir mânasına gelecek beyanlarla meramımı arzedebildim. Fakat; azar dolu
sözler devam etmekteyken, zât-ı şahane mührümü ver dedi. İşte o zaman müşkil
mevkiide kaldım. Çünkü mührü hümayun üzerimde değildi. Hâtem-i âliyi çantamda
taşırdım mabeyne çağrıldığımda huzura girereken çantayı adamımda bırakmıştır.
Efendimizden mabeyne gidip çantayı alma müsaade etmesini istedim. Çok daha
kızdılar ve pantolonun cebinden meşin bir muhafaza içindeki küçük rovelveri
çıkarıp başıma tuttular. Emanet-i hümayununuzu veririm. Bende olan ema-net-i
ilahiyeyide ondan sonra alırsınız dedim.
Bunun rovelveri başımdan
çekip büyük salonun kapısından çıkarak 'Çantasını getirsinler!' emrini
verdiler. Yanıma geldi ve rovelveri başıma tutarak, mührüm çıkmazsa buradan
ölün çıkar' diye azar dolu sözlere devam etdiler. Çanta geldi, açıldı mühür
teslim edildi. Artık kızgınlık başka taraflara yöneldi. Kendisinin hâl veya
imhası hakkındaki sözde karan ciddi ve sahici addediyor. Akabinde Sultan Murat
güya tahta çıkmaya hazır, hâttâ sarayında ihtiyaten bir takım Kürtler
saklanmış itikadında bukunuyordu. Eğer bu hal tahakkuk ederse evvel bev vel
beni parçalatıcağını sözlerini ekledikten sonra önüme düşüp, harem ile kendi
dairesi ara-s|nda bir odaya beni götürdü. Haps edip, kapıyı kilitleyip 9'tdi.
Diyor, hatıratında Mehmed Said Paşa.
Kıymetli biyografi
üstadı İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal merhum bize şöyle sesleniyor:
"Paşa'mın (Said Paşa) 7. de-faki sadaretinde kitabet hizmetiyle yanında
bulunduğumdan gece ve gündüz, hatta yatakta iken mühr-ü hümayunun altın
zincirle boynunda asılı olduğunu gördüm. Mührü yanında bulundurmamasından
dolayı daha önce azara uğrayışı içine oturmuş ki, o günden sonra koynunda
taşımak vazgeçilmez adeti olmuş.
Sultan 2. Abdülhamid
Han, Said Paşa'dan aldığı mühr-ü hümayunu Ahmed Vefik Paşa'ya başvekil
unvanıyla birlikte vermişti. Bu sırada eski sadnazam Said Paşa kendi elleriyle
hapsettiği odada mahpusluğu yaşamaya devam etmekteydi. Bu müddet 18 saati
bulmuş ve Said Paşa bu müddet sonunda evine dönme imkânı bulabilmişse de bunu
İngiliz Elçisine medyundur. Said Paşa evdekilere bir gün mabeyn'de tevkif
olunacak olursa, İngiltere sefiri Lord Pofrin'e haber verilmesini tenbih
et-miştir. Saray'da hapsolunduğu haberi hanesine ulaştığında hemen büyükelçi,
durumundan haberdar olunmuştur. Bu husus da Said Paşa hatıratında şunları
söylemektedir: "Nâmı ve mesair-i insaniy yeti madam-ül hayat hatıraj
ihtiramımda caygir olan Lord, nezdi saltanatda teşebbüsat ve ihtarât-ı
lâzirneyi baliyan mübalağa icra eylemesiyle mü-dehale-i vakıa-i muhikka,
mededres oldu. "
Görülüyor ki, sadaret
makamına yükselen bir zat, hayatını koruma altına almak için siyaseten belki
olmayabilir ama, esas da İslâm Milletinin ve onun temsilcisi olan Osmanlı devletinin
ve halifesinin, gerçek ve baş düşmanı İngiltere'den istianede, yâni yardım
talebinde bulunuyor. Hemde bu talep peşin peşin yapılıyor. HeyhatIYalnız Said
Paşa bu hususda birîr değil Abdülaziz devrinde Midhat Paşa bu işe öncülük
anlardandır. Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'da buna tenez-... etrnişlerdendir. Ne
çaresizliktir ki bu ademler bu ahvalle-
den sonra yine sadaret koltuğunda istihdam olunmuşlar-, jste bunu ifade ettikten sonra Abdülhamid
hân'ın bu iki numaraları göreve getirmesini akıl biraz zor tartıyor acaba isin
açıklanmamış bir başka tarafı varmı sorusu insanın zihnini kurcalıyor! Tabi
iki devletin sırlarının bâzıları bilenler tarafından mezara götürülür.
Said Paşa'nın
sadaretlerinin birinde çok calibi dikkat bir olay zuhur eder. Hikâyesi
şöyledir: Efendim Said Paşa'nın sekiz yaşlarında bir kızı olup adı Subhiye'dir.
Bir gün saçlarını taramaktayken her halde saçları uzun olacak, takılı firketelerden
biri gözüne batar ve gözde bir hayli hasara se-beb verir. Osmanlı devletinin
iki numarasının kız evlâdı gözünden önemli bir yara almıştır. Mevcud doktorlar
hadiseye el koyarlar ve izni ilahi ile, göz kör olmaktan kurtarılır. Ancak pek
şiddetli ağrılar küçük Subhiye'ye nefes aldırmaz! Uykusuzluk ve gıdasızlık
yavrucağı bir deri bir kemik bırakmış, sadnazam babanın şefkati, kendisini
yiyip bitirmesine doğru yol almaktadır. Padişah ile devlet işlerini görüşürken
sadnazamm mükedder ve bitkin görüntüsü işe de aksetmektedir. Bir akşam Sultan
Hamid, Saray'dan bir arabayı Said Paşa'nın konağına gönderip kızı Subhiye
hanımı getirmesini irade eder. Küçük Subhiye ve dadısı hemen arabaya
bindirilirler. Saray'a gelindiğindede küçük yavruyu huzuruna kabul eden 2.
Abdülhamidhân, dudakları kıpır kıpır şifâ dualarını okur. Ondan sonra hadi
kızım artık gözün ağrımayacak deyip konağa gönderir. Hakikaten Subhiye hanım
bu dayanılmaz ağrıdan kurtulmuştur artık."
Muhterem okurlarım;
Abdülhamid Hân ile sadnazam Said Paşa arasında geçen ve yukarı aldığımız iki
vak'a yazımızda tesadüfen veya tevafuken alt alta gelmiş değildir. İki ayrı zaman
diliminde vuku bulan olayın biribirine zıt davranışı anlatması, nâtık olması
devlet işlerindeki ciddiyetle, doğrudan insaniyete müteallik meselelerin o
seviyede ki zevatda da ayırıma tâbi tutulduğunu, birinci de ahbab çavuşluğun
yer almadığını, ikincide ise insana verilen önemi hatırlatmak düşünülmüştür.
Bizim sadrıazamların bazılarının yukarıdaki Mit-had ve Said Paşa misalinde
olduğu gibi yabancı ülkeler elçilerinden istianede bulunmalarına, üstelik Said
Paşa'ya bu günkü dille sekreterlik yapmış bulunan İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal
merhumun mütalaasından şu satırları özetlemeden geçemedik: "İnsan şu
satırların ifade ettiği hadiseyi göz önüne alınca adetâ tiyatroda garib bir
dram, acaib bir trajedi temaşa ettiğine, padişahın da şayan-i hayret bir
trajedi-yen olduğuna hükmeder. Vehim ve vesvese buhranına uğradığı zaman akl-ı
selime ve saltanatın sânına muhalif hareketlerde bulunan üç defa makam ve
vekâlete getirdiği bir adam hakkında reva gördüğü şu gayr-i layık muameleyi,
buhran geçtikten sonra teemmül etse yâni düşünse müte-ezzi olur (..) Bütün
bunların yaşanmasından bir buçuk gün sonra aynı sadnazamın o makama dönmesi
ise, dramın en mühim kısmıdır!" Diyen İbn'ül Emin Bey şunları da demekten
kendini alamıyor: "Hele Osmanlı devletinin başvekili olan zâtın, İngiltere
devleti tebasmdan imişçesine bilvasıta elçiye müracaat etmesi, elçinin de
İngiltere tebaasından birini muhafaza edercesine, müdehale edip, kurtarılma
işlemini gerçekleştirmesi, dramın fecaatini çoğaltan üzücü hadiselerden
dir." Said Paşa'ya halef olan Ahmed Vefik Paşa getirildiği sadaret
görevinde derhal kadrolaşma yolunu tutdu. Padişahın arzusu istikametindeki
Şeyhülislâm Cıryanizâde verine Bursa Valiliğini yürüttüğü sırada bendelerinden
olan Rıza Efendi adlı birini, Şeyhülislâm olarak tensib etdi. Bu gün
anladığımız kadarıyla Ahmed Vefik Paşa, babıâlî'yi Saray'dan bağımsız,
satfnazam ve vükelânın emrine açık bir hâle getirmeyi umuyordu. Ancak bunları
kurup ve de, icraya geçtiğinde, padişahın mizacına uygun olmayan davranışlar
sonunda derhal tepkiyi gördü ve Ahmed Vefik Paşanın bu seferki başvekilliği,
ancak birbuçuk gün sürebilmiş ve mühr-ü hümayun kendisinden istenmişti. Sultan
2. Abdülhamid, Said Paşa'yı saray'a çağırtmış, daha evvel yanına getirttiği
Mahmud Nedim Paşa ile Şeyhülislâm Üryanizâde olan Es'ad efendiyle konuşmuş,
sadareti Mahmud Nedim Paşa'ya teklif ettirmişti. Ancak temaruz eden Mahmud
Nedim Paşa sebeb olara1-.da yaşlılığını ileri sürmüşdü. Davet edilmiş bulunan
Said Pa-şa'da gelmiş toplantıya katılmıştı. Bunun üzerine padişah sadareti bir
buçuk gün evvel hiç bir şey olmamış gibi Küçük Mehmed Said Paşa'ya teklif etdi.
Said Paşa; Mahmud Nedim Paşa'nın sadareti bunun meyaninda kendisinin dahiliye
nazın olarak yardımcı olabileceğini beyan eyledi. Padişah hz. leri üçüne birden
hitab ederek; "Ben, namazı kılacağım. Efendi hz. lerî siz de, iki paşadan
birini sadareti üzerine almaya ikna ediniz!" diyerek salondan çıktı.
Mahmud Nedim Paşa ise: "Burası devletin en hürmete şayan yeridir"
dedikten sonra yere oturdu. Esad Efendi bu ifade üzerine oturduğu sedirden,
yavaş yavaş kayarak yere oturdu. Sadareti Mahmud Paşa'nın alması için beyanda
bulunmuş olan Said Paşa'nın kulağına eğiliyor ve: "sadareti buna bırakma!
Hepimize olmadık işler yapar" diye tenbihde bulunmuş! Nihayet Mahmud
Nedim Paşa: "her sadrıazamın bir kâhyası olurmuş. Bizim de kâhyamız sadr-ı
esbak Said Paşa olmak varmış" şeklinde zor yutulur bir söz söyler. Said
Paşa bu söze çok içerler, ancak bir şey demez. Fakat Mahmud Nedim Paşa böylece sadareti
kabul etdiğini söylemeğe çalışırken, Said Paşa da Ciryanizâde'nin eğer sadaret
teklifini kabul etmezsen bundan hepimizin çekeceği var sözlerini kulağına
fısıldamakta olduğunu hatırında tutdu. Padişah salona geri döndüğünde olan-iar
anlatılır. Sadareti Mahmud Nedim Paşa'ya, şeyhülislamlık Es'ad Efendi'ye,
dâhiliye nazırlığı da Said Paşa'ya verildi. Huzurdan çıktıklarında enönde yeni
sadnazam Mahmud Nedim Paşa bir kibir abidesi gibi yürümekte şeyhülislâm ve Said
Paşa arkasından yürürlerken Kurenadan biri gelip yürümekte olanları durdurup
yeniden huzuru hümayuna götürür. Padişah; içinin, bu tâyine ısınmadığını
söyleyerek, Mahmud Nedim Paşa'dan mührü hümayunu geri ister. Aldığında hemen
orada Said Paşa'ya vazifeyi teklif eder. Gördüğü kibir, nezaketsizlik ve
kâhyalıkla tavsifine pek gönül koymuş bulunan Said Paşa birbuçuk önce infisal
ettiği görev için evet cevabını vererek mühr-ü hümayunu alır. Padişah dahiliye
nazırlığına Mahmud Nedim Paşa'yı tâyin ederken ayrıca mabeyn müşirliğimde
uhdesine verir. Said Paşa kabinesinde Harbiye nazırlığı görevinden kabine istifası
münasebetiyle infisal eden Gazi Osman Paşa serasker unvanıyla harbiye
nazırlığına tekrar getirilir. Huzura giren Gazi Osman Paşa padişahın ayaklarına
kapanıp, mabeyn müşirliğinden alınmış olmanın kendini mahzun kıldığını ifade
edince, bu görevde diğer görevler üzerine inzimam olunarak Gazi Osman Paşa'ya
tevcih olunur. Az önce sadnazam olmayı elinden kaçıran Mahmud Nedim Paşa'nin,
mabeyn müşirliğini Gazi Osman Paşa'ya kaptırması yanında Şura-yı devlet
reisliğini de bir kaç dakika sonra kendinden kıdemli olan Reşid Akif Paşa'ya
kaptırdığında elinde sadece dahiliye nazırlığı kalmıştı. Osmanlı devletinin son
vakanüvisi olan Abdurrahman Şeref Efendi merhumda "Tarih
Musahabeleri" adlı kıymetli eserinde aşağı yukarı aynı bilgilere nakleder.
Said Paşa'nın 4. sadareti olan bu evet de nakkında devrin şâirlerinden Nüzhet
Bey şu beyiti inşa
eder
"Hülle-i Sadr-ı
Said-ül vüzeraya şaşdık"
Said Paşa bu seferki
sadaretine 1 O/zilhicce/1 300-l3/ekim/1883 cuma günü gelmiştir. İnfisali İse;
15/zilhic-ce/1302-26/eylül/1885 cumartesi günü vukubulmuştur. Müddeti ise; 1
sene, 11 ay, 13 gün olmuştur. Vazifeyi bırakmasına sebeb olarakda, Şarkî
Rumeli meselesinde padişahla düştüğü hareket tarzı hakkındaki farklı düşünceler
olmuştur. Bu farklı görüşleri Said Paşa'nın hatıratından yaptığı beyanla
Özetlemeye çalışalım:
Tarihler; 1302/1885'i
gösterirken dış tahrikler yardımıyla Filibe'ye getirilen bir kaçyüz Bulgar,
buradaki hükümet konağını basmış ve valiyi hapsetmişlerdi. Ertesi gün Cuma Namazından
sonra vekiller heyeti mabeyn (saray)de toplandı. Bu arada Bulgaristan Prensi
Batemberg, gönderdiği beyanatında, Şarkî Rumeli'nin artık Osmanlı yönetiminde
olmayacağını, kendisinin idaresinde bulunacağını bildiriyordu. Bunun üzerine
yapılan top- lantıda derhal asker gönderilerek buna mâni olunmasını, bu
meselede anlaşmalı devletlere bilgi verilmesini reyimle birlikte belirttim ve
heyeti vükelâ bu teklifi kabul etti. Ancak bu şekli, padişah efendimiz kabul etmedi.
Ziîhiccenin/14. günü olan 25/eylül/1885 Cuma günü babıâlî'ye giderken, KarakÖy
civarında bana yetişen yaver tarafından mabeyne götürüldüm. Hemen huzura
çıkarıldım, oır saat kadar süren konuşma ve azardan sonra dışarı çıkma
müsaadesi verildi. Daha sonrada beklemem emredildi. Ak-Şam saatine kadar orada
bekledim. Serasker Gazi Osman aŞa bulunduğum odaya gelip, ye mek için odasına
davet eyledi. O sırada da dâvet-i padişah vukubuldu. Gittim, iki saat
bekledikten sonra yalnız olarak huzura alındım. Önce mühür istendi verdim.
Mahbusiyetim vukua geldi. Bir odaya konuldum. Her an çağrılırım diye üç saat
bekledim. Sonunda azariamala- rın üzücü te'siri uyumama sebeb teşkil etdi. Dalmışım.
Benim; Filibe'ye asker gönderme teklifim güya zât-ı şahaneyi tahtdan indirmeye
dönükmüş! Ertesi gün saraydan çıkmama müsaade olunduğunda eve geidim. Kâmil
Paşa'nın sadarete, bazı vükelanın da değiştirildiği görüldü. Ben bir oldu
bittiye karşı çıkarken, başıma saray'da azarlanmakdan tutunda hapsedilmelere
kadar neler gelmiyordu" demekte Said Paşa.
Hakikaten Berlin
antlaşması hükümlerine göre bir vilâyetimiz olan Şarkî Rumeli yâni Doğu
Rumeli'nin Bulgarlarca ilhak edilmesi, karşı çıkalım diyen sadrıazami
götürdüğü doğru da! Bir de padişahın gözü ve sözü ile hatıratında olanlardan
gözleyeüm:
Hatırât-ı Sultan
Abdülhamid-i Sâni isimli eserde koca sultan şöyle diyor: "Şarkî Rumeli
meselesinde benim (Sultan Hamid) zaaf gösterdiğimi pek iddia etdiler. Zaaf
göstermek mevcud kuvvetden istifade etmemek demektir. Hangi kuvvet mevcud idi
ki, Doğu Rumeli'de hakkımızı koruma hususunda kullanılmadı? Bunu düşünen ve
söyleyen bir insaf sahibini bu güne kadar işitmedim.
Bulgar Prensi
Batenburg, Filibe'ye müstevli olduktan sonra durumdan hükümetimiz haberdar
olabildi. O da Rus sefirine gelen bir telgrafnameden, telgraf nâzın İzzet
Efen-di'nin beni haberdar etmesiyle mümkün olabilmişdi. Said Paşa sad nazam
idi. Tahtdan indikten sonra okuduğum bazı beyanat ve yazılarında Said Paşa'nın;
vakaları kendi lehine tahrif etmiş olduğunu hayret ve teessüfle gördüm. Said
Pa-
. Bulgarların tecavüz
edeceklerini daha evvel haber alamamıştı. Olay İstanbul'a aksettikten sonra
bir hayli tered-dütün akabinde Şura-yı devlet reisi Akif Paşa'nın beyanatı onu
ikna etmişti. O dönemde Filibeye asker şevkinde hem müskilât hemde tehlike
vardı. 93 savaşında tarumar olan ordu henüz toparlanamamiştı. Hazine
tamtakırdı. Bazı vilâ-yetlerdeki jandarmalar yirmi-otuz aydır maaş
alamıyorlardı. Böyle bir haldeyken sırf namdan ibaret olan hakk'ı hâkimiyetin
adına neticesi meçhul ve karanlık bir harbe girişmeyi tehlikeli gördüm."
Diyen hz. padişahın hatıratından şu paragrafı alarak okurlarımın bilgilerine
arz edeyim: "Gavriyel Paşa diye bir Bulgar'ın Rumelî Şarkî valiliğinden
kovulmuş olmasından do layı gözüm kızararak işe girişseydim, 1328/1910'daki
felâketi, o zaman yâni ordusuz, parasız, pulsuz, hazırlıksız bulunduğumuz bir
devirde kendi elimle hazırlamış ve davet etmiş olurdum. Hazım gösterip
ihtiyatlı davranıp, 1328/1910 da
yaşanacakları, 1301/1885 eylülünde
yaşardık!" Demekte.
Said Paşa aynı zamanda
Şapur Çelebi lakabıyla ve biraz da küçümsenerek anılmaktaydı halbuki böyle
küçültücü bir lakabın bir Osmanlı sadrıazamına verilmesi bizce doğru olmayan
hususattandır. Said Paşa; infisal ettiği bu yukarıda bazı anekdotlar verdiğimiz
4. sadaretinden 1895 yılında infisal ettikten sonra bu makama yeniden avdet
ettiğinde tam tamına 5 sene, 1 lay, 9 gün»gibi bir zaman dilimi geçmiştir.
Bununda çalışmamızın
son taraflarında söz konusu edeceğimiz 1897 Osmanlı-Yunan harbinin muzaffer
kabinesinin re-isi Halil Rıfat Paşa'ya, Sultan 2. Abdülhamid hânın "yaşadığınız
müddetçe sadrıazamımsınız" sözünü vermesinden ve bu ahdini yerine
getirmesinden kaynaklanmıştır. Mehmed said Paşa; 09/11/1901 tarihinde geldiği
makam-ı sadaretden 1 yıl, 1 ay, 26 gün sonra 14/01/1903'de infisal ettiğinde 6.
sadaretini yaşamıştı. Aşağıdaki satırlar padişahın yâni Sultan 2. Abdühamid
Hân'ın şah siyetinin içinde mütalaa edilmesi gereken beyanlarıdır. Bu
beyanlardan bazılarını adı geçen eserden alıntılayıp, buraya koydukki,
padişahın görüşlerine o zâtın dönemini okurken malumatınızı takviye etmeyi
amaçladık.
"Kıbrıs'da kapitülasyonları kaldırmak
istediğimiz İçin, Avrupa matbuatı da Atina gazetelerine uyarak kıyameti koparıyor.
Sanki biz başkalarının hakkını yiyi-yormuşuz gibi bir hal yaratıyorlar. Halbuki
bitaraf bir kimse, ecnebilere verilen bu kapitülasyonlarla, bizim hakkımızın
çiğnendiğini ve adaletsizliğin bize karşı yapıldığını gayet iyi görebilir. Rumların
elde etmiş oldukları imtiyazları muhafaza edebilmek için, yeri göğü birbirine
katmaları tabiîdir. Çünkü Rum kapi-tülas yonları yıkıldığında Pan-Helenik
propogandası yapamayacakları açıktır. İnşaallah, bu imtiyazları yıkmak hak ve
kuvvetini Allah bize kısmet eder. "
"Hayatımı, bana
sadık olanların uyanıklığına borçluyum. Başımdan geçenler, asabı en kuvvetli
insanı dahi sarsmaya kâfidir. Bütün bu tecrübelerden sonra ihtiyat lı olmama,
şaşmamak lâzım. Bir çok insanların bu sinirli hâlimden faydalanmağa
çalıştıklarını, hafiyelerin, jurnalcilerin alçak namussuz insanlar
olduklarını, dini mizinde, müzevirleri tel'in ettiğini gayetiyi biliyorum.
Fakat geniş bir haber alma teşkilâtı kurmamış olsaydım, etrafımı saran
tehlikelere karşı kendimi korumam kabil olamazdı.
"..Avrupa halkını
aleyhimize düşünmeğe sevk eden sofu papazlardır. Haçlı seferleri zamanında
hristiyan güruhun memleketimizde yaptıkları mezalimi unuttur- mak, Örtbas
edebilmek için, her türlü iftirayı mubah görmüşlerdir. M.Kudüs'deki mukaddes
topraklar için her iki tarafında kan dökmesinin önüne geçilebilirdi. Nitekim
hristiyan hacıların Kudüsü'ü ziyaret etmelerine her zaman müsaade et-medikmi?.
(.) Etrafı müslümanlarla çevrili olan bu şehri neden hristiyanlara terk
edelim? (.) İsteyen istediğini söylesin, fakat mukaddes toprakların sahibi
olmak hakkı her zaman bizim olmuştur ve öyle kalacaktır.
Ben tahta
çıktığımdanberi, ilk mekteplerin sayısı on misline çıkmıştır (20bİn mektep).
Bu adet maalesef hâla azdır ve halka kâfi gelmemektedir. Liselerimizin seviyesi
gayet yüksektir. Mükemmel oldukları herkes tarafından kabul edilir. Ancak daha
fazla lise kurmamak bunların yerine mühendis, mimar gibi fen adamları
yetiştiren müesseselere talebe hazırlıyacak rüştiyeler açmak daha yerinde olur.
Memleketimizde kâfi
derecede asker ve memur vardır. Ulemamızın ifrat derecede muhafazakâr
olmasından dolayı-da, yüksek mekteplerimizi modern hâle getirmek çok güçtür.
Kahire'deki El Ezher ilahiyat fakültesinin, talebelerimizi Çekmesinin yegâne
sebebide zamanın icablarına uymanın elzem olduğunu anlamış ol- malanndandır.
İstanbul Dârül-funun'unu Kahire'dekinin dûnunda(alçağında) kalmıya mahkûmdur.
Biz Osmanlılar eski ve
büyük bir medeniyetin sahibi olduğumuzu unutmamalıyız ve Avrupa medeniyeti ile
gözümüz kamaşmamalıdır. Mimari eserlerimiz, iki binden fazla şâir yetiştirmiş
olmamız da bunu ispat eder. Bunlardan Fazlı, Lâmiî, Baki gibi şâirlerimizin
eserlerinde fevkalade bir güzellik ve tam mükemmeliyet vardır. Daha sonra Galib,
Pertev, Kemâl, Abdülhak Hâmid gibi şâirlerimizi sayabiliriz. (.) Hereke'deki
hah fabrikamızda ve diğer endüstri sanatlarımızda yabancıları taklit etmekten
kaçınmalıyız. Sa'nat ve edebiyatımızı kendi toprağımıza ait mevzular, kendi
milletimize has esaslar üzerinde inşa etmeliyiz. (.) Gençlerimizde memur,
asker veya ulemadan olmayı tasarlıyorlar; neden hiç bir Osmanlı, büyük bir
tüccar, mahir bir zenaatkâr veya bir fen adamı olmayj düşünmüyor? Ben de
marangozluk san'atı ile meşgul olduğumdan halka iyi bir numune sayılırım. (.)
Bir gün; şerefime bestelemiş oldukları üç marşı aldım. Bu bir gün için epey
fazladır. Muhtelif milletlerden olan ve şahsıma eserlerini ithaf eden
bestekârların sayısı, şimdiye kadar ikibini bulmuştur. Bu insanları nasıl
mükafatlandır-malı? İstanbul'a gelip huzuruma çıkabilmeyi temin eden sanatkârların
her birine neden hediye vermeye mecbur olayım? Üstelik ağırbaşlı musikîlerini
sevmiyorum. Çaldıkları parçaların çok güç olduğuna şüphe yok; fakat ben zihnimi
yoran musikîyi değil, dinlendirici musikîyi tercih ediyorum. Klâsik musikîyi
tercih edecek kadar musikişinas değilim. Musikîye büyük istidadı olanlardan
biri, oğlum Burha- ned-din'dir." (agk: sh. 190/193/202/209/210 Hatırat-ı
Abdülha-mid-i Sânı)
1881 yılmının önemli
hadiselerinden birini Sultan Abdüİa-iz'in katil hadisesini tahkik ve son karan
vermek için yapılan ve adına Yıldız Mahkemesi denilen hukukî bir olay teşkil
ederken, aynı yılın yâni 1881 senesinin diğer bir mühim hadisesini de dış borçların
ödenmesi için kurulan ve adına Dü-vûn-ı umûmiye denilen kuruluşun teşkil
edilmesidir. Düyun kelimesinin karşılığı lugatde borç mânasına gelir. Umûmî kelimesini
peşine koydunuzmu, bütün borçlar şeklini alır. 1878 harbi sonrasında masraflar
daha önceki, yâni Sultan Abdül-mecidle Sultan Abdülaziz döneminin
borçlanmalarına inzimam edince bahse konu 1881 senesinde, borçların faiz, faizin
faizi ile birlikte 252 milyon Osmanlı altunu seviyesini çıktığı görülmüştür. T.
Yılmaz Oztuna Bey, 1978'de basımını yapmış olduğu değerli eserin 7. cildinde
173. sahifede bahse miktarı o günlerin rayiç Tl. sına tahvil etmiş ve takriben,
31 5 milyar'a tekabül ettiğini işaret etmiştir. Bizde, 2002 yılının Eylül ayı
itibariyle, yaptığımız hesapda bu kadar altunun Tl. sıyla 32 katrilyon, 760
trilyon tutmakta olduğunu tesbit ettik. Mâliyemiz uzun zaman içinde olsada, bu
borcu tasfiye edecek duruma sahip değilken, karşımızda alacaklı olarak, İngiltere,
Fransa ve de Rusya ise harp tazminatı alacaklısı olarak durmaktaydı. İtibarlı
devletin borçsuz devlet olması olduğu gibi en itibarlısı borcunu zahnanında
ödeyebilen olduğu herdesin ittifak ettiği hususdur. Osmanlı devleti bir
memorandu-rr^a gidip itibarını sıfırlayacağına, Sultan Hamid'in yayımladığı
^O/Aralık/1881'de yayımladığı Muharrem Kararnamesi ile OrÇİann tediye
edilebilmesi için bir formül buldu. Devletin ^kardığı bir kararnameyle; tütün,
damga pulu, tuz, ipek, balık sigara tekelleri ve imtiyaz sahibi olan bâzı
eyâletlerin fiks
olan vergilerini
Düyunu umûmiye'ye bırakılıyordu. Bu suretle İngiltere ve Fransa başta olmak
üzere alacaklılar, verdikleri borçları, muntazam bir şekilde tahsil
edebileceklerdi. Bunun karşılığında 252 milyon altun borcun, 146 milyon
altununu yarısından hayli çoğu Türkiyemiz lehine siliniyordu. Böylece
ödeyeceğimiz miktar 106 milyon Osmanlı altununa inmiş oluyordu.
Bu tarz çözümü Sultan
Hamid'in bulması ve tatbik etmesi herhalde onun mâli meselelerde ki
vukufiyetini gösterir sanırız. Günümüzde yâni 2002'de Türkiye Cumhuriyetinin
içine düşmüş olduğu faiz sarmalı, ana parayı değil, faizlerin toplanan tüm
vergilerle karşılanmadığı bir vaziyete getirilmiş ülke siyasî tâvizlere açık
bir duruma getirilmiş olup, bu siyasî tâvizlerin, Kıbrıs ile Ortadoğu üzerinde
emperyalizmin hareketlerine ses çıkarmayıp, müslümanlara sahip çıkma misyonumuzu
işletmememizin teminine dönük, ticari hayatımıza sekte vermek gibi hususlar
olduğunu görmek kabildir. Bu müessese yâni düyûn-ı umûmiye devletin târih
sahnesinden çekildiği âna kadar sürmüştür. Şimdide 1881'in diğer mühim hadisesi
olan Yıldız Mahkemeleri vak'asına atf-u nazar edelim.
27/Haziran/1881'de
Sultan Abdülaziz'in önce hâl edilmesinden, bilahare intiharını? Cinayetmi?
Meçhulünü bir hail ü fasl eylemeye kalkan 2. Abdülhamid Hân, Şeyhülislâmlardan
Minkârizâdelerîn torunlarından bulunan Surûri Efendi daha sonrada hem paşa
hemde vezirliğe tâyin olunan zât, Yıldız Mah kemesi riyasetine getirilmiş,
heyet teşkil olunmuştur. Sanıklar eski padişah 5. Murad, validesi Şevkefza
Kadı-nefendi, Arz-ı Niyaz Kalfa, eski sadrıazamlardan Mütercim Mehmed Rüşdü
Paşa, Midhat Paşa, 2. Abdülhamid' in kızkarleri ile eV'' dâmadlardan Müşir
Mahmud Celâleddin ve Müşir Nuri Paşalarla, sabık şeyhülislâm Hayrullah Efendi,
Sultan Abdülaziz'in 2. mabeyncisi Fahri Bey ile mabeynciler-Aen Müşir Nâmık
Paşa'nm oğullan Seyid ve Ali Beyler, merhum Abdülaziz hân'ın tahttan
indirilmesinden sonra muhafız-hâına tâyin edilen Albay İzzet ile Binbaşı Necip
Beyler ile Pehlivan Cezayirli Mustafa, Pehlivan Mustafa Ağa, Boyabadîı Mehmed
Pehlivan tesbit edilmişler ve mahkeme önüne çıkarılması temin olunmaya
çalışılırken, sabık Askeri Mektepler Nâzın olan ve 93 harbinde başkumandanlık
makamınada getirilen Süleyman Hüsnü Paşa, hâl işinde mühim bir rol üst ienmekle
birlikte, bahsekonu savaşda hatalı ve sorumsuzca davranışları hasebiyle divan-ı
harbe verilmiş suçu sabit görüldüğünden Bağdat'a sürgün gönderilmiş ve bir
dahada İstanbul'a dönememiş ancak o cezası kifayet eder kabul edil-mişki,
Yıldız mahkemesine celbine lüzum görülmedi. Paris sefirimiz Sadullah Paşa'da
mahkemeye getirtilmedi. Padi-şah-ı sabık 5. Murad'la, validesi Şevkefza
kadmefendi hanedan üyesi olması ve bunların Arz-ı niyaz adlı kalfaları da,
Çı-rağan Sarayında adetâ hapis hâlinde olduklarından mahkemeye çıkarılmaktan
istinkâf edildi. Manisa'da ölüm hastalığına yatmış bulunan Mütercim Rüşdü
Paşanın ifadesi alındıy-sada pek makul ve yerinde addedilmediği gibi, hâîi
mahkemeye çıkarılmasına engel görüldüğünden üzerinde ısrarcı olunmadı. Midhat
Paşanın mahkeme edilmesine dâir Said Paşa'nın hatıratında yazdıklarına,
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Pa-Şa; Said Paşa'ya karşı yazdığı cevabi eserde Said
Paşa'nın iddialarına karşı beyan da bulunurken aşağı aldığımız satırlarda,
Abdülhamid'İn bu dâvanın açılmasına teşebbü sünde, blr kalfa'nın ifadesinin
kendi şüphelerine güç kattığını göre-ceksiniz. Hâla yakın târih meraklılarının
dikkat nazarlarını celbeden; Sultan Aziz vaka-i elîmesi ve bu olayın
tertipçileri arasında yer alan Midhat Paşa mahkemesine dâir bazı malumata
medar olacak beyanlarda bulunur. Bizde; bu beyanlarla sayfamızı süslemeyi uygun
bulduk. Kâmil Paşa diyor ki: ".Said Paşa hz. leri hatıratının 55. sn. deki
girişle 72. sh, nin bitimine kadar olan bölümü Midhat Paşa merhumun
muhakemesine dâir meclis-i vükelâ ve meclis-i fevkalâde de, cereyan eden
müzakereler vede ka,rarlara tahsis etmiş ve bunda takip edilen maksad, bir
takım tafsilat içinde hafi olsada ifadenin siyak ve sibakından yine kendisini
her zamanki gibi, tebrie ettirmek başkalarına ise ka-bahat yüklemek için kaleme
aldığı rahatça anlaşılıyor."satırlarını kaleme almış bulunan Kıbrıslı
Mehmed Kâmil Paşa şöyle devam etmekte: ".Hatıratın 58. sh. de anlattığı
gibi avru-pada yayımlanmakta olan bazı gazeteler; Mithad Paşa mahkemesi hususu
ile Said Paşa arasında irtibat kurup, suçlama yoluna gitmişler. Bundan dolayı
Said Paşa müdafaasını yapma lüzumu duymuştur. Bu bakımdanda kendisine bir şey
denilemez. Ancak; Said Paşa hz. leri, ha-tıratı'nın neşrini beklemeyip, önce
Tanın gazetesinde bazı makaleler hatta meclis-i mezkürede bulunanlara aid rey
ve imzalarını bile bile fotoğrafa aldırmış, suretlerimde neşrettirmiştir. O rey
ve imza sahihlerinden biri ben olduğum için mecburen bu hususda da hakikata
müste nid bir açıklama yapmakda mecburiyet görüyorum. Bu gazetelerdeki makalelerde
Cennetmekân Sultan Abdülaziz hân'ın kaatilleri hakkındaki; temyiz mahkemesi
ilâmına, dâir meclis-i vükelâ mazbatasının suret-i dere olunduktan sonra bunun
<mahkemei temyiz-i ceza dahi hükm-ü nizamiyenin tabakai intihaiyesi için
oracja, tasdiki yapılan hü-, kümleri nakzedecek kanunen diğer bir merci
olmamasına ve mücaazaatı kanunîyenin icrası yahud affı ve tahfifi, hukuk-u
seniyyei hazreti padişahiden olmasına nazaran ıması gereken irade-i seniyye-i
hazreti lâcida-ri oldu-" tezekkür olunmuşdur.> Cümlesini tefsir ederek:
<mah-i temyizden verilen hükmü nakzedecek bir mercii kanun olmaması kaydı
vakı-i hükmün lüzumu nakzına fikdan-ı merciiyet ona mâni olduğuna delalet
etmez-mi? O cümledeki af kelimesinin mühim bir delili açıkladığı nörülmüyormu
denilmiş. Bu açık cümle; cezanın kanunî bakımdan katiyyet kazandığını, af veya
hafifletmenin yapılmaması ise, hükmün icrasını lâzım geleceğini bildirdiği
halde, bu netliği bir muamma şeklinde gösterme, umumun rey'ine havale
edilmiştiki Said Paşa'nın öyle fikri incelikler ve tefsiri, rikkatle şahsını
işin içinden çıkarmaya uğraşıb, kendi imzasından başka imza sahipleri hakkında
nefret celbetmeye gayret göstermesi usta bir aklın garibliklerindendir."
şeklindeki sözleriyle Said Paşa'nın bu davranışı ve tutumunu beğenmediğini
sergileyen Kâmil Paşa şöyle devam ediyor: ".Ancak zât-ı müddeaya bakalım!
Sultan Abdülaziz merhumun vefatı intiharenmi yoksa maktulenmi vâki olmuştur?
Said Paşa hz. leri burasını açılarlarsa meselenin hallini kolaylaştırmış
olurlar. Eğer maktulen ise; yazdığı gibi meclis-i vükela mazbatasını
yukarıdaki gibi mübhem suretinde tefsirine hacet ol-mayıb, eğer kendi vukufu
itikadlarına göre intihar etmek suretiyle olmuşsa, o halde açılmasına teşebbüs
olunan cinayet mahkemesi padişahın tahtdan indirilmesini vukua getirenlerin
vücudlannı ortadan kaldırmak maksadıyla sarat/ tarafından düzenlenmiş bir dâva
olaca-ğından Said p bu dâvanın sağlıklı olup olmadığına adem-i sıhhat vahametini hünkâra bildirip iknâya çalışması,
olamadı takdirde düzeni kuranlardan çekineceği yer de, me-muriyetten çekilmesi
lâzım gelmezmiydi? Doğrusu insaf i bir sadnazam makamını değil, dâr-ı diyarını
da terk ederde bir takım masumların idamı hükmünün gerçekleşmesine müsaade
eylemezdi!" Demekte
Kıbrıslı Mehmed Kâmil
Paşa; cinayet mahkemesi hakkında Said Paşa'nın yazmış bulunduklarına cevap
olarak şunları beyan etmekte: "Ben
o zaman taşra'dan geleli çok olmamıştı. Hadiseyle alakalı bilgilerim,
gazetelerin verdiği bilgiyi hâviydi. Yalnız; cinayet fevkalâde mahkemesinin
başlangıç döneminde Mahmud Paşa'nın önce saray-ı hümayuna takdim eylediği
cariyenin vak'adan sonra saraydan çıkıp Mahmud Paşa'nın hanesine avdetinde,
Sultan Aziz'in öldürüldüğüne dâir malumat vermesiyle, Mahmud Paşa'nın bu
malumatı huzur-u hümayuna arz eylemesi üzerine cinayet iddiasının takibata
alınıp tahkikata girişilmesi emrolunduğundan gerekenin yapıldığını
işitmiş-tim. Ancak şunu da ilâve etmeliyimki mahkemenin sonuçlanmasından sonra
bir akşam Said Paşa; Mahmud Nedim ve hariciye nazırı Asım Paşaları ve bir de
ben acizi, saraya davet eylemişti.
Saray'da yemiş
olduğumuz yemekden sonra bahçenin bir köşesinde bulunan küçük bir köşke
götürüldük. Sultan Abdülhamid hân hz. leri de oradaydı. Emir ve işaretleri
üzerine oturduk. Padişah; Sultan Aziz hadisesinden bahis açarak hemen yanında
bulunan ağzı mühürlü bir bohçayı açıp içerisinden çıkarılan kanlı elbiseleri
bize gösterdi. Daha sonra çıkardıklarını aynı torbaya doldurup ağzını da
kendi mührüyle bana mühürlettirrnişdi. Kaatiller hakkında hep birlikte lanetler
yağdırdıktan sonra elem ve kederle dolu olarak vak'aya dâir biraz daha
konuşmamızdan sonra zât-ı şahanenin müsadei seniyyeleri üzerine sadan
ayrıldık. Daha sonra anlaşıldıki Said ve Mahmud dim paşalar bu kanlı çamaşırlar
ve saray' in içindeki ri "süncelerden olsun, dışarıdaki efkârdan olsun
haberdar-mis/ar. Esas olan kanlı elbiseyi göstermekle gerek Asım Paşa7yi
gerekse beni cinayetin sıhhatine kanaat getirme hususunda
güçlendirmekmiş." Yine; Ressam Naciye Ney-Val hanımın: "Mutlakiyet
Meşrutiyet ve Cumhuriyet Anılarım" adlı hatıratını Fatma Rezan Hürmen
hanımefendinin nefis bir İstanbu! Türkçesiyle hazırladığı eserden Sultan Aziz
'in akıbetiyle ilgili satırları alıntılayalım: "Sultan Aziz'in kalfalarından
Sermed Kalfa Valide Sultan hanımında hizmetine koşan biridir. Diyorki;
'.Efendimiz (Sultan Aziz) daima vâli-desiyle birlikte kalmakta olduğundan, biz
lazım olduğumuz zaman içeriye giriyorduk. Buda abdest filân aldırmak içindi.
O gün abdest alıp odasına girdi. Seccadesini yayarak çekildim. Valide Sultan
efendimizde abdest almak için abdest mahalline geçmişdi. Ben on-oniki yaşlarındaki
yanımızda bulunan kıza sen havluyu al, kapının Önünde bekle. Valide Sultan
efendimiz çıkınca eline verirsin. Ben şimdi gelirim, azıcık işim var dedim.
Abdestha-nede cennetmekân efendimizin (Sultan Aziz) odasının tam karşısında,
yâni divanhanenin öbür uçundaydı. Birinde çıt çıksa, öbüründe işitmemek kabil
değil sarayda velinimetlere böyle havlu tutmak adet olduğundan kızı orada
bırakıp, koşarak yuk&rı çıkacak ve hemen inip Va-
Ldesultanın
seccadesini yayacaktım. Benim yukarıya çık-mamın üzerinden iki dakika
geçmemişti ki küçük kız, elerı ayaklan buz kesilmiş, tir tir titremekte olduğu
halde raıven basamaklarını ikişer ikişer çıkarak yanıma gel-dı «e eteklerime
sarılarak:
~Aman, aman, kalfam!
Aman üç-dört fena kıyafetli Efendimizin odasına girdiler. Ben bağıracaktım.
Sus! Dediler. Korktum
bayılacağım buraya dar geldim. Diyerek ağlamaya başladı.
-Nereden geldiler?
-Amanın kalfam amanın
hasırların arkasından çıktılar!
-Sus! Hınzır kâfir!
Sus! Kaç saatdir orada dolaşıyoruz. Hasırların arkasında kimse bir şey
görmedide sen mi gördün? Hayalet görünmüş sana.. Sus sakın bunu kimsenin
yanında ağzına alma başımıza belâ getirirsin! Diyerek aşağı indim" Demekte
Sermed Kalfa! Bu da; Sultan Aziz'in akıbeti hakkında işin ne yolda
gerçekleştiğine dâir bir done sayılabilir!
Kıbrıslı Mehmed Kâmil
Paşa; Sultan Aziz davası mahkemesi hakkında Said Paşa'nın ortaya saçtıklarına
şöyle cevap vermekte: "..Mahkemenin bitiminden sonra temyiz ceza
dâiresinin, adliye nezaretinden tezkere ile babıâtî'ye gönderdiği ilâm
evrakının, meclis-i vükelâya havalesi ve işin gayet ehemmiyetli olması
hasebiyle iyice tetkik olunup, bakılması riyasetten ifade olundu. Yapılacak
icraatın üzerinde nafıa nâzın Hasan Fehmi Efendi, görüşünü beyan esnasında
gazetelerde bazı şeyler görülmekte olup, bu meselede düşünülecek cihet var ise,
avrupa tarafında kötü bir te'sir meydana getirip getirmeyeceği bilinmesi icâb
ettiği bunu da hariciye nezaretinin belirtmesine bağlı ol-duğunu zikretti.
Hariciye nâzın Asım Paşada, sefirteri-miz tarafından bu hususda herhangi bir
iş'ar oukubulmadığt, yalnız ingiliz Parlamentosunda mevzubahs edildiğini,
Londra b. elçimiz Muzurus Paşa tarafından bil dirİlnıiştir. Dediğinde; Said
Paşa böyle siyasi olaylarda şimdiden keşif yapılamayacağını söylemekle
mukabele etmişti. Muzu-
Paşanın telgrafı her
nedense meclis de ortaya çıkan-lıp okunmamıştır."
.* l^pped Kâmil Paşa yukarıdan beri yazdığımız
mevzuuda nları ifade etmektedir:
"Bu toplantıdan dokuz-on gün onra iradei seniyye ile sadrıazam
mazulları, heyet-i vükelâ müşirler
(ordu kumandanları)r deületin ileri gelen memurları arasında bir içtima
yapıldı. Said Paşa; hangi hikmete mebni ise şüphesizki padişahın muvafakatına
uugun olan, kendince de bir tedbiri mahsus olmak üzere akdolan meclise
riyasetten istinkâfla eski sadrıazamlar-dan Safoet Paşaya riyaseti havale
etmiştiler. Said Paşa hz. lerinin hatıratın da: <blr taraftan orada
bulunanların bir çoğu reylerini bizzat takrir ue bazıları tarif ederek
yazdırdıktan sonra sıra İle zaptı imza etmekteydiler. İmza sırası adliye nâzın
Ahmed Cevdet Paşaya geldiğinde, sadrıazam ve şeyhülislâm mazulları huzura
istenildik. Padişah toplanmış olduğumuz husus için bazı tenbihlerde ve
alelhusus hanedan-ı saltanat-ı seniyye azasından bazılarının bir suikasd ile
Nus-retiye Kasrına davetlerine dair izahat da bulundular. Önemli mesele
sebebiyle sarayda toplanmış cemiyet-l ilmiyede, yeniden müzakerelere
girlşildiği iradei seniyyeden anlaşıldığından heyet-i vükelâya, askerî
komutanlardan meydana gelmiş fevkalade toplantının kararı ertesi güne
bırakıldığı ve geri katan azalar, yâni Cevdet Paşa ile ondan sonra isimlen
ya-zılan onbir kişi tarafından mazbataya imza konulmamıştı. Denildiği halde; öte tarafdanda böyle natamam
mazbata-n<n kesb-i katiyyet eylemiş tarzda ilânı sanki sonu başına uygun
olmayan ilânı yapmaya benzedi. Bununla beraber oradakilere matuf ve başka başka
ibarelerle yazılı reylerin ezici çoğunluğu ile neticesi mahkemece verilen
hükmün lcrası merkezinde ve çünkü bir padişahın katilleri hakkın-a başka bir
şey demlemeyeceği mertebe-i bedahetde
olup şu mey anda Said
Paşa. hz. [erinin rey'i daima olduğu gibi tereddütden hâli olmasada yine
şöyleymiş: <Mahke-me-i temyizden tasdik olunmuş hüküm muta1 dır. Bununla
beraber mahkemenin kararının icrasında veya tâdilinde hukuk-ı seniyye
derkârdır.> Bu beyanda, muta kelimesi oâcib el ita oe lâzım ül ifa demek
olacağı gibi <cezai hükmün icrasında ve tâdilinde hukuk-ı se niyye
derkâr-dır> ibaresi, gerçi malumu ilân kabilinden bir tâbir olsa da, bununla
icra ciheti te'yid edilmek istendiği derkârdu: Reylerin verilmesi sırasında
külfet altına girerek,fotoğraf-ladığı oe neşreylediği rey-i âcizanemde ise:
<hükmü kanunun icrası rey'indeyim. Fakat bunun tamame-i icrası veya tahfifi
(hafifletilmesi) hakkında ilham-ı rabbani, kalbi şahanede herne vecihle vârid
olursa isabet ondadu:> demiştim. Amenna! Fakat bakalım rey-i basit-i
acizânem-le, Said Paşa'nın tereddüd dolu rey'i arasında hükmen bir fark
varmıdır? Nihayet o fevkalade heyet'in ikinci defaki oe ertesi günkü mabeyni
hümayunda toplanarak, bir gün evvelki tamamlanamamış zabtın ikmaline
gideleceğine daha sonra anlaşılacağı üzere bi rinci maksad <mahkû-miyn (yâni
mahkumlar) hakkında, temyiz mahkemesince tasdik olunan mücazaatın
(cezalandırmanın) tamamen icra edilmesi> diğeri temyiz mahkemesi ilâmında
yazılı bulunan kanuni cezanın tahfifi (hafifletilmesi) suretinde iki rey
pusulası yazılmış idi. Aradan geçen bir gün zarfında Muzurus Paşa' nın
telgrafnamesi mealine ve bu telgrafda Mithad Paşa lehine hareket etmek üzere
Mösyö Gtodeston tarafından ingiltere'nin İstanbul sefirine verildiği hikâye
edilen talimatın şekline göre muttali olanlar, cezanın hafifletilmesi rey'ine
yazılıp, hakiki durumdan haberdar
edilmeyenler ise, cezanın tamamen uygulanması pusulasına imza koymuşlardı.
Said Paşa hz. teri cezanın hafiflefilmesi rey'ine kaydolup, birinci toplantıda
rey açıklamada acziyet gösterenlere bile başka üçüncü bir tercih şıkkı olmadığından
cezanın hafifletilmesi rey'ine katılmayı tercih etmişlerdir.
Bu minval üzere
cezaların hafifletilmesi yolunda rey kullananlar azınlıkda, Said Paşa hz.
leride o meyanda olarak pusulaların kaldırılmasıyla takdim olunamaz bata
üzerine hakan-ı sabık (2. Abdülhamid hân) dahi güya merhameten azınlığın
rey'ini tercih etmiştir. Tertib-i vakıa ettirilen, dâvayı mahudenin, sania
(uydurma)'dan ibaret bulunduğuna, adliye nezaretindeyken Tanzimat ve İsla-hat-ı
lâzımeyi kamilen tatbik sahasına koydukları hatırat-ı âliyyelerinde gösterilen
Said Paşa hz. terinin gözü önünde cereyan eden mahkemenin sûrî (samimi
olmayan) olduğuna o vakit kesb-i vukuf edilmiş olsaydı, müzakerelerde hazır
bulunan vicdan sahipleri, o hükmü kabul edecek kimseler arasında asla olamazdı."
Kıbrıslı Mehmed Kâmil
Paşa; günümüzün meselesi gibi sayılmakta olan Midhat Paşa ve arkadaşları
cinayet mahkemesi davası ve sonuçları, elan bir kesin hükme kavuşturulabil-miş
değildir. Bu bakımdan Said Paşa'nın hatıratında kendisine yapılan dokundurmalara
cevap verme yoluna gittiği gibi bunda çok hassas davranmayı da ihmal
etmemiştir.
Midhat Paşa yukarıda
izah ettiğimiz gibi, gece yarısı saraya çağrılıp, Izzeddin vapuruna
bindirilip, avrupaya menfaya gönderildiğinde 20 ay kadar gurbet-i vatan çekti.
Ancak hiç başına gelenden mütenebbih olmamış, dilin kemiği olmadığından
ileri-geri konuşuyor vede ne konuştuysa ilaveleriyle birlikte Sultan Hamid'e
duyuruluyordu. Kontrolsuz bir şekilde ecnebi diyarlarda hangi hataları icra
edeceği meçhul bir Mid-hat Paşa yerine, affa nail olmuş ve valilik görevinde
bir yerde istihdamının daha iyi olacağını düşünen padişah tarafından geri dönüş
alt yapısı hazırlandı ve 4/Ağustos/1880 târihinde ülkenin önemi büyük bir
vilâyeti olan Aydtn'a tâyin ediliyordu. Bu vilâyet o zaman İzmİrde dâhil Ege
Bölgesinin tamamını içinde bulunduruyordu. Midhat Paşa; buradaki valiliğinin
9. Ayının 12. günü, yâni 16/Mayıs/Î881'de tevkif emriyle karşılaştı. Sultan
Abdülaziz'in şehadeti üzerine açılan tahkikatta ifadesi alınmak gerekçesiyle.
Bu tevkif emri için Midhat Paşa'nın yaptığı uzakta olan İngiliz elçiliğine
gidemyece-ğini anladığından hemen yakınındaki Fransa konsolosluğuna kapağı
atmak oldu. Bu sığınma talebi idi ki, sadaret de bulunmuş bir kimse için
yapılacak işlerden değildi. Ama dikkat buyurursak, sadrıazam Said Paşa'da bir
keresinde ingiliz b. elçiliğine sığınmıştır ve de daha sonra 2. Abdülhamid han,
bu paşayı yine sadarete getirmiştir. Pek tuhaf hallerdendir. Demekki
sadrıazamlık yapan zevat biie hayatlarını tehlikede gördükleri an dost düşman
demeyipde, ecnebi misyona iltica etmekten içtinap etmiyorlar. Öztuna Bey;
Midhat Paşanın bu yaptığına aynen:
"Eski bir sadnazamın ve hâlen devletin en büyük eyaletinin başında
bulunan bir umûmî valinin bu hareketi, son devir Türkiye târihinin en çirkin
olaylarından biridir ve Midhat Paşa İçin gerçek bir lekedir. Bunun şahsı için
bir leke olduğunu Paşa'da, hatıralarında <yalnız bana değil, evlâdıma da
kalacak târiM ömrümün lekesidir> şeklinde itiraf etmekte ancak can
kaygusuna düştüğünü ileri sürerek, şahsını savunmaya çalışmaktadır."
Demektedir. Biz de hemen ilâve edelim ki, bu fahiş hatayı 2. Abdülhamid dönemi
sadnazamlarından iki kişide daha ecnebi sefaretlere iltica yoluna başvurduğunu
görüyoruz. Bunlardan birisi hatıratlarından alıntı yaptığımız, Erzurumlu,
Şâpur Çelebi İakablı ve
Abdülhamid Hân
tarafından dokuz defa sadarete getirilmiş bulunan Küçük Mehmed Said Paşa'dırki
İngilizlere iltica etmiştir. Diğeride yine hatıratından alıntılar aldığımız
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'dır ki bu zatda, İngiliz konsolosluğuna iltica etme
yanlışını sergilemiştir. Bu hatırlatmayı yapmaktan maksad Midhat Paşa'nın böyle
bir davranışda tek olmadığını amma yine de ilk olduğuna okurlarımızın dikkatini
çekelim
istedik.
Midhat Paşa'nın bu
ilticası üzerine Sultan Hamid, Fransa'nın İstanbul b. elçisini çağırttı ve
derhal sığınmacının konsolosluk dışına çıkarılmasını tehdit yollu talep etti.
Fransızların elçisi Tissoti'yi tehdidiyle bunaltan padi şah büyük elçinin
İzmir konsoloslarına talimat göndermesini temin etmişti. B. elçi Tissoti,
İzmir'deki konsolos Pelissirey'e çektiği telgrafla Midhat Paşa'yı ihraç
etmesini İstedi, çünkü az bir zaman önce Fransa, Tunus'u işgal etmiş, Osmanlı
devletinin heran kendilerine savaş açacaklar korkusunu taşıdığından, Midhat
Paşa olayı buna kapı açmasın diye dikkatli olmayı tercih etmişler ve
kendilerin iltica edeni dışarı koymak suretiyle sahibi oldukları
hürriyetçilerin abidesi Fransa lakabının gölgelenmesine katlandılar.
Yıldız Mahkemesi
kararları şöyle tecelli etti: Rüşdü, Midhat, Nuri, Mahmud Paşa'larteı,
Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, kazanmış oldukları bütün rütbe ve nişanların
alınması, dâ-f^ad olan paşaların sultan hanımlardan ayrılıp, damad sıfatlarının
kaldırılması, bunların idamına bahçevanlıkla görevlendirilen üç pehlivan ile
iki mabeynci ve binbaşı Necip ey'inde idama, Seyyid Bey ile Miralay İzzet
Bey'in on yıl hapse mahkûm edilmeleri istikametinde hüküm verildi.
Yılmaz Öztuna Bey'in
adı geçen eserinde 176. sn. de, şunları kaydetmektedir: ".Temyiz ve
fetvahane bu kararlan ayrı ayrı tasdik ettikten sonra, son tasdik hükümdarın
iradesine sunuldu.
2. Abdülhamid,
20/Temmuz/1881 günü Yıldız sarayında 25 kişilik fevkalâde bir meclis topladı.
Bütün muteber devlet adamlarının katıldığı bu toplantıda mahkeme kararları,
iştirak edenlerin tsüşârî reyine arz edildi. Herkes rey'ini yazılı olarak
hükümdara bildirdi. 15 kişi hükümlerin aynen tatbiki, on kişi ise idam
cezalarının müebbed hapse tahvili rey'inde bulundu. İdam hükümlerinin aynen
tatbikini mucîb se-bebler göstererek isteyenlerin arasında Gazi Osman Paşa ile
asnnn en büyük Türk Hukukçusu olan Adliye nâzın tarihçi Cevdet Paşada
bulunuyordu. Bilhassa bu İki zâtın kanaatleri mühimdir Çünkü şahsiyetleri bakımından,
herhangi bir art düşünce ite hareket etmelerine az da olsa ihtimal verilemez.
Cevdet Paşa tarihçi sıfatıyla, Sultan Aziz faciasının devlete neler
kaybettirdiğini, ne felâketlere sebeb olduğunu çok iyi biliyordu. Gazi Osman
Paşa ise, yazılı esbâb-ı mucîbesinde, bu kararların, bir daha böyle feciî ue
sorumsuz işlere teşebbüs edilmemesi için ibret olacak şekilde uygulanması icâb
ettiğini belirtiyor, hâttâ bu kararları değiştirmeye padişah'ın bile hakkı
olmadığını imâ ediyordu. 2. Abdülhamid, buna rağmen idam cezalarını müebbet
hapse tahvil etti. Bunda İngiltere'nin te'siri olduğu inkâr edilemez. Zira
liberal avrupa, bilhassa İngiliz basını, Midhat Paşayı şiddette savunuyordu.
İngiltere, Midhat Paşa'yı kendi adamı gibi telakki ediyordu ve mahkûmiyetten sonra
da bu telâkkisinden vazgeçmediği ni az aşağıda göreceğiz demektedir "
28/Temmuz/l881 'de
İzzeddin Vapuruna bindirilen mahkumlar Tâİfe yola çıkarıldılar. Orada
bulunmakta olan kale de hapsolundular. Burada 2 sene, 9 'ay sonra; Midhat Paşa
olsun, Mahmud Celâleddin Paşa olsun askerler tarafından boğmak suretiyle
öldürüldüler kaydını görüyoruz. Bu emrin kimin tarafından verildiği karanlıkta
kalmıştır diyen Öztuna Bey, bu güne kadarda işin sırrı çözülememiştir
demektedir. Abdülhamid düşmanları padişahın bu emri gizlice verdiğini ileri
sürerek, büyük bir iftiraya başvurmuşlardır. Sultan Ha mid cidden merhameti
münasebetiylede pek yüksek bir şahsiyettir. Kendi sine bunlar hakkında mahkeme
ve temyiz kararını tatbik et diyenlerin tavsiyesini yerine getirir böylece de,
otoritesinin kuvvetlenmesini temin ederdi. Oztutfa Bey; Hicaz Valisi Osman Nuri
Paşa'nın bu hususda bir emri olabilir çünkü bu paşa, Mekke Şerifini tevkif
edip, yerine başkasını tâyin edecek cürete sahip bir paşaydı demektedir. Midhat
Paşa meşhur hatıratını bu cezayı Tâif'de yatarken yazdığı bilinen
gerçeklerdendir.
ingilizlerin; Midhat
Paşayı halas etmek gayesiyle Taife bir baskın düşündüğü ve bunun içinde
Kızildeniz'de bir savaş gemisini hazır tuttuğu istihbaratça doğrulanmış
hususattan-dır. Midhat Paşa hayatını kaybettiğinde 62 yaşında olup, Hayrullah
Efendi ve Nuri Paşa Tâif'de ölmüşlerdi. Rüşdü Pa-Şa Manisa'da ölürken hakkında
verilen karar ölümü beklendiğinden uygulanma cihetine başvurulmamıştır.
Mısır'da Hİdiv
unvanıyla yönetimi götüren İsmail Paşa hayli israflar yapmış, merhum Abdülaziz
Hân'dan elde ettiği borçlanabilme müsaadesinden sonra, İngiliz ve Fransa'ya
yaptığı borçlanmalar faiz sarmalına düşmesini intaç etmiş on sene içinde 100
milyon İngiliz altununu aşmıştı. Görülen oydu kî, Mısır bir eyalet-i mümtâze
olarak öyle borçlanmış ki, koskoca devletin borcunu aşmak üzereydi. Bu bakımdan
ademî merkeziyetin mahzurlu olduğu buradaki neticeden de istihsal olunabilinir.
Abdülhamid Hân'ın merkeziyetçi idâresinin isabeti ortaya çıktığı gibi, çok
sonraları, bir hanedan üyesi olan mecnûn sayılsa seza olan Prens Sabahhaddin
Bey, adem-î merkeziyet taraftan olarak Mısır' ı da örnek olarak göremedi insan
şaşıyor.. Hidiv İsmail Paşa, Süveş Kanalının elindeki tahvillerini satarak
borçları düşürmeye çalışırken, Fransa bunlara talip idi. İngilizlerin Yahudi
asıllı başbakanı D'izraeli, mâli tüyo'ya çabuk ulaşan teşkilatı vasıtasıyla durumu
hızla değerlendirdi ve hisselleri İngiliz idaresine mâl etmeyi bildi. Bu
donanmasına güvenen bir devletin cesaret edebileceği bir işti. D'izraeli bu
silahını akılıca kullanarak, Fransa'yı dizletti. Süveş Kanalı kullanımıyla
İngiltere-Hindis-tan hattı pek değişebilen bir lezzet verdi Britanya ticaret ve
sömürgeciliğine. Fransa bu işe müdehale edecek durumda değildi Dölesepsİs bir
Fransız olarak açtığı kanalın İngilizlere yâr olduğunu, görüp görmediğini
düşünüyor insan! Tahvillerin satışı İsmail Paşa'yı borçsuz hâle getirmeye
yeterli olmadı. Mısır Hidiv'inden alacaklı olan Fransa ve İngiltere, yüzlerini
babıâlî'ye dönüp, kapısını çalmağa başladılar, ismail Paşa, Mısır hükümetinin
mâliye bakanlığını bir ingilize, nâfıa yâni bayındırlık bakanlığımda bir
Fransız'a vermek zorunda kaldı.
Kırım gerekse 93
Savaşında Osmanlı ordusunda, gük vafetleri, talimli durumları, disiplinli
hareketleriyle göz
Muran Mısır askeri.
Sultan Aziz'den aldığı bir fermanla 30iv
mevcuda çıkarılmıştı. Mısır kabinesinin biri İngiliz diğeri
F ansız olan iki
bakanı hemen şartlarını koydular, bu ordu küçültülecek; 30 binden, 18 bine düşürülecek dayatması vaptılar ve bu
arada da 2500 subayı emekliye şevkettiler.
Emekliye ayrılmış
bulunan subayların çoğunluğunu Türk ve Çerkeş kökenli olanlar teşkil ediyor
böylece aralarında az miktarda Arab ırkından subay bulunuyordu. İşte Osmanlı
devlet hududları içinde ilk ırkî hareket başladı, muharrikleri. Türk ve Çerkeş
olmakla beraber, bunların hareket lideri olarak başlarına geçirdikleri Albay
rütbeli Arabî Bey bu hareketin lideri oldu. Sultan Hamid, İsmail Paşayı
hidivlikten azletti yerine Tevfik Paşa isimli İsmail Paşanın oğlunu hidiv
nasbet-ti. Bu Tevfik Paşa, 1. Abdülhamid'in sadrıâzamlarından olan Halil Hamid
Paşa'nın oğlu Mehmed Arif Bey'in kızı olan Zehra hanımdan dünya gelen bir
çocuktur ve Kemâl Derviş ile akrabalığı muhtemeldir. Bu Tevfik Paşa'nın oğluda
Ahmed Fuad Beydir ve Mısır'ın ilk kralıdır. İtalya'da sürgünde ölen Kral
Faruk'un babasıdır. Bu Krallık zâten iki kral gördükten sonra bir askeri
ihtilâlle yok olmuştur. Önceleri harbiye nazırlığını ele geçiren Albay
Arâbî'yi Sultan Hamid, mirliva yâni general rütbesiyle taltif etti. Ancak,
Mısır'da kavmi necip an-layışı yayılmaya, memlekefde yaşayan diğer unsurlar
rahat edemezlerken herkes tabiisi olduğu devletlere şikâyetlerini duyuruyordu.
Bunların içinde İngilizler, avrupa olup Mısır'da yaşamakta olanların haklarını
bundan böyle kendisinin arayacağını bunun içinde Mısır'a asker çıkaracağını
fakat bura-akı Osmanlı devletinin hak ve hukukuna dokunmayacağını eyledi.
İş bu vaziyete gelmişken,
Mısır'da Arabi Paşa, başbakanlık makamına irtika eyledi yâni başabakan oldu.
Akabinde İskenderiye'de çıkarı bir kıyamda, ahali İngilizlerin olsun
avru-palılann olsun mallarını yağmaya giriştiler. Bir hayli ölü yanında bazı
elçilik görevlileri yaralanırken, dört konsoloslunda yaralandığı görüldü.
İngiliz Amiral Seymour İskenderiye'yi saatlerce ve ara vermeden bombardımana
tâbi tuttu. 12/Temmuz/1882'de Arabî Paşa birlikleri Sir Gamet: Wolse-ley
kuvvetleri tarafından Teylül Kebîr meydan muharebesinde bir çeyrek saat geçti
geçmedi mağlup oldu, ingilizler Kahire'ye girerken, maceraperest Arabî Paşa da
sürüldüğü Seylân'a doğru yola çıkarıldığı haberiyle ortalık çalka lanıyordu.
İngiltere; Mısır'a
girince Sudan'ı da işgal dışında bırakmadı. Ancak ifadesinde durumun geçici
olduğunu söylemesi, meselâ Osmanlı devletinin Mısır'dan aldığı vergiye engel olmaması
sanki bu sözün samimiliğini andırıyordu. Yapılan müzakereler neticesinde de bir
iki defa çekilmeyi kabul eden merhalelere getirdi vaziyeti sonra kendine âid
olaylar icâd ederek erteledi velhasıl herkesi oyaladı durdu. Fakat, fiili işgal
mevcut hukukî statü ise Osmanlının koyduğu idi. Bu hâlin 1. dünya savaşına
kadar sürdüğü görülmüştür.
Osmanlı
sadrıazamlanndan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Pa-şa'nın gerek Mısır ile gerekse
İngiltere kraliyet ailesi ve politik arenasında hürmete şayan bir münasebet
bulunuyordu bu bakımdan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'nın, İbnül Emin Bey'in
"Son Sadrıazamlar" adlı değerli eserinde yer alan satırlardan bu
bağlantıya bir atfu nazar edelim: Paşa'nın Mısır ile olan bağlantısını göz
önüne aldığımızda, Osmanlı-Mısır münasebetlerindeki davranışı, Osmanlılık
açısından nasıl bir fikir hasıl eder"? "..1298/1881 senesi Şevval
başlarında çıktığı bahs olunan mezkûr mesele benim hatıratımda beyan kıtınrlıâı
yibi Tevfik Paşanin hidivliğe nasbından önce pederi İsmail Paşanın vazifesi
esnasında kötü idaresi ve israfları neticesi olarak, İngiltere ve Fransa
devletlerinin Mısırın mâli işlerine müdahaleye tasaddileri kendini göstermeye
başladı. Osmanlı dev letinin bağlısı olan ve ekseriya vak'aların icâbatı-na
göre karar alması yerine muhalif tedbirlere gitmesi, bunda devam ve ısrar eden
Hidiv, git gide, durumun vahametini arttırmaya başlamıştı. Said Paşa hz.
lerinin; türlü şekillere tahvil ederek kayıt ve tezkâr ederek hikaye ettiği
MısırVye'yi müzakere için İngiltere devleti tarafından fevkalede sefaretle
İstanbul'a gönderilen, Dermond Volf'un hâmil bulunduğu nâme ile nutkunun
tercümeleri sırasında <evkaf nâzın Kâmil paşa mülakat için yanıma geldi
Mütercim Davud efendi ev rakı bana verirken gördüydü. Mütercimin ifadesin den,
neye dâir olduğu malum olduğundan mütalaasını arzu etti. Vükelâdan gizli bir
şey olmadığından kendisine verildi. Kâğıdlar akşam arza verildi. Fıkrasını koymakla ne demek istediklerini
anlamak zorsa da, memur olduğum nezaretin, işlerinden dolayı müzakereler için,
Said Paşa'nın yanına gitmiş olmamın şüpheden uzak olmam gereken bir sırada,
mütercim tarafından takdimin de içindekilerden bahse mahal olmayan evrakın
okunmasını arzu etmek gibi bir teklifsizlik göster-mekleğime hâl ve terbiyemin
müsaid olmayacağı beni az çok tanıyanlarca takdir ve teslim olunur iti
kadındayım.
Sdid Paşa; Londra'da
sefaret-i fevkaladesi için memuriyet-i acizanem arz ve istizan eylediğini
hatıratının bir köşesine yazmakla beraber, bir kaç sahife sonra Sir Der-mond
Volf ile 'Müzakere için murahhas seçimi bahsinde o vakit hariciye nazırı
rahmetli Asım Paşa lisanından <Kâmil Paşanın diplomasi malumatında vukufu
behri-yesi sebk etmedi Onun tâ-takdirinde işçe gı'ıçlük gÖrülür.> cümlesini
sarfettirmişterdir ki, mânası oldukça net bir teveccüh olduğu görülür, diyerek
geçelim sözüyle noktalıyor."
KâmİI Paşa'nin
görüldüğü gibi; Said Paşa'nın ünlü hatıra-tın'da kendisine dokundurma
hissettiği hususda bir beyanda bulunduğunu ve Kâmil Paşa'nın verdiği cevapla,
Said Paşayı ve onun tarzını ortaya koymaya çalışırken, İsmail Paşa'yıda tarz-ı
İdaresinden ve israfından dolayı kabahatli bulduğunu çıkarmak ifadesini
dikkatle okuyunca anlamak kâbi! dolay-sıyla Mısır ile olan garabeti, Osmanlı
anlayışından ayrılmasını temine vesile olmadığı ortada.
eni meselesi
dendiğinde; akla ilk gelen, asırlardır a lu topraklarında birlik ve beraberlik
içinde nesiller yetiren birbirlerinin inanç ve geleneklerine saygı duyan
în-ıarın varlığıdır. Ancak şu 1293/1877 Osmanlı/Rus savaşı havetinde imzalanan
Ayatefanos antlaşması oluncaya karar
Mezkûr savaşın antlaşmasında bir Ermeni meselesi ih-las olunmuştur ve
bunun mucidi Ruslar olup, vatansız Ermeni ahalisine şüphesiz ki Osmanlı
devletiyle aralarında var olan medenî insaniyet bağlarını kopartıp, birbirleri
hakkında kötü emeller besleyip, var olan huzuru yok etmek ve bunların
safdillerini kendi gaye ve hedefi istikametinde istihdam etmek, böylece çıkacak
düşmanlığın bir din savaşı şeklinde tefsir edip, Şark'a doğru bir mânada İslâm
ve topraklan ürerine Doğu avrupanın verimsiz alanlarından kalkıp yer allı ve
yer üstü madenlerine ve nimetlerine egemen olmada maşa olarak kullanmaktı. Buna
start veren madde şöyleydi ve göreceksiniz ki, bir kere bile Ermeni kelimesi
geçmemektedir maddede fakat bu maddedirki satır aralarında nihan olan mânalarla
doğurmuştur Ermeni meselesini:
Madde: "Osmanlı
devleti Girid Adası halkı tarafından der-miyan olunan istekleri önemle göz
önünde tutmakla beraber 1868 yılı dâhili tüzüğünün uygulanmasını taah- hat eder
Şu mukauelenâmede kendileri için özel bir idare şekli tâyin 0 anmayan
Arnavutluk ve Tırhala ile Rumeli'nin sair yerleri mahalli ihtiyaçları karşıla- yacak muvafık
bir tü-acaktır. Üyeleri yerli ahaliden olmak üzere teşkil acak özel komisyonlar
her vilayette yeni tüzüğün tefer-nı müzakere ederek so-nucunu babıall'ye
arzedeeekler-manlı devleti dahi bu tüzüğü uygulamaya o az etme-
lçınden Rusya devleti
ile bir kere istişare edecektir." İşte bu madde Ayastefanos antlaşmasında
bu haldeyken, Berlin konferansında ki her ne kadar bu konferans bizim için
hayli-çene işe yaramış ve Ayastefanos'un derin yaralarını sarmiş-sada, bu madde
orada 61. madde adıyla genelleştirilmiş ve Rusya'nın elde ettiği imtiyaz bütün
düvel-i muazzamayada tanınmıştır. Böylece batı âlemi, şark dünyasına top yekûn
saldırıya geçecekken bu kurnazca muahedenin tertibiyle şarkın iç bünyesindeki
dindarlarının, kendilerine 5. kol olarak veya gizli tabii müttefik kılmış
oluyorlardı. Osmanlı devletini yıkabilmeyi sağlamak için Ortadoğu'da söz sahibi
olmak için bunlar vazgeçilmesi imkânsız çâreydi. Her ne kadar geçtiğimiz
1293/1877 Osmanlı-Rus savaşında bizim kaybımız Rusya karşısında zayfı
kalmamızdan değil, genç paşaların birbirini çekememesinin getirdiği yönetim
aksaklığını pek kimse itiraf etmez ama düşmanlarımız bunu anlamakta gecikmemiş
sevk-ı idarede tenakuzları görebilmiştir.
Bizde de bu savaşın
ilk tahlilini yapan kişi mümtaz yüzbaşı Mehmed Hulusi Efendi 1909'da Harbiye'de
"Harp Târihi Dersleri" muallimi olarak ders verdiğinde bu savaş
hakkında bilgilendirmeyi yapabilmek için birçok kitap okumuş, askeri raporları
tetkik etmiş "Niçin Mağlup Olduk" adlı bir eser kaleme al mıştır.
Biz, bu eseri Osmanlıcadan sadeleştirerek Akit Gazetemizde tefrika hâlinde
neşrettik. Henüz kitaplaştıra-madık esas söylemek istediğimiz bizde, 93
harbinin tahlilinin, savaştan 29 sene sonra yapılmasıdır halbuki bütün dünya
ülkeleri bu savaş üzerinde o kadar çok neşriyat yapmıştır ki buna sayısız demek
kabildir.
Ülkemizde; Ermeniler,
1860 yılında, dernekler kurmaya girişmişler ve yirmi yıl içinde bu sayıyı önce
kültür dernekleri olarak lanse edip rahatça çoğalttılar. Daha sonra da tedricen
silahlandırmaya başladılar. Böylece kan dökücü komitelerini peydana getirdiler.
Meselâ bunlardan
1860'da Kilikya'yı yüceltmek amacıyla Haynsever Cemiyeti, peşinden de
Fedakârlar cemiyeti faaliyete geçirildi. 1882 senesine kadar, Van ve civarında
Ararat-h, merkezleri Muş'da bulunan Mektepseverler, Şarklı, Kilikya cemiyetleri
kurdular ve de 1872'de yine Van'da "İttihat ve Halas Cemiyeti" yâni
birleşme ve kurtulma cemiyeti 1880 yılına gelindiğinde Erzurum'da Silahlılar
cemiyeti, Milliyetperver Kadınlar cemiyeti, Ermenistan'a Doğru Cemiyeti ve
Kafkasya'da Genç Ermenistan cemiyeti kurulmuştur. Van'da da Kara Haç cemiyeti
teşkil edildi. İstanbul'a gelince, burada "Erme ni Vatanperver
İttihadı" isminde bir cemiyet kuruldu
Bu son kurulan
cemiyet, Ermenileri hukukuna sahip kılmak, gereken yerlerde isyanların
çıkmasını temin etmek, gençleri silahlandırmak hususunda görev almıştı.
İstanbul'da da adına Ermeni Vatanperver İttihadı isminde bir cemiyet teşkil
olundu.
Yine; 1881'de
Erzurum'da kurulmuş olan Şurâ-yı Âlî Cemiyeti, çok geçmeden Müdafiî
Vatandaşlar Cemiyeti olmuştur. 1890'da da İstanbul'da Şant ile daha sonra da
Kurban adlı ihitlâlçi çeteler teşkil edilmiştir. Hınçak ve Taşnak komitelerini
daha ziyade, Kafkasya Ermenileri kurmuşlardır. Bu komitelerin kurucuları,
Osmanlı hududları haricindeki Erme-nilerdi. Bu hususda İngilizlerin Trabzon
konsolosu 1895 târihinde İngiltere'nin Osmanlı nezdinde ki b. elçisi Sir Filip
Ku-n ye gönderdiği raporun bir bölümünde şunları kaydeder: liderleri hareketi türkiye dışından idare
ediyorlardı. suretle kendileri tamamiyle
emniyet İçinde oldukları halde, Türkiye'deki ırkdaşlarına hayatı tahammül
edilmez hale 9etiriyorlardı. Maksatları, İslâmları hristiyanlara karşı tahrik
etmek, katliamlar çıkartarak memleketi dehşet içinde bırakmaktı: Bütün dünyaca
bilinmelidirki bu teşkilât anarşik bir karakter taşımaktadır. Şiddet yoluyla
karışıklıklar çıkartma k ue Ermenistan'ın yalnız ıslahatını değil, istiklâlimde
temine çalışmaktadırlar "
Bu raporu doğrulayan
şu misâl mühimdir: 1887 senesinde Kafkasya Rus Ermenilerinden Avedis Nazarbeg
ile sonradan izdivaç yaptığı Maro adlı kadınla ve Kafkasyalı Ermeni talebelerin
birlikte İsviçre'de Kari Marks'ın prensiplerinin esas tutulduğu Hinçak (Çan
Sesi) komitesinden üç yıl sonra 1890'da, Kafkas Ermeni'lerince de Tasnak veya
Taşnaksut-yun ihtilâl komitesi teşkil edildi. Bunların da amaçlan Türkiye
Ermenistamnı tesis için siyasi ve iktisadi hürriyet elde etmek riskine
girmekti. Bu komitenin pek vahşice verilmiş bir talimatı vardı. O da;
<Türk'ü, Kürd'ü her yerde her çeşit şerait altında vur. Mürtecileri yâni
eski hâlin devamını isteyenleri, sözünden ve yemini yapıp da bundan dönenleri,
Ermeni aleyhtarı hafiyeleri ve Ermenistan dâvasına hayinlik yapanları öldür ve
böylece intikam al!>
Bu talimatı alan
Ermeniler, Anadolu topraklarında 1894'de pek büyük bir isyan ateşi yaktılar ve
bunun adı Sason İsyan'! oldu. Muş ile Bitlis arasında bir ilçe olan Sason
bünyesinde 12 bin Ermeni barındırıyordu. Burada yaşamakta olan 15 bin kişi
kadar müslümanların çoğunluğunu Kürtler teşkil ediyorlardı ki burası yo! yetersizliği
hasebiyle askeri yardıma biraz geç kavuşur arazi idi. Sason Dağlarının sarp
kayalıkları kolay kolay geçit vermiyordu. Burada ateşi yakılan isyan, öyle
profesyonelce tezgâhlanmıştaki, yerli Ermenilerin böyle bir şeyi ne akıl
edebilmeleri nede tatbikleri kabildi. Hele Türk kılığına girmek suretiyle
kendi dindaş ve soydaşlarını katletmeleri ne yerli Ermenilerin cüretine nede
tanınacakları endişesiyle yapmayacakları işlerdendi. Amma cidden Türk
kılığına giren Ermeniler, bu işi yaptılar fakat bunlar bölnin insanı olmayıp
dışarıdan getirilmiş adam katlinde ofeSyonelleşmiş ihtilalci güruh olduğu ilk
akla gelendir. Burada çıkan arbede de, yüzlerce müslüman şehadet şerbetinin
içicisi olurken, 5 bin ermeni de fikren iğfal olmalarının acısını ölümleriyle
tattılar. Günü müzün Abdullah Öcaian adlı bölücübaşı'nın gün gelipde TBMM'ye
gireceğini ileri süren safdillerin bulunduğu dönemimizde, bunu ileri sürenlere
saf dil demesine diyoruzda, bakın bu Sason olayının baş tertip-çişi olarak
görülen Hamparsum Boyacıyan adlı Ermeni buradaki tahkikat ve icraattan
yakasını sıyırdı. Bu Hampar-sum'un 1908 meşrutiyet meclisinde Harput
milletvekili olarak İttihad ü Terâkki Parti mebusluğunda bulunması tıpatıp
Öcalan'ınkine benzemiyorsa da, yine de Allah korusun, saf diller dediklerimizin
bu teşhisleriyle naklettiğimiz olayia, yâni Hamparsum Boyacıyan ile ilişki
kurmaları da ümid olunabilir!
Ermeniler; Sason
olayının peşinde bir ay geçti geçmedi Dıyarıbekir'de de ayaklanmaya teşebbüs
ettiler. Ancak burada da 2 bine yakın insanlarını kaybettiler. Bütün bu
hareketlerin Osmanlı devletinin elinden kurtulmak meselesi olmadığı pek
barizdir. Yapılmak istenen dış devletler buralarda meydana gelen vak'alardan
mütevellid, Osmanlı hükümeti ne baskı yapmak suretiyle iç işlerine müdehale
yoluyla dev-let-i âliyenin çöküşünü temi ne gayret edip, yabancı devletlerin,
ajan çapındaki adamlarından aldıkları sözlere görede Büyük Ermenistan kurmak
hayılini diri tutmaktı. Bu husus-da, Ermeni Diasporası denilerek nâm salmış
başka ülkelerde yaşamakta olan Ermenilerin kurdukları bu organizasyon merkezi
bilhassa ecnebi baskıları teminde ve bu isyanları destekleyecek maddi imkânın
toplama ve dağıtım vazifesin! yapıyorlardı.
O sıralarda da
İstanbul'da bilhassa Kurtuluş semtinde o zamanki adı Tatavla'da oturan Ermeni
azınlık toplanmış bir takım protestolar ile asayişi ihlâle çalışıyorlardı.
Sahilhane-sinden çıkmış bulunan Sadrıazam Ahmed Vefik Paşa'nın faytonuna
ulaşan haberle vaziyetten haberdar olduğunda, hemen arabanın babıâfî
istikametinden yolunu değiştirmiş bu günkü Pangaltı kavşağına gelen Vefik Paşa,
tecemmu etmiş Ermeni kopillerini görünce hemen faytonunun kapısını açmış, o
gün romatizmalarının rutubetli hava münasebetiyle ağrılara sebeb olmasından,
bastonuyla yola çıktığından topluluğun ki sayısı alti-yediyüz kişiden az değil
üzerlerine yürümüş o güruhu tek başına dağıtmıştır. Devrin gazeteleri Ahmed
Vefik Paşanın sağa sola doğru koşarak yaptığı salveti tatlı bir uslûb ile haber
yapmışlardır.
30/Eylül/1895'de
Patrik İzmirliyan'in sinsi sinsi hazırladığı sayıları bir kaç yüzü bulan Ermeni
kopili ellerinde ve bellerinde silahlarıyla babıâlî'ye çıkıp sadaret binası
önünde protesto hareketi yapacaklarken, Sadrıazam Said Paşa bunların üzerine
asker sevk ettiği için vahim bir hâl zuhur etmiş oldu. Yıldız'da sadrıaZamın
icraatına vukufiyet kesbeden Sultan 2. Abdülhamid Hân derhal askeri birliği
geri çektirdi.
Bunların çoğuna sivil
elbise giydirip, Tahtakale ve Yemiş İskelesi hamalları kürtleri de hamalbaşılar
vasıtasıyla bu silahlı Ermeni kopillerinin üzerine sevk ettiği bir kaç tane
müs-lüman'ın şehadeti karşısında bin kişiye yakın Ermeni eşşek cennetini
boyladı. Kadırga da üçgün mukavemet eden Ermeniler sonunda pes etmeye mecbur
oldular. Onbir ay sonra Ermeniler bir daha hareketlendiler ve
26/Ağustos/1896'da Osmanlı Bankası merkezini bastılar. Ancak, Abdülhamid Hân'ın
meşhur Teşkilât-ı Mahsusası vaziyetten haberdar olduğundan banka civarında
tertibat almış ve saldırıyı bir kaç bomba patlatarak başlayan Ermenileri kısa
zamanda etkisiz
H"le qetirmeye
muvaffak olmuşlardı. Bu hareketide hazırnın patrik İzmirliyan olması calibi
dikkattir. Demek ki onbir evvel Kadırga semti olayını tezgâhlayan İzmirliyan'a
devlet herhangi bir yaptırım tatbik etmemiş! Acaba, İzmirliyan hem olayları
tertipliyor hem de devlete haber veren bir ajan-mıydı? Sultan 2. Mahmud'un, Rum
Patriği Grigoryası astığını qoz önüne alırsak, İzmirliyan'a bir şey yapılmamış
olması yoruma tâbidir.
Hoş Sultan Hamid cana
kıymayı sevmediğinden belki asmamak normalse de hiç bir şekilde cezaya muhatap
etmemesini yorumlamak kolay değildir. Ha yukarıdaki Kadırga semti olayında,
kıyamcilar üzerine askeri birlik gönderen Said Paşa' nın görevinden
azledildiğjni de hatırlatalım. Çünkü; asker ile bastırılan vak'anın avrupada
estireceği rüzgâr pek değişik olacağından padişah bu işi ahaliye havale ederek
İki gurup halk arasında çıkan arbede neticesi müessif olayları meydana
getirmiştir bahanesini ileri sürmek imkânını meydana getirmiştir. Çok zaman
geçmemiştiki bir Ermeni, sadrıazam Halil Rıfat Paşa'ya tabanca ile bir suikast
teşebbüsünde bulunmuş, menfur emenline nail olamamış ve Paşa isabet
almamıştır. Bütün bu tedbirler ve milis tarzı mukabele Erme-nieri ve onların
idareci takımını ürküttü. 21/Tem-muz/1905'deki Yıldız Camiinde patlattıkları
bomba hadisesi-ne kadar ortalıktan toz olmayı tercih ettiler.
Bizim târih
kitaplarımızda genellikle savaşlar oluş sebebi,
kimlerin bu savaşda
bulunduğu, neticesi ve mütareke ile sulh masasından bahsedilir. Biz bu
çalışmamızda savaşların perde arkasını ve safahatını nakleden ve bilhassa bahse
konu savaşda döğüşmüş savaşda sahib-i selahiyet olarak bulunanların varsa
hatırat ve husule getirdikleri risaleleri lâtinize ederek burada sahifemizi
süslemeye ve yeni nesle ulaştırmaya kendimi vazifeli addetmiş bulunmaktayım.
Bu seferki risalemiz
1313/İ897'de Osmanlı-Yunan savaşını en selahiyetli kalemden çıkan yazının
başındaki İsimle neşrolunmuş yâni "BİR GAAZİ'NİN BEYANATI1' adıyla
Os-manhca ve matbu olarak basıldığında hayli beğenilmiş olan risaleden
naklediyorum. Bu risalede bahse konu savaşı arılatan zât; Gaazi Alasonya
Ordusu kumandanı Müşiran dan Ga-azi İbrahim Edhem Paşa Hazretleridir.
Bilindiği gibi Sultan
2. Abdülhamid; önce amucası Sultan Abdülaziz'in tahtdan alaşağı edilip, akabinde
şehid edilmesi ve taht-ı Osmaniye 5. Mehmed Murad'ın çıkarılması ve de bu
padişahın da, doksan gün sonra şuuru muhtel oldu yâni dimağında meydana gelen
bozukluk hilafet ve padişahlık yükünü omuzlayacak takati taşıyamayacağı
anlaşıldığından onu da devrin devlet recülu tahtdan fetva ile iskat edip,
Türklerin padişahlığını, İslamların halifeliğini 1842 doğumlu ve hayli
olgunlaşmış bir Abdülmecid evlâdı olan 2. Abdülha-mid'e biat etmek suretiyle
vermiş oldular. Midhatlar, Rüş-dü'ler, Hüseyin Avniler, Kayserili Ahmed
Paşalar, Süleyman Hüsnü Paşalar hatta Mahmud Nedimler devletin atabeyleri gibi
işleri yönetmeğe kalktılar. Bu yönetişteki hataları ve meşrutiyet hususundaki
kararsızlıkları kendi aralarında
ihti-düşmelerini getirdi. Bu sırada Rusların sıcak denizlere e hülyası,
Osmanlı iç yapısındaki hızla bozulma hasebiy-! e de Avrupa devletlerinin adını
"Şark Meselesi" olarak kovdukları sömürülesi gereken toprakların
muhafızı cihan H leti Osmanlıyı târih sahnesinden izale etmek maksadıyla dört başı
mâmur bir plânla yürüttükleri saldirgan siyasetleri havli yıpranmamıza sebeb
veren meşhur rûmî 1293 / milâd 1877 Osmanlı-Rus Harbinin zuhuru vukubuldu.
Haçlı dünyasının ve
hilâl âleminin bu savaş sonrasında artık hiç bir şey eskisi gibi değildi!
Koskoca Osmanlı Devleti, başşehrinin yazlık bir mahallesi olan Yeşilköy'e kadar
gelmiş bulunan ezeli ve ebedi düşmanı moskofun elinden bir sulh-nâme almaya
çalışmaktaydı. Bu Ayastefanos Antlaşmasını yapan hâriciye nâzın Mehmed Esad
Safvet Paşa ve müntehir Sadullah Paşanın gözyaşlarını akıtarak çekilmiş olan
resimlerini, zenaatkâr padişah kendi elleriyle yaptığı abanoz ağa-cmdan bir
çerçeveye koymuş ve daima çalışma masasında o hazinliği sergileyen fotoğrafiye
atfu nazar etmeden hiç bir gününü geçirmemiştir.
Bu konferansın pek
ağır şartları hâvi olarak imza olunmasından sonra yeni padişah, babıâlî'de
toplanmış selahiyeti, kendine başkâtip olarak intihab etdiği Küçük Said Mehmed
Paşanın yardımlarıyla, sefine-i devleti kaptan köşkünden tam bir selahiyyetle,
vukufla, itidalle idare etmeğe koyuldu.
İşte bu ahval içinde
ŞaYk ve Garb cephelerinde gösterdikten büyük yararlıklara rağmen mahvu perişan
olan ordumuzun, yepyeni bir anlayış içinde yeniden neşvünema bulması 'Çin
büyük mesâi, para ve gayrete önem verdi. Meselâ; harbiye talebelerinin son
sınıf öğrencilerinin o hafta başarıda bi-r|nci olan talebeyle yemek yeme
usûlünü ihdas etmek sure-> padişahlığa ve huzuru hümayuna çıkmağa önem veren
talebeye, hem bu şansı veriyor hem de kendisine bağlanmasına fırsat tanırken
öte yandanda bu istisnayı elde etmek arzusu duyanlar arasında tatlı bir
rekabet meydana getirip, derslerinde daha da muvaffakiyet kazanmalarını teşvik
etmiş oluyordu.
1877'den sonra ülke
her bakımdan bir kalkınmaya doğru yelken açarken, gerçekten pek çoğu
yelkenliden müteşekkil Sultan Abdülaziz merhumun tezyin ve teçhiz eylediği
dünyanın ikinci büyüklükteki donanması sayılan Osmanlı Donanması, buharlı
gemiler dönemine girmiş bulunan denizcilik âleminde artık bir matah
sayil-madiğından kendi âlemine bırakılmıştı. Yâni sadece gemiler ve denizcilik
faaliyetlerimiz hayii kısırlaşmıştı. Geri kalan her hususda terakki etmekteydik.
Bu terakkileri
yapabilmek için lâzım gelen sulh dönemini Sultan 2. Abdülhaid'in takip ettiği
büyük devletlerle denge politkası sürdürme, avrupanın iri devletlerini vermiş
olduğu ihaleler sayesinde, birbirine karşı müteyak kız duruma getiriyor, hatta
perde arkasında çatışmalarını sağlayacak tezgahlar kuruyordu. Nitekim 1877 ile
1897 seneleri arasında geçen yirmi yıl dikkatli işleyen bir devlet idaresinde
azımsan-mıyacak bir süre olduğu ortaya çıkan eserlerle kendini göstermeye
başlamıştı. Bütün teknolojik ve tıbbî ihtiyaçlar askeri mektepler nazırlığı
disiplinasyonu içinde kabiliyetli zabitler yetiştirmeye muvaffak olduğu gibi,
dünyanın ister istemez içine gireceği ulusçuluk anlayışında bizim insanımızında
yer alması, fikri hareketlerde batı dünyası ile kurulan diyalogun, İslâmi
anlayışda da, kelâm-i kadimi asrın idrâkine uygun okuma ve anlama sürecini
başlattı denebilir.
Hülasa edecek olursak;
Abdülhamid Hân'ın idaresindeki . konu
yirmi yıl sonunda her hususda kalkınma gözle ken yinede en fazla kalkınan orduyu hümayun
olmuştur. a nn icabı avrupa zabitleri tâlim tarzları, münevverleşme aayretleri,
okul disiplini içinde ve ecnebi bir kaç dille okuyup yazacak kadar teçhizatlı
olmak, haberleşme vasıtalarını hayli neliştirmek bu yirmi yılın içine
sığdırıldı. 1877 savaşında ordunun bir cenahından diğer cenahına yollanan bîr
emrin hemen arkasından meydana gelen küçük bir tahavvül yâni değişikliği
bildirmek için hemen ikinci bir vazifeli göndermek icab ediyordu idi ki, bazen
bu ikinci gönderilen bir kaç saat-den tutunda, bir kaç güne kadar gecikme ile
emri ulaştıracağı yere varmaktaydıki, yapılması istenen ikinci emirken, tatbike
konan birinci emir devam etmekte böylece başarısızlığın kapısı kendi
ellerimizle açılmış, başarı kapısı ise kapatılmış oluyordu. Şunu ilâve etmek
gerektirir ki, Sultan Abdül-hamid'in, risalemizin kahramanı Gaazi Ethem Paşa
Hazretlerinin kumandasında yapılan "1897 Osmanlı-Yunan Muharebesi"
adlı savaşda filim çekecek ekibi dahi vazifelendirdiği bilgilerinize sunulur.
Biz; 1989 senesinde
müstear adımız Hasırcızâde imzasıyla kaleme aldığımız "2. ABDÜLHAMİD HÂN
ve OSMANLİ - YUNAN MUHAREBESİ" adlı çalışmayı belgesel bir roman hâlinde
şimdi maziye karışmış bulunan Beyazsaray Kitapçılar Çarşısında 26 nomeroda kâin
FERŞAT Yayınlarından neşrettiğimizde bu zaferin 92. Yıl dönümünü idrak
etmiştik. Biz bu kitabın hemen ilk sahifesine şu kanaatimizi dere etmiştik:
1897 harbi AbdÜl hamid Hân'ın kendi iradesi ile açtığı ve kazandığı tek
muharebedir" İşte bütün bu malumatdan son-Konuşan Gaazi Kumandan
müşirandan İbrahim Ethem Şa Hazretlerinin şu kısa biyografisinden sonra sözü bu Gaazi'ye bırakalım: İbrahim Etham Paşa; 1844
senesinde İstanbul'da dünya'ya geldi. 1293/1877 Osmanlı Rus savaşında Plevne'ye
ulaştırdığı, mühimmat ve erzak desteği sayesinde savunmanın uzamasını temin
etmesi büyük takdirlere mazhar olmuştur. Yine bu savaşlar serisinde yer alan
Dubnik muharebesinde ağır yaralar almakla beraber hayatta kalması nasip oldu.
Gaazi unvanı buradan intişar etmektedir. Savaşın nihayetinde paşalığa irtika
eden yâni paşalığa yükseltilen İbrahim Ethem Paşa, 1895'de müşir yâni mareşal
rütbesine terfii ettirildi. Çok terbiyeli ve nâzik bir zat olmakla beraber
meslek-i celilei askeriyyede büyük malumatlı kumandanlar arasında
kabullenilmiştir. Yâveran-ı ekremdendir yâni padişahın fahri yaverlik rütbesi
tevcih ettiği herkesçe malumdur.
Bütün dünya 1897
Osmanlı-Yunan muharebesinin aynı zamanda "Dömeke Meydan Muharebesi"
olarak yâd eder. Meydan muharebesi kazanmış kumandanlara Gaazi rütbesi vermek
bizim eski bir geleneğimizdir. Ethem Paşa 2. meşrutiyet sonrasında hâttâ
Sultan Hamid'in tahtdan, indirilmesinden sonra Gaazi Ahmed Muhtar Paşa
kabinesi, ki bu kabine için de ayrıca üç tane eski sadrıazam bulunması
hasebiyle Büyük Kabine adını almıştır ki, Müşirandan İbrahim Ethem Paşa bu
kabineye Harbiye Mazın sıfatıyla alınmıştır. Kabinenin düşmesinden sonra paşa,
siyasetin dışında kalmayı tercih etmiştir. Rahatsızlanan İbrahim Ethem Paşa
Mısır'a gitmiş ve orada son nefesini vermiştir. Cenazesi o dönemde dahi istanbul'a
getirilerek Eyüb Sultan'da ebedi makberesine tevdi olunmuştur. Vefatında Ethem
Paşa h. tarih olarak 67 yaşında olup, m. târih olarak 65 yaşında idi. Mevlâ
rahmet eylesin. Amin..
Bir Gaazi'nin ifadesi:
umûm hudud-u yunaniyye kuman-A m müşirân-ı izamdan Devletlû ibrahim Edhem Paşa
Haz-ptlerinin ifadey-i beyanı aşağıya alınmıştır. Son muharebenin çıkış sebebi
ve safahatı yâni Osmaniı-Yunan savaşının vukubulmasının sebebi ve bölümleri:
r. 1313/m.
1897 Osmanlı-Yunan savaşının çıkışının bir müddetten beri müslüman ve
hiristiyan ahali arasında Girit adasında çıkan karışıklıkların sebeb olduğunu
herkes bilmektedir. Ancak asıl sebeb ise mezkûr ada'ya, Yunanistan'dan bir
plân ve program dahilinde göç eden Rumlar: i yerleştikten sonra, geliş
sebebleri olan huzuru bozma hareketlerine giriştikleri ve Yunan krallığının bu
girişimleri gizlice desteklediğinin pek net bir şekilde kendini göstermeye başlamış
olmasıdır. Geçtiğimiz; 1312/1896 senesi başlangıcına kadar devam eden
karışıklıkların teskin edilip sona erdirilmesi için hükümet-i seniyyei
Osmaniyye çeşitli tedbirler aldı. Bu tedbirler içinde avrupanın büyük
devletlerinin tavassut ve ricası da göz önüne alınarak Girid adasına bir
hiristiyan vali tâyini dahi devlet-i âliyye tarafından uygun görülüp, lâzım
gelen tâyin yerine getirilmiştir.
Vali tâyini sonrasında
yine tavsiyelere uygun olarak vede Yatkın davranan babıâlî bir takım idari ve
hususi işlerde İslahat yapma gayretine de girişmiştir. Ancak bu niyeti taşımayan
hiristiyan mahfiller ve bu asayişsizliği sağlamak niyetiyle irid adasına
yerleşen anarşist göçmenler, Osmanlı devletimin bu hayra dönük çalışmalarından
hiçde memnun kalmamışlar, üstelik ıslahat çalışmalarını kendi karanlık
emellerine ^ani olacak bir harekât olarak vasıflandırmışlardır. Bu bakından
Ada'nın asayişinin bozulmasının temini için var güç-er'yle çalışmalarını hızlandırmaya
başladılar.
Nihayet; Yunan
hükümeti bu karışıklığı güya durdurmak için Ada'ya asker göndermeğe başladı. Bu
hareketin sebebi hakikisi Girid Adasına el uzatmak ve bu işi sabır ve sebatla
sürdürüp, Ada'yı megalo ideal konsepti içinde Yunanistanın olmasını temin etmek
ten başka bir şey değildi..
Girid Adasını Megalo
Idea telakkisi içinde Yunan sancağı altına alma işini becermek için dışı başka
içi daha da başka maksatlar taşıyan faaliyetlere koyuldular. İlk iş olarakda;
Avrupa devletlerinin bilhassa büyük addedilenlerine yılmak üzere Yunan
Donanmasının, Akdeniz'de bir manevra icra edeceğini bildirdiler. Bununda
maksad-ı hakikisi bahse konu denizde manevra yapıldığı ve bu manevra yapan
donanmanın kuyruğuna gizlice takacakları Girid'e müteveccih onüç savaş gemisi
ile general Vaso komutasında 2300 asker çıkarmayı planlamışlardı. Bu manevra,
yapılacak tebliği Girid üzerinde operasyonu bir nev'i maskelemekti. Nitekim bu
menhus plân yürülüğe kondu ve çıkarma yi başardılar. Çıkarmanın akabinde de
Girid Adasında asayişse hiç vakit geçmeden ihlâl olmaya başladı. Girid
Adasında bu faaliyetleri sürdüren Yunan emelleri başka bir bölge de yâni
Preveze liman şehrinden Sarakurya'ya kadar olan hattın karşısına 13 harp
gemisi marifetiyle 27 bin piyade askeri, üçyüz süvari yanında 40 top ihraç
etdi. Mücve'den Selanik körfezindeki Hatıpkapısına kadar başta, Kalabaka,
Tırhala, Tırnova, Nezeros, Rap şani istikametlerinde de 56 bin piyade askeri
700 süvari ile 84 top göndermekle beraber teşkil ettirdiği alaylar sayesinde
kollar hâlinde hudud boyuna yayıldılar.
Yunan kraliyet
hükümetinin beynelmilel ve milletler arası hukuk anlayışına mugayir olan bu
harekât-ı askeriyyesi, Av-rupanın ileri gelen devletlerinin telaşlanmasına
sebeb olduy-kısa zamanda bu telaş gösterenlerin genişlemesi muhtar savaşı
önlemek maksadına dönük olmakla beraber tem rafını tercihe dönük bir tedbiri
almaktan imina da Yunan tardım"
.... ,
d'ler Her avrupa devleti
birer ikişer gemi göndermek ve 6 yi 'le
civarını abluka almak istikametinde hareket etdiler. var ki bundan artan Yunan
tehdidi kendini iyice gösterge başladı. Zulümler bir kaç misli artış gösterdi.
Ada ve Osmanlı-Yunan hudud boyunda görülmeye başlayan vahşice Yunan
saldırıları, Osmanlı hükümetini olayları dikkatle takipten, tedbir alma
kararına getirdi.
Bilhassa bu taktikde
Avrupa büyük devletlerinin eğilimi mercek altına alındığından Yunan ordusunun
daha tehditkâr ve Osmanlıya hak verdirici çıkışlar yaptığının anlatılması istikametinde
kararlar alınırken, hudud bo- yunu takviye için askerin sayısı yükseltilirken,
ayrıca Yanya ile Alasonya kolordusu ihlâl olunan hudud boylarına kaydırıldı.
25 bin piyade, 300 süvari ve 50 top sevkı yapılırken, Alansonya istikametinde
de 88 bin piyade, 27 bin süvari yanında 252 adet topun gönderildiği gözlendi.
Yunan'ın Etniki Eterya
denmekle tanınmış fesad cemiyetinin baş serserilerinden Govsiyos adlı bir
Yunâninin yaptığı ac.sk çağrı üzerine Kalabaka'da içlerinde Yunanın emekli olmuş
subayları da dâhil olduğu halde sayıları 3500 kişiyi bu-'an gönüllü
toplanmış'oldu. Govsiyos toplanmış bulunan bu gönüllü birliklerini toplamış
papaslarında bulunduğu usûlüne uygun âyin ve dualarlc. birlikte yemin
ettirmişti. Bahse konu gönüllüler üç guruba taksim olunmuş böylece üçlü çete teşekkül
ettirilmişti. 27/mart/1313-1897'de saat dokuz sırala-nnda askeri
kıyafetlerinden sıyrılmış olarak yâni başıbozüls e|biseleri üzerlerinde olduğu
halde 1500 kişi ve beraberlerin-adetde top olmak üzere Köprüboz ile Miçova
arasındaki nVa taraflarından hududumuzu aşmışlardı.
Hemen 2 gün sonra
29/mart/1313-1897'de cuma günü yine askeri kıyafetlerini taşımamak suretiyle
sanki başıbozuk harekâtıymış gibi gösterebilmek için tercih olunduğu pekâla anlaşılıyordu
ki beşbin kişi Dışkat mevkiine hücum etmiş ve yine o gün 2 alay ve beş tabur
Rapşani taraflarından gelip Kuzuköy civarına, yine piyade ve süvari müştereken
yekûnu 9 bin kişiyi bulan diğer bir kuvvet de, Narda köprüsüyle, Ga-ramince
cihetlerine üç ayrı kola taksim olmak suretiyle pek şedid saldın başlattılar.
Osmanlı askeri bu şiddetli taarruza karşı önce savunmaya geçti. Peşinden,
savunmayı hücuma geçme kertesine taşıdıktan sonra ve uyguladığı bu taarruz
esnasında 2170 Yunanlı harp sahasında cansız yatarlarken 34 kişide Osmanlı
askerinin eline beraberle-rinde 5 adet topla esir düştüler. Ayrıca 22 adet
at'ın binicisi, artık Osmanlı askeri olacaktı. Çünkü bu atlarda, harp ganimeti
olarak or-du-yu şahanenin eline geçmişti.
Yine 29/mart gecesi
saat 21 yâni 9 sularında içinde 700 asker bulunan orta büyüklükte 2 gemi
Preveze limanı Önlerine geldi. Hâmil olduğu askerleri tam karaya çıkartmak üzereyken,
istihkâmlardan açılan ateş ve gösterilen mukavemet üzerine iki gemiden biri
içindekilerle beraber sulara gömülürken olanı biteni gören diğer geminin
kumandanı selameti firar yoluna düşmekde buldu.
Yunanlılar bu tarz
izaç hareketlerini daha sık yapmaya başlarken, bizim tarafta da bıçağın kemiğe
dayandığını görenler bu hâlin daha da devam edeceğine kanaat getirdiklerinden,
5/nisanda başlatılan Yunan harekâtı 5 cihetten üzerimize gelmeğe başladığında
Osmanlı kabinesi de Yunanlılara ilân-i harbe karar aldı.
Alasonya Ordu-yu
hümayununun 1. fırka kumandanı sa-adetlû Hayri Paşa Hz. lerinin toplanma ve
tanzim yeri Dominik mevkii olup, Raveni geçidiyle, Beydeğirmeninden
Varda-kosa'ya kadar olan hudud civarından saldırıya çalışan Yunanlılar ile
yapılan çok kanlı bir savaş sonunda düşman tarafında üç yüksek rütbeli subay,
kalanı nefer olmak hasebiyle bir hayli kişinin savaş alanında biruh kalması
gerçekleştirilmiştir. Ayrıca düşmanın 2 topu da ele geçirilmiştir. Bu münasebetle
havalide bulunan düşman ya öldürülmüş ya da terk etmeye mecbur bırakılmıştır.
2. fırka komutanı saadetlû
Neşet Paşa Hz. lerinin merkezi İskombe mevkii olup, Semertepe'den Lisvaki
tepesine kadar olan kısmın hududunun muhafazası adı geçen paşamızın
muhafızlığına emanet olunmuştu. Bu fırkaya bağlı Ceİâi Pasa livası 1313/1897
nisan ayının 5. gecesinde Pırnar istihkâmlarına Papalivadya tepesi ile buraya
ait istihkâmları zapt etdi.
Abdülezel Paşa Hz.
leri livası da Semertepe ve Gavan Ovası ile Tırnova'ya hâkim, Ayaheyl ve
Lisvaki ciheti istikametinde bulunan düşmanların karşısında pek şedit savaşlar
yapmak suretiyle bunların harekât hattını al- lak bullak etmişti.
7/nisan/1313-1897 târihinde Abdülezel Paşa şehadet şerbetini nûş etmiştir.
Şehid-i mübeşşir Abdülezel Paşa daha önce sol kolundan yaralandığı için,
ısrarlara rağmen atından inmemiş, ikinci defa isabet almış bu seferde sağ
kolundan yaralanmıştır. Buna rağmen, atının üstünde savaşa de-varn etmekte
ısrarlı davranmış üçüncü isabet bu sefer göğsüne olduğundan şehadete vesile
olmuştur. Askerlere olan vasiyeti; Lisvaki tepesini zaptetmeğe çalışmak ve zaptettik-ten
sonra orada kazılacak bir mezara gömülmesiydi. Lisvaki TePesi 1
l/nisan/1313-1897'de zapt olunabildi.
Efendim biz burada
sadeleştirmeye çalıştığımız risaledeki Abdülezel Paşanın şehadetiyle alâkalı
bilgiye itiraz babında olmamakla beraber, bir açıklama getirmek ve de daha
geniş ve sonucu kesin olarak verilmiş defnedil- me olayı da dâhil olan bir
başka kaynağın aktardıklarını hemen bu satırların içine koymayı vazife
addettik.
Bu kaynak bahse
1313/1897 Osmanli-Yunan muharebesinin cephesinde bizzat üsteğmen rütbesiyle
çarpışmış bulunan ve mükemmel bir kalem erbabı olan eserlerinin bir çoğu
Muallim Gücüyener yayımları arasında neşrolunmuş bulunan Ziya Şâkir merhumun
bildirmiş olduğu Abdülezel Paşanın şehadeti bölümünü "Abdüihamid Han ve
Osmanlı-Yunan Muharebesi" adıyla 1989'da Ferşat Yayınları arasında
müste-ar adımız Hasırcızâde ismiyle neşretmiş bulunduğumuz kitabımızdan
alıntılamak suretiyle okurlarımıza daha doğru olduğunu sandığımız bilgiyi ve
şehid-i mübeccel Abdülezel Paşanın merkadinin ve şahadetinin bütün safahatıyla
bilinmesine aracı olmaktan başkaca hiç bir kaygımız yoktur. Şu halde
bahsettiğimiz çalışmanın 54. sahifesinde yer alan "Abdülezel Paşa'nın
şehadeti" başlıklı bölümü aktaralım efendim: "Milo-na geçidi zapt edilmişti.
Fakat Yunan ordusu bu geçidi istirdat (kurtarma) için hareketlere başlamıştı.
İlk Önce Menekşe Tepe üzerine saldırıp orayı kurtarması gerekiyordu. Çünkü
Menekşe Tepe 18. alayımızın elindeydi. Bu alay canını dişine takarak tepeyi ele
geçirmiş, şimdi harikalar göstererek savunma yapıyordu. Menekşe Tepenin
yanında hâkim bir tepe olan Pirnar Tepe yunanlıların elinde idi. Yunanlılar bu
tepenin tanıdığı avantajlardan çok istifade ediyorlardı.
Edhem Paşa erkânı
harplerini toplamış, durumu müzakere etmiş, Pırnar Tepenin behemahal ele
geçirilmesini karar altına almıştı. Pırnar Tepeye hücum edecek tabur
seçilmişti. Bu tabur İnebolu Taburu adiyla anılan bir taburdu. Bartın Taburu
da takviye olarak bu tabura yapıştırılmıştı.
Çok kanlı bir mücadele
sonunda şanlı sancağımız Pırnar Tepeye mübarek bir el tarafından dikilmişti. Bu
mübarek elin sahibi; 74 yaşında olmasına rağmen liva kumandanlığı görevini
deruhde eden Hafız Abdülezel Paşa idi. Tepenin ele geçirilişinde bir manga
kumandanı gibi uzun kılıcıyla düşmanla göğüs göğüse çarpışmış, göbeğine kadar
uzanan sütbeyaz sakalı düşman kanlarıyla ıslanmıştı. Pırnar Tepeden tard
edilen düşman; top ateşini kaybettikleri tepenin üzerine teksif etmişler ve
cehennemi bir ateş yağmuruna tutuyorlardı. Abdülezel Paşa kahraman askerlerini
bu ateş cehenneminden korumak için kendi elleriyle biraz evvel ele geçirdiği ve
mükemmel sayılacak siperlere yerleştirmişti. İnebolu ve Bartın taburları
kumandanlarını da siperlere sokmuştu. Kendisi ise siperlerin üzerine çıkmış,
boynundaki dürbünü gözlerine götürüp, her bir ciheti tarassuta başlamıştı.
Uzun boylu narin yapılı ihtiyar delikanlı, fütursuz olarak tarassutuna devam
ediyordu. Rüzgâr esmekte, paşanın sakalı uzunluğu yüzünden Hz. Ali (K. V)nin
Zülfikâr adlı kılıcı gibi ikiye ayrılmış mübarek çenesinin iki tarafında uçuşuyordu.
Öte yandan düşman ateşinin kesafeti artmıştı. Yerden taş, toprak kaldırıyor ve
başka yerlere savuruyordu. Tepenin üzeri adeta bir kevgire dönmüştü. Siperden
bazı zabitler fırlamışlar ve "paşatbaba çok ihtiyatsızlık ediyorsunuz.
Allah (c.c) sizi başımızdan eksik etmesin hiç değilse s'pere inseniz" diye
adetâ yalvarıyorlardı. Abdülezel Paşa "evlatlarım ben ilk katıldığım
savaştan bu güne kadar hiçbir zaman sipere girmedim. Ben takdiri İlahiye
inanmış bir insanım. İnsan Ölümden ne kadar kaçarsa kaçsın bir gün °lür. Ben
yetmiş dört yaşındayım, askerliğin en yüksek rütbesi olan şehidlik, benim
kavuşacağım en büyük mükafat
olacaktır"
Diyordu. Düşman ateşi son haddini bulmuş artık siperdekiler başlarını
kaldıramaz hâle gelmişlerdi.
Paşa; heybetle dimdik
ayakta, dürbün gözlerinde taraş-sütuna devam ediyor adetâ siperdekileri
koruyordu. Birdenbire sarsıldı, elindeki dürbün bir kaç metre öteye fırladı.
Paşanın her iki eli iftitah tekbiri ahrcasma kulaklarının hizasına gitti.
Evet; paşa nihayet vurulmuştu. Bir kaç nefer onu almak için siperden fırlamak
istedilerse de paşa yine onları korurcasına siperin içine mehmedçiklerinin
kucağına düşüverdi. Bir gru kurşunu alttan gelmiş, çenesinin altından girerek
damağına saplanmıştı. Akan kanlar, yılların Gaazisini şehidler zümresine
katarken, sütbeyaz sakalı kendi kanıyla al sancağın rengine boyanıyordu. Bu
fecî, fecîi olduğu kadar muhteşem manzaraya şâhid olanlar ağlamaya başlamışlardı.
Durumu uzaktan takip etmekte olan tabur komutanlarından biri, soğuk
kanlılığını kaybetmemiş "askerler sîz şe-hidlere ağlanmayacağını
bilmezmisiniz? Sizin artık yapacağınız, bu muhterem ve muhteşem komu tanımızın
intikamını almaktır. Süngü tak.. İleri!" komutasını vermişti. Yerden
gelen mermilere, üstten düşen bombalara aldırmayan şanlı askerimiz, süngülerini
takıp bir sel gibi düşmanın üzerine adeta uçtular, onları bulundukları yerde
kesin bir mağlubiyete duçar ettiler. Böylece Papa Livadya mevkiide, şehid
Abdülezel Paşanın askerinin zaferi ile elimize geçmiş oldu.. Abdülezel Paşa bu
savaşın ilk şehid paşası oluyordu.. Abdülezel Paşanın naşı düştüğü siperden
alınmış eller üzerinde taşınarak Alasonya'ya getirilmiş üzerindeki
elbisesiyle, boynunda asılı rovelveriyle Çarşı Câmiinin avlusunda hazırlanan
kabre defne dilmiştir..."
İşte Abdülezel Paşanın
şehadeti hakkındaki izahımız burada tamam olmuş oldu. İstedikki dünyada bir
şey kalmasın nihân.
Bu muharebeler
5/nisan/1897'de cuma akşamı başladı. Bu savaşın Memduh Paşanın 3. Fırkasından
6. ve 4. Haydar paşa fırkalarından 5 tabur asker, düşmanla süngü süngüye aelmiş
ve Yunanlılara 2400 kişilik telefat verdirmiştir. Bu telefatın artmasından
korkan Yunanlılar selâmeti bozgun halinde de olsa firarda bulmuşlardır.
Böylece Menekşe Tepeleri ve Milona Geçidinin büyük bir kısmı askerimizin eline
geçmiştir. 8/nisan/1897'de Kırçova Köyü zapt edilip, onbir kişi esir alınıp
bir haylice savaş malzemesi elde edilmiştir.
Mirliva saadetlû Nâim
Paşanın taht-ı kumandasında olan 8 tabur piyade ve 6 tabur seyyar batarya,
Milona Derbendinden Teselya toprakları sayılan Karadere kaynağına kadar
ilerleyip, Karacaviran Köyünü ele geçirmiştir.
Merkezi Dışkat mevkii
oian Hakkı Paşanın 5, fırkası Gre-bene ve Dışkat'a bağlı Miçveh taraflarında
Mila'dan Vardako-şe'ye kadar hudud üzerinde bulunan merkezleri muhafaza ederek
o bölgede düşmanı büyük zayiat ve telefat vermeye duçar eylediği gibi
9/nisan/1897'de Nâim Paşa idaresi altındaki süvari kolordusuyla, Yunanlıların
3 süvari bataryası ve 12 tabur piyade erinin kaçış yolunu kesmek suretiyle,
Kuzu-köy fırkası arasında sıkıştırıp, tazyik İçin Milona'dan Dere!i Merası
istikametine inip merkezi Kuzuköy olan Hamdi Paşanın 6. fırkası ile beraber
bulundukları yerlerden savunma yaparak Bayraktar taraflarında Kodoman ve
Kâlfeti Tepelerinden püskürttüler.
Haldun Paşa fırkası;
Yenişehir ovasına doğru ilerledi. Ham-di Paşa fırkası Neziros ve Piatmona
cihetlerinden vukubulan Şiddetli hücumları def ettiği gibi düşmanı hududdan
ricate rnecbur kılıp, 1 1/nisanl 897'de
Neziros. Rapşani ve havalisiyle, Bababoğazı'nı zapt etdikten sonra, Yenişehir
Ovasında Memduh ve Hakkı Paşaların askeriyle birleşti.
Rûmî nisan'în altıncı,
miladî nisanın ise 19. günü Yunanlılar savaş hattının her boyutunda yapmış
oldukları şiddetli hücumlar sonucunda, Loros ve civarında bulunan Osmanlı 2.
fırkası tarafından yapılan mukavemet sonunda Narda Köprüsü istikametinde bir
zabit vede bir hayli asker kaybeden safdırgan Yunan kuvvetleri ricata mecbur
kalmışlardı. Bu savaşların neticesinde Yunanlıların elinde bulunan istihkâmlar
tamamen kurtarılmıştır. Yedi tanesi Aya-Mavro yönünden, geri kalanı da Narda
Körfezinden gelip, Preveze üzerine bombardıman atışları yapan 13 tane Yunan
zırhlısına, Hami-diye ve Yenikale istihkâmlarından atılan 15 cm.lik topların
dâneleri, Makedonya isimli vapu a isabet etrniş 20/nisan 1897'de batmaktan
kurtulamamıştır. Nisan ayının r. 14. m. 27. gününe rastyan pazartesi'ye kadar
ara sıra olmak üzere Preveze üstüne ateş edildiysede izn-i İlâhiyle Preveze ve
civarına bir zarar vermeye muvaffak olamamışlardır. Beşpınar ve havalisinde de
şiddetli savaşların olduğuı görülüyordu. Vakit ilerledikçe bu savaş daha da
çetinfeşti. Yunanlılar bu kapışmada da 300 kişiden fazla telefat verdiler. 219
yaralıları vardı. 62 kişiyi esir bırakmak suretiyle içinde bulundukları kaleyi
terkle kaçmayı tercih etdiler.
30/nisan'da
Kervansaray civarında toplanan 2 alaydan meydan getirilmiş piyadeler ve bir
efzun taburu yâni eteklikli geleneksel Yunan askeri Osmanlı askeri ile
tutuştukları mücadeleye dayanamayarak toplarından biri-ni derenin içine atarak
Gomcadis istikametinde perişan bir halde firara koyuldular. Yine aynı gün
Loros'un yeni caddesinde bulunan paşahanı'nın arkasında karşılaşılan
Yunanlıların bir taburuyla ve ellerindeki üç parça toplarıyla ricata mecbur
edildikleri görüldü.
r.21/nisan/m. 4/mayıs
1897'de askerlerimiz Loros kasabasını işgal ve Narda karşısındaki Faik Paşa
sırtlarına hâkim Gülperi Tepesini ele geçirmişlerdir. Üç gün sonra da Kamari-na
ile Zalanikor Manastırında saklanan eşkiyalar tarumar edilip içlerinden dört
kişi esir alınmıştır.
1897/14 mayısında
Garaminca Köyünün üst tarafındaki boğaz ve sırtlardan ve Faik Paşa Tepesinin
Garaminca cihetinden ve Kokunarya eteklerinden düşman Gariboh Tepesiyle
Kokanaryo üzerine şiddetli top ve tüfek ateşi teksif etmiş-sede Osmanlı askeri
yaptığı mukabele sonunda Garamince çayırlarında düşmanı 33'ü zabit olmak
kaydıyla binden fazla ölü vermeye icbar etmiş ve Papas Köprüsüne gelen düşmanda,
firara mecbur edilmiştir. Eski Preveze, Nikolopulos cihetlerine saldıran
düşman, Osmanlı askerinin ateşi karşısında mukavemete takat getiremeyerek
binecekleri vapura sürüklemek suretiyle götürdükleri yaralılarından başka 200
kişiyi aşkın ölüleri savaş alanında yatmaktaydı. Preveze karşısında Yunda
Tepesinde düşmanın yerleştirmiş olduğu olduğu büyük bir top ile Hazarkale,
Saraytepe ve Kışla tarafları topa tutulmışsa da, yapılan şiddetli mukabele
sonunda düşman burada da perişan edilmiştir. İşte Yanya civarında cereyan eden
muharebeler bunlardan ibaret olup, Yunanlılar karşılaştıkları her birliğimiz
karşısında makhur ve mağlup olarak harp meydanını askeri mize bırakarak
kaçmaktan başka çâre bulamamıştır.
1313'de Tırnova ve
Yenişehir'in zabtı 12/nisan Tırnova,
13/nisan'da Yenişehir'in ele geçirilmesi gerçekleşti.
Ne varki buraları
terkeden düşman kaçmadan önce hapishanelerdeki mahkumları serbest bırakmışlar
ve bunlar bir çok yağma yaptıkları gibi askerimize ateş açmaktanda imtina
etmemişlerdir. Fakat bu atışlara önem verilmemiş kasabaya girilme işi geri
bırakılmamıştır. Böylece Yenişehir'in ele geçirilmesiyle 6 adet kale topu, 4
adet cebel topu ile 11 adet onbuçuk cm.lik top ele geçirilmiş ayrıcada bir
hayli cephane ve erzak elde edilmiştir. 1. Fırka kumandanı Hayri Paşa hz.leri
Tırhala üzerine yürüyüp Kotreh Tepesi altındaki Büyük Zarak Köyünü zaptetmiş
ertesi günü de saat 9 civarında Yenişehir'den gelen Memduh Paşa ve onun 3.
firkasıyİa beraber Tırhala'yı feth ve Osmanlı sancağını Tırhala Kalesine
diktiler. Bu merasimin akabinde Padişah ve Halife Sultan 2. Abdülhamid hân'in
ömrünün uzun olmasına ve hükümdarlığının hayırlı ve uzun zaman devam etmesi
istikametinde dualar etdiler. Arkasından da, avrupa usûlü 21 pare top atışıyla
hâl ve durum ilân edilmiş oldu.
Bu sırada gelen
istihbari bilgiler Tırhala kasabası ve civar köylerine 20 bin adetten fazla
silah ve cephane dağıtılmış olduğunu hatırlattı. Bunun üzerine ahaliden 24
saat içinde bunların teslimini yapması istendi. Devleti- mizin hududların-dan
tard edilen yâni uzaklaştırılan ve tenkil edilen dışında Yunanlılardan Prens
Kostantin'in komutasında olarak 30 bin kişi 6 adet topla birlikte Çatalca'ya ve
Miralay Smolenski kumandasında olarak 18 bin kişiyle ve 24 top, Velestin'e çekilmek
suretiyle 2. hattı orada tesis edip, savunmaya hazırlanıyordu.
Yenişehirden Neşet
Paşanın 2. ve Hamdi Paşanın 6. fırkaları batı yönünden Çatalca'ya doğru
ilerleyerek, su vari fırkası ile Tırhala'dan gelen Hayri ve Memduh Paşa
fırkaları Ça-talca'ya doğru yürüyüşe devamla 5 bin piyade 1 alay süvari ve de 2
batarya topçudan ibaret Osmanlı birlikleri sabahleyin istikşafa yâni keşfe
çıkıp is-tihbarat edecekken büyük bir Yunan kuvvetiyle karşılaşır. Artık
müsademe kaçınılmaz olur. Çarpışma iki saat kadar devam eder ve nihayetinde
Yunanlılar ricatten başka bir çâre bulamazlar. Bu arada Tırhala başka bir sa
hasında küçük bir Osmanlı birliği ile Yunan asken arasında meydana gelen
çatışma yine askerimizin zafere var masıyla nihayetlenmiştir. Nisan ayının 23.
günü Karademirci köyü civarındaki tepelere yerleşen ve toplarımda buraya konuşlandıran
Yunanlılar, Osmanlı askerinin kahramanca ve gözünü budaktan sakınmaz bir davra-
nışla saldırması karşısında öyle bir tarumar oldular ki harp târihinin ender
kaydettiği manzaradandı.. Demirci Köyü böylece elimize geçerken nisan ayının
24. günü Çatalca'nın kuzey taraflarına bakan ve ovaya hâkim Tekke Tepeleri ele
geçirildi. Yunan prensi Kos-tantin o gün birliklerinin Driskoli civarında
üstümüze saldır-ma-sını emretmiş ve mukabil Osmanlı saldırısı Yunan mukavemetinin
yetersizliğini ortaya koyuyordu. Çünkü yi-ne firar yoluna düşmüşler ve bundan
dolayı da Driskoli, Tatar Köyü, Vasili köyleri tekrar Osmanlıya avdet etmiş
oluyorlardı.
Yunanlılar; Çatalca
kalesine yâni Akropoli'ye güvenip yakınlarda bulunan yüksek noktalara
yerleşmiş ve şiddetle müdafaa ile mukavemete geçerek ecnebi gönüllülierin
meydana getirdiği bir alay, ayrıca 400 efzun askeri (geleneksel eteklik-Ii
Yunan askeri)nden mürekkep birlik epeyi saldırıda bulunmuşlar ve bunda hayli
ısrara çalışmışlarsa da, 200 kadar telefat vermelerinden ayrıca 15 bin kişilik
Osmanlı kuvveti karşısında ümidlerini kaybeden bu askerler yerine Prens
Kostantin oldu ve gündüz harp alanını karanlığa terk ederken, insanın ayıbını
gece örter anlayışı içinde ricat emrini gürültüsüzce verdi ve karanlıla beraber
Dömeke yolunda kaçışmaya başladılar. Bu ricat münhezim bir halde vukubuldu.
Çünkü ne duyurmuşlar ne göstermekteydiler! Bu hâl onların yüzünün kara çıkışının
bir foğrafıydı.
Osmanlı askeri Çatalca
civarında 80 kadar köyü Osmanlının hür ve âdil idaresine geçirmiş olmanın
bahtiyarlığı içinde kaçan düşmanın arkasından, süvarisini kovalamaya göndermişti.
Bu arada padişahın tebriki bu gaalip askere ulaşmış ve onları memnun kılmıştı.
" Üçler imdadiyla
yazdım bilbedahe feth olundu / Avnî Hak' ile feth olundu Çatalca "
1313 Hafız Hocazâde
Mücteba
1313/r.nisan'ın 15.
m.nisan'ın 28. salı günü Velestin havalisinde keşfe çıkmış olan Osmanlı Süvari
alayından ikisi, bir seyyar batarya, Yunanlıların bir tabur ve bir bataryadan
ibaret olan kuvvetlerine rast gelmişti. Aralarında çıkan çatışma Çatalca
taraflarından Osmanlı birliklerinden gelen takviye sayesinde avantajlı duruma
geçmemize sebeb olmuştu ki Yunanlılarda Golos'dan gelen bir yardımcı kuvvetle
kendilerini takviye etmişlersede, Ayvalı ovasında cereyan eden büyük kapışma
neticesinde vede pek kanlı geçen çarpışma sonunda, Yunan tarafı pek fazla ölü
ve yaralı bırakırken, meclis üyesi Mösyö İskopliçi yaralananlar arasında olduğu
halde firara koyuldular. Bu arada Hakkı Paşa fırkası 10 tabur piyade, 2 tabur
batarya dağ toplarıyla, Yenişehir'den hareketle Velestin üzerine yürüyerek
30/nisan günü saat 22.30'da Ve-îestin'e bir saat mesafede düşman ile savaşa
tutuşmuş, güneşin batmasından sonra harbe son verilmiş ertesi günü sabahın
erken saatlerinde yine savaşa girişilmiş pek şiddetli kanlı bir mücadele devam
ederken 2 bin mevcudlu Hasan Paşa müfrezesininde oraya gelmesi üzerine takviye
almış bulunan Osmanlı birlikleri, 8bin kişilik miralay Ismokenç fırkasını, 3
istihkâm vede 4 adet avcı siperi ele eçirirken Yunanlılar bir daha perişan
olmuşken bu arada Rizomilo Kalesini ele geçirme işlemi tamamlanmış oldu.
Yunanlılar Çatalcaya,
Golos tren hattına hâkim iki geçidin girişindeki Velestin Kasabasını müdafaa
edebilmeyi sağlamak için büyük ormanla, 800 ayak yüksek uçurumla bir tepeden
ve civarında bulunan, dağların tepelerinin ardında bulunan çukurlarda sipere
girmiş olup güzel bir hatt-ı müdafaa teşkil ederken, Nâim Paşayı da; iyice
zorluğa duçar etmişlerse de, r.l8/m.lmayıs'da cuma günü Osmanlı askeri tarafından
atılan toplar Veles-tin Kasabasıyla, etrafındaki istihkâmları tahrip ve büyük
ormanda bulunan Yunanlıları kaçmaaya mecbur etdi ler.. Hakikaten Yunanlılar
tarafından yağdırılan gülleler dehşet vericiysede, adeta dolu danesi gibi
yağdırılan binlerce tüfenk kurşunlan altında yağdırılan gülleler gölgesinde
hayret verici bir sü'rat ile yürüyüşe geçen Os manh kahramanları, bahse konu
uçurumlu tepeye ve sarp dağlara tırmana tırmana çıkıp düşmanı perişan ettikten
sonra Yunan elinde bulunan bütün
istihkâmları ve mühim mevkıileri
geçirmeyi başardılar. Oralar dan firara mecbur edilen Yu-nan askeri,
yardımcı kuvvetlerle takviye olunarak gücü artmış olduğundan bir daha saat dört
raddelerinde Osmanlı askerinin üzerine şiddetli hücumlar yapmaya başlamıştı.
Onlar Osmanlı ricat
hattını kesmeye uğraşırlarken ve bu uğraşdan bir başarı elde edemezken, Nâim
Paşa küvetleri bunların üzerine öyle bir savlet ettiki ricat yolu Yunanlılara
lâzım geldi. Osmanlı süvarileri bunların peşine düşerken, topçumuzda bunların
peşinden yaptığı atışlarla hayli telefat verdirmekteydi..Nisan ayının 24.günü
olan perşembe günü Yunanlılar Osmanlı askeriyle bir daha kapıştı. Cesaret ve
atiklik unsuru şiddetli mukavemetin başını çektiğinden ve Osmanlı askerinin
böyle olmasından dolayı düşman hücumlar karşısında bunaldı ve nihayet meydân-i
harbi zaferin gü-lümsediği Osmanlı askerine terkten başka çâre bulamadı. Bu
kuvvet disiplinsiz ve başıboş bir halde kendiliğinden ikiye bölünmüş olarak bir
kısmı Golos istikametinde savuşurken diğer gurubun ise Ermiye istikametinde
canlarını kurtarmak gayesiyle firar yoluna düştütüğünü görüyoruz ki gördüğümüz
bir şey daha varki o da, can kaygısına düşmüş Yunanlının silah ve cephanesini
yerlere bırakarak gitmesi idi ki, bu askerliğin yüz karası sayılan bir
davranıştır.. Tabii bu arada Ce-nâb-ı Mülükânenin ikramıyla Velestin'i zapt
etmek Osmanlı askerine nasip oldu. Beyit:
"Güher sözle Nuri
târihin yaz /Velestin zapt oldu Barekâl-
lah" ve yine bir
beyit:
"Mücevher gelin
ile vakanüvisan târihin yazsun Velestin de alındı dest-i düşmandan mübarek
bâd"
1314 Dâvavekili
Selanikli Nuri
Velestin'den muzmahil
bir halde Golos'a firar eden Yunanlılar, Golos'da asla savunma
yapamayacaklarını bü yük bir kalp açıklığıyla idrak ederek Osmanlı askeri
oralara erişmeden, uğurlu ayaklarını bunların bulunduğu yere basmadan firar
etme işini kararlaştırdıkları gibi üstelik hapishanelerde bulunan haşeratı yâni
mahkûmları halas etmişlerdi. Hapishaneden çıkan bu kaatil, kutela herifler ev
ve dükkânları yağmaya başlamışlardı. Bu vaziyeti gören rnevcud konsoloslar
burada yaptıkları bir toplantıda ki bunda Fransa, İngiltere konsoloslanda
bulunuyordu aldıkları karar serserilerin yaymasından şehri korumak için bir
temsilci heyet kurdular. Bu heyet 26/Nisan'da saat sabahın onbuçuğunda Müşir
Edhem Paşayı ziyaretle şehri bir an evvel işgal etmeleri üzerine ricada
bulundular. Emekli erkânı harp albay Enver Bey ile on taburu bulan Osmanlı
askeri Golos üzerine hareket ettirilmiş bulunduğundan konsoloslara münasib bir
lisanla cevaplar verilmiş ve geri gönderilmişlerdi. Yukarıda belirttiğimiz gibi
Golos'tan ümid kesmiş Yunanlılar, mevcud toplarını ve sakladıkları erzaklarıda
tren vagonlarına doldurarak bir gün evvelden kaçmış olduklarından dolayı o gün
saat üç sıralarında Osmanlı askeri hiç bir vukuat olmadan Golos'u işgal ve zapta
muvaffak oldu. Kasabaya yalnız bir tabur Osmanlı askeri girip geri kalanları da
surlaftn haricinde bulunan Maçora tepelerine yerleşmiştir.. Eeyit:
"Alınca müjdei
teshiri yazdım güherin târihi Golos şehri dilârası mübarek bâd İslama"
Hafız Bahâ 1314
Çatalca muharebesirde
kaçmayı namusuna yediren vede böylece esir düşmekten kurtulan Prens Kostantin;
Otris adıyla meşhur Cebe!-! Şahika'ya can atarak Dömeke'ye erişen imdad
kuvvetleriyle beraber 25 bini aşan sayıda askerle Dö-meke ve civarı bulunan
tepelere yerleşip geçidleri tutmuş ve bu suretle müdafaaya fevkalâde müsaid
üçüncü bir hattı kurmaya muvaffak olmuşlardı.
Ne varki Çatalca'dan
beri dövüşe dövüşe Dömeke önlerine gelen Osmanlı askeri, mayıs ayının 1. günü
Yu-nanhların iki cenahına birden aynı anda hücuma geçtiler. Daha sonra Prens
Kostantin'in başında bulunduğu ordu idare merkezi üstüne şiddetli hücumlar
yapıldığını görünce Osmanlı kuvvetlerinin üzerine yağmur gibi top güllesi ve
mermi yağdırtmıştı. Bu sayede mukavemeti bir^z uzamışsada, bu ateş gücünden
yılmayan Osman'a askeri bomba demeyip, mermi demeyip hedefinin üstüne büyük bir
kararlılıkla gitmeye azimkar olduğunu sergileyince Yunan tarafında tereddütler
yine görülmeye başladı. Neşet Paş?: fırkası artık Yunan ordu merkezi üstüne
bitirici hücuma kalktığında târih 5/Mayıs pazartesi'yi gösteriyordu. İşte çok
geçmedi ki şanlı sancağımız Dömeke kalesi üzerinde naz!) nazlı
dalgalanmaktayken, Yunanlılar 1600 ölü 2 top, 10,5'luk ve 7,5'luk 3 kıta
balyemez topu ve bu toplara ait mühimmatı, sayısız tüfenk ile 3 bin sandık
cephaneyi ve de kaledeki bütün erzak depolarını içindekilerle beraber yakarak
perişan bir halde yine firar yoluna düşmüşlerdi. Beyit:
"Ol demde ki
aksey'ei avâzei Allah u Ekber eflâke Allah Allah! Zabt olundu yed-i yunan'dan
Dömeke"
1314 mülazimsâni Hüsnü
Birbirini takip eden
fetih ve istilaların çeşitli yerlerden gayri muntazam şekilde Ermiye'ye iltica
eden Yunan'in firari askerleri ve Smolöski livası, oralarda müstahkem
mevkıilerde toplanmışlar ve Dömeke ile bağlantı kurmaya çalışmışlarsa-da, Hakkı
Paşanın 5. fırkası Yunanlıların bu emellerine nihayet verecek tedbirleri
mâhirâne bir tedbirler dizisiyle, Dömeke ve Ermiye gibi pek mühim mevkıilerin
orta yerinden mevcut kuvvetleri ile hareket ederek fevkalade bir şiddetle
Ermiye'ye ve hattı harekâtı üzerinde mevkii müstahkemlere; yâni yürüyüş yolu
üzerindeki siperlere hücumlar yapmak suretiyle Yunan askerinin bu kesif ve
cesurâne hücumlar karşısında yine kaçmağa başlayacağından emin olarak neticeyi
beklemeğe başladığı görüldü. Nitekim çok geçmeden Yunanlılar Ermiye'yide
Osmanlı askerine bırakarak firar yoluna düştüler.. Kara yoluyla firara teşebbüs
edenlerin cesur Osmanlı askerinin takibinden ve pençei kahrından yâni bitirici
sillesinden nasiplerini aldılar. Yunan 7. alayının bütün mevcudundan ancak 120
kişi sağ kalmıştır. Bundan böyle gayri muntazam şekilde kaçma yolunu tercih
etmiş, kimi denize atılıp, kimisi sandallara can atarak Yunan gemilerine çıkmış
ve bir kısmı dahi nereye kaçacağını şaşırıp, Zeytun (Lâmiya) kasabasının
Termopil Geçidine doğru firar etmişlerdir. Ermiye 5/mayıs/1314-1897'de*Dömeke
zaferi sonrasında, Osmanlı askerleri tarafından ele geçirildi.Beyit:
"hamd olsun her
harpde yüzümüz ak / Bu günde Ermiye oldu
bak!"
1314 Hıfzı
Âvns inayet-i hazeratı
bârî ile cümle muvaffakiyyat-ı se-niyyeden olarak asakiri muzafferei şahanenin
kazan-mış oldukları fetihlerin üzerine binlerce ölü ve yaralı, esir ve sâîre
vererek mukavemetden aciz kalan Yunan kralının büyük devletlere iltica etmesini
gerektiren ve vukubulan iltimas ve ricalardan nâşi şartların tâyini için, sulh
için geçici mütareke imzalanması icâb etmiş ancak sulhun, Osmanlı menafiine ve
hukuka bağlı olarak ve hâlen ve istikbalen yâni o günlerde ve de gelecek
günlerde asayişin temini ve sulhun devamının sağlanacağı şekilde şartlara
bağlanması, iki tarafın orduları arasında aynı anda düşmanlığı terk etmeye
ihtimam olunması şartlarıyla, Osmanlı ordularının harb harekâtını geçici
olarak durdurulması, halifei ruy-i zemin ve padişahî devlet-i Osmaniye Sultan
2. Abdülhamid hân hazretleri tarafından 1313/r.mayisının 6. günü mütareke
imzası kararı alındı. Beyit:
"Söyledim bir
şevkle târihi oldu bu yıi Fâtih-i buldan rumi kamran Abdülhamid"
Hocazâde Hafız Micteba
1314
Muhterem okurlarım!
İşte bir Gaazi'nin Beyanı adlı çalışmamızı harf devriminden bu tarafa ilk defa
lâtinize ederek eski yazı okuyamayanlara bu beyanları duyurma şansını, bu târih
çalışmamızla bulduk. Böylece kütüphane raflarında unutulup gidecek bir risale
daha okunabilme imkânına kavuştu ve târih kitabımızda yer almış oldu. Esefle
ifade etmek isterim ki; bu risale elime geçtiğinde yaprakları hiç açılmamıştı
yâni hiç kimse benim elime geçen nüshayı okumamıştı. Ne yazık değilmi? Kitabın
basımından bu yana doksan yıl geçmiş ve büyük bir zaferin kumandanı beyan
ediyor ve bu kitabı edinenler bana gelene kadar okumuyorlar aziz okurlarım. Bu
ilim ve irfan alemindeki bulunduğumuz yeri gösteren bir karinedir efendim..
Aziz ve muhterem
okurlarım; bu defa karşınıza yine kütüphanelerin izbe köşelerinde kalmış,
ebad-ı münasebetiyle kimsenin pek bakmadığı bir risale ile sahifelerimizi
süslüyo-ruz. Çocuklarımızın; daltonlar, üç silahşörler, himenler, Robin hudlar
gibi gayri islâmi insanların hayatını nakleden serilerden hoşlanarak seyrettikleri,
okudukları ve etkilendikleri bir vakıadır. İşte bunların vereceği zararlardan
çocuklarımızı önlememe gibi bir yanlışa düşmeyelim fakat bunların yerine
çocuklara târihimizin iftiharla dolu kah ramanlıkl.annı, insaniyetini söz ve
filmler olarak milletimizin mazisi iie bağdaşan, hayalden ziyade hakikat
kılınmışlarla onlara yaklaşırsak, umarım ki onlarda zaman içinde tercihlerinin
içine, geçmişimizin kahranmanlarınıda alacak ve bir-ayağı gayri müslim dünyası
üzerinde gezinirken kendi ecdadından haberdar bir insan olarak yetişebilmesi
İçin bizierin târihimizin bizi bekleyen bakir kahramanlar hazinesine
dalmalıyız düşüncesindeyim. Ve bu anlayış içinde Feyzullah Paşazade Mustafa
Fâzıl Bey ki, Yeniköy postane ve Telgraf müdürüdür ve onun kaleminden yayımlanmış
şehid bir paşamız olan Feyzullah Paşanın hayat hikâyesidir. Cumhuriyetin
ilânından evvel Osman'ca basılmış bir risaledir ve ilk defa tarafımızdan
lâtinize edilmiş oluyor. Mustafa Fazıl Bey; bu hatırata bir mukaddime yâni
giriş ile başlamış: şöyle ki:
Oniki yaşında Kırım
muharebesinde (1854) pederinin refakatinde bulunarak Gazilik ürvanını ve diğer
mübareze meydanlarında bir çok yararlıklar gösterek Rusya mes'ele-sinde vatanın
muhafazası için rütbe-i şehadeti ihraz eden, Mirliva peder-i azizim Feyzullah
Paşanın nâmının yâdına, hatırlanmasına vesile olur halisane düşüncesiyle bu
nâçiz hatıratı, büyük ve şanlı ordumuzun fedakâr ve mücahid-i hürriyet
(hürriyet mücahidi) kahra-man kumandanı ve zabitlerine, fedai bir asker
kardeşlerinin yadigârı olarak acizane ithafa cesaret ediyorum.
mahdumu(oğlu)
Boğaziçi Yeniköy Posta
ve Telgraf Müdürü
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
İnnallah eştera minel'mü'minîyne enfüsehüm ve emvale-hüm bienn'e lehümülcen ete
yükalilûne fiy sebiylHlahi feyak-tülûne ve yuktelûne "ağden ğaleybi hakkan
fiyttevrati vel'in-ciylî velkur'ani vemen evfa biğahdihİ minallâhi festebşirû
bi-beyğı kümülleziy bayağtüm bini ve zâlike hüvelfevzül ğazıy-mü (Tevbe suresi
111)
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Ve lâ tekûlû limen
yukteîü fiy sebilillahi emvatün bel ah-yaün ve lâkin iâteşurune (Surei Bakara 154)
1270/1853 senesinde
Kırım savaşında İspartanın eşrafından Hacı Ateş adıyla nâm Salmış dilâver,
sipahi askerine serdar yâni kumandan tâyin olunarak, Giridli Mehmed Paşanın
kafilesini muharebeye sevk etdiği sırada 12 yaşında bulunan mahdumu (oğlu)
Feyzullah, babasının yanından bir dakika bile uzaklaşdırılamamış, Sivas
topol'da, Silistre'ye bir' saat mesafede Aydemir Köyü'nün üst tarafında meydana
gelen bir muharebede sipahilerin serdarı bulunan pederi, Hacı Ateş'in rütb^i
şehadeti ihraz eylemesini müteakip Rus Kazaklarının kancalı mızraklarından
Avn-i Hakla kurtularak ordu karargâhına ilticaya muvaffak olmuştu. Bosna'daki
bir bahadırın her zaman için vatan
uğrunda canını vermekten çekinmeyeceğini defaatle gözleriyle görmüş bulunan
Serasker merhum Rıza Paşa; vatanperver Feyzullah'ı cephe safında parlayan
nûr-u zadegan istidad-ı fıtriyyesinin parlaklığını keşfederek o günden sonra
Bursa'ya tahsile göndermiş Bursa rüşdiye ve idadisini bitirip,
1276/1859'da mektebi harbi-yei şahaneye
girmiştir. Feyzullah girmiş olduğu bu mekteb-de, şehidzâde
ve Gazi namı
ile şöhret bulmuştur. 1280/1863'de göz ağrıları
münasebetiyle buradan müazim rütbesiyle çıkmıştır. Eğer göz ağrıları olmasaydı
erkân-ı harb yâni kurmay subay olarak mezun olması muhakkak idi.
Piyade teğmenliğiyle
orduya katılmış ve lityakat-ı askeriy-yesi ve besaleti sayesinde çok kısa zaman
içinde mirlivalığa yükselmiştir. Bu başarıyı Osmanlı ordusunda daha bir çok
kişide gösterbilme fırsatı bulmuştur. Çünkü Osmanlı ordusunda liyakat her
şeyden önce gözönüne alman bir ölçüydü. Feyzullah Paşa Mirat-i Mekteb-i Harbiye
adlı eserin 344. sa-hifesinde adı çok takdir edici bir lisanla yâd edilen
İspartah Gazi Feyzullah Efendi mektebden subaylıkla çıktığı zaman, merhum Nafiz
Paşa maiyetinde bulunarak Kanun Zabitliğini ihdas etmiş ve 12/haziran/1283/1866
senesinde terfi etmek suretiyle Girid'e gitmiştir ki ( Kandiye'de Feyzi
İlâhiyye adıyla inşa eylediği kaleler hâlâ mevcud ve ortadadır) isyancıları
takibe bu işe tahsis olunmuş taburlarla vazifelendiği sırada eşkiya başını ele
geçirme muvaffakiyetine erişince hükümet-den hem terfii hemde hediye ile taltif
edilmişti.
Çetebaşının derdest
edilmesiyle Girid karışıklıklarına şimdilik nihayet verilmiş olmasının
arkasından 1286/1869 nisanında Vali Halid Paşa ve dört tabur Osmanlı askeri
ile Trab-lusgarb'e azimet ederek, orada da devam eden pek ateşli
karışıklıkların teskini işinde görülen fevkalâde hizmetleri tekrar İstanbul'un
takdirlerine ve bir rütbe daha mükafaten terfi-ine 12/aralık/1286/1870'e
rastlayan ramazan-ı şerif bayramı gecesi İstanbul'dan hareket eden birkaç
taburla birlikte Yemen'e varmak üzere yola çıkmış ve orada da bir çok ve pek
kanlı savaşlara iştirak etmiştir. Muhtelif mevkiilerde ve harp esnasında
cephane ve suyun azlığı hasebiylede bir kaç defa mahv olmak tehlikelerinden
kurtarılarak (Yemen Târihine Bir Nazar) Müşir Gazi Ahmed Muhtar Paşa
hazretlerinin maiyetlerinde Yemen'in bütün zorluklarına göğüs gererek
10/ni-san/1287/1870'de Rüyde adlı kaleyi fethettiği gibi bu kabilenin müfsid
reisinin kuyudunu silmeğe muvaffak olmuş bir arslan idi.
1289/1872'de takdire
şayan olarak beşinci orduya bağlı 3. nizamiye alayına kaymakam (yarbay)
nasbedildiğinden, Yemen'den dönmüş bahse konu beşinci ordunun dahilinde bulunan
Trablusşam mevkii kumandanı bulunduğu sırada Lazkiye civarında Dürzilerle,
ahalinin meydana getirdiği kavga ve çarpışmayı başarılı tedbirle ortadan
kaldırmayı başarmıştır. Kaymakam Feyzullah Efendi evinde hiç bir vakit rahat
oturup yatmağa alışamamıştır. Bir cengâver davranışı içinde olduğundan,
Bosna-Hersek ve Rus vak'alanmn çıkmasıyla beraber derhal bu savaşa alınmasını
defaatie istirham etmiştir. Orduda zâten üstün hizmet vasıflan ile sık sık
mükâfata nail olduğunu bildiğinden 2/haziran/1292/1875 senesinde bu cepheye
bakan ordunun 1. nizamiye alayına miralay tayin olunarak 14/temmuz/1292/l
875'de Sırbistan'a gönderilmiştir. 9/ağustos/1292/l 875'de Aieksinaç'a hareket
etmiştir. Burada ağustos ayı içinde vukubulan savaşlar esnasında sağ koluna
gülle parçası isabet ettiğinden Kumandan müşir Ahmed Eyyüb Paşa merhum,
tedavisi için Dersaadet'e dönmesini tavsiye etmesine rağmen (beni millet ancak
bu gün için besledi ve benden bu gün için hizmet bekliyor) yolunda son derece
mert ve vatanperverce cevaplarla oradan ayrılmağa yanaşmadı. Ayaküstü tedavi ve
kolu boynunda asılı olarak savaşlara iştirak etmiştir. 17/teşrin-i evvel/1292 yâni; 17/ekim/1875'de pazar günü Kızıltepe'nin
fethini görmesi müyesser olmuştur.
20/kasım/1292/1875'4e,
Aleksinaç'dan hareketle Niş (Sofya) ve Rusçuk istikametinde Şumnu'ya gelebilmiş
ve savaşlarda gösterdiği yüksek cesaret, delicesine hizmetlerine mükafat
olarak Müşir Ahmed Eyyüb Raşa, tarafından gaye! takdir edici bir telgrafla
padişah Sultan Hamid'e yapılan arz üzerine ve bu hususda istirhamı
değerlendiren Sultan Hamid 26/ocak/1292/1876'da Feyzullah Albay'ın uhdesine
mirlivalik verilmiş ve Tuna cihetine vazifelendirilerek Ferik Aziz Paşa
refakatine tâyin olunmuştur. O sırada Hezargrad yönünde düşman askerinin
görüldüğü haber alınınca lâzım gelen keşif yapılmak üzere pek az miktarda
piyade ve bir.bölükde süvari ve de yarım batarya top ve topçuyu yanına alarak
bahse konu yöne doğru yürüyüşe geçilmiştir. Ama hemen kuvvetli bir düşman
ordusunun ilerlediği görülmüştür.
Bu kuvvetli düşman
karşısında hemen muharebeye girmektense, askeri bir ifâde olan kademe
nizamında ricat etmeli ve siper
sayılacak bir arazide mevzilenerek, oradan umumî karargâha durumu bildiren
haberci gönderelim. Oradan gelecek imdad kuvvetiyle birleştikten sonra savaşa
tutu-şulmasmı bunun uygun bir tedbir olacağını Aziz Paşaya ifade eden Mirliva
Feyzullah Paşa, bu kumandanın hiddetlenip kendisine şöyle cevap vermesine
muhatap oldu: "...Sen korkuyor isen geri dönebilirsin!" Bu cevâbı
hakketmediğini bilmenin takdiri içinde olan Gazi Feyzullah Paşa'da cevaben:
"Değil benim gibi oniki yaşında gözü muharebe meydanlarında açılmış;
mektebden çıkar çıkmaz bir saat bile rahat oturub sıcak çorba içmeyerek her an
ömrünü muharebelerde geçirmiş; bir şehid evlâdı, hatta nâz ve nimetle büyümüş
bir asker bile hiç bir zaman muharebeden
geri dönmek arını irtikâb etmez" dedikten sonra ancak bir çok eksikler olduğu
halde böyle bir keşif İçin çıkarılan kısıtlı bir kuvvetin, kalabalık hayli
teçhizatli ve mükemmel talimli bir düşmanla savaşa tutuşması, savaş kaidelerine
pek muhalif olduğu gibi herhalde felâket dolu bir neticeye varacağını ifade
ederek savaşılmcmasını kabullendirmeğe çalışmışsa öö, bir türlü ik-nâya
muvaffak olamamıştır.
Sonunda verilen marş
ileri! Kumandasiyla saldırıya geçil-mişse de daha ilk ateş salvosunda Ferik (korgeneral)
Aziz paşa isabet alarak şehid oldu. Pederim Feyzullah Paşa (bu dünlerde süvari
korgenerali olan Hakkı Paşa hazretleri) ki o zamanlar binbaşı rütbesindeydi ve
bir kaç zabit yaralanmış, diğer subaylar ve erler tamamı denilecek kadarı
şehadet şerbetini nûş etdiler. Aziz Paşanın ikazları dinlemeyen ve üstelik
ikazı yapanları cebanetle yâni korkaklıkla ithamı sonunda verdiği hücum emri
hem kendini, hemde emrindeki askerimizi, zabitimizi ölümün kucağına atmaya
sebeb olmuştu.
İkinci ateş
salvosundan sonra düşmanın hücuma geçtiği görüldü,, Çok süratli adetâ bir
şimşek hızıyla topların yanına gelen Feyzullah Paşa, kolundan ve bacağından
yaralanmış ve yere düşmüştü. Düştüğü yerde kılınanı eline almış nefsini
müdafaya başarı ile uğraştığı sırada birde karnından yara almıştı. Eskiden beri
kendisini askere sevdirmeyi, Hakka sevdirmek gibi sayan Feyzullah Paşa bu sevgi
hâlesi uyandırmış olmanın karşılığını görmeye başlamıştı. Bir kaç fedai asker
arkadaşları Feyzullah Paşayı sırtladıkları gibi Cenab-ı Hakk'm hıfz-ı emânı ile
savaş alanından uzaklaştırmakla kalmamışlar, fırkanın karargâhına da
ulaştırmışlardı. (O sıralarda Varna cihetlerinde Mısır Askerine kumanda eden
zât Mısırlı Reşid Paşa idi zannediyorum) pederimin duçar olduğu vaziyete pek
çok üzülmüş ve bu hâle düşüren Aziz Paşanın tedbirsizliğine de teessüf ederek
Feyzullah Paşaya büyük bir lütufkârlık göstererek, ihtimam içinde, sarsmadan
Varna' ya kadar götürülmesini orada gemiye konarak gönderilmesi hakkındaki
gösterdiği kolaylıkları sağlaması ailemizin her an duyacağı şükrana sebeb
olmuştur.
Feyzullah Paşa ile o
hengâmede binbaşı olan şimdinin süvari korgenerali olan Gazi Hakkı Paşa ve iki
binbaşı daha yarali olarak böylece İstanbul'a avdetlerinde, pederim padişah
Sultan Abdülhamid Hân'ın iradei seniyyesiyle Haydarpaşa Hastanesinde tedavi
altına alınmıştır. Bu hastanenin doktorlarından Dr. Volkoviç tedavisine memur
edilmişti. Bu doktor Volkoviç 1289/1872'de kaymakam (yarbay) olup, Beyrut
hastanesi baştabibliğinde bulunmuştu. Rusya savaşı esnasında Haydarpaşa
hastanesinde operatör sıfatıyla bulunuyordu. Pederim her nekadar üç yerinden
yaralı idiysede Silistre muharebesinde
şehid düşen babasının intikamını henüz alamamış olmanın verdiği teessürle:
"..Doktor rica ederim şu benim yaralarımın bir an evvel çaresine bak ki
savaş bitmezden evvel oraya gidip şunlara biraz daha sopa atayım!"
Diyordu. Bu söz asla doktorun hoşuna gitmemiş olmalı ki, bir hafta sonra koluda
kesilmek üzere, ayağının kesilmesine karar verdi. Ameliyat neticesinde vefat
ederse mesuliyeti kendisine aid olmak üzere (Feyzullah Paşaya) bu hususda bir
de senet vererek, Saray-ı hümayunu da te'min ederek, ameliyatı yaptı. Ne kadar
teessüf edilse azdır ki böyle ağır bir ameliyatı yapan doktorun yâni doktor
Volkoviç'in o geceyi hastanede geçirmesi iktiza ederken o Beyoğlundaki evinde
istirahate çekilirken hastanede başka şeyler oluyordu.
Doktor Vulkoviç ayağı
kestiği yeri kasden güzelce bağlamadığından kan kaybı haddinden fazla olmuş ve
ameliyatın bu noksanlığı, Feyzullah Paşanın sıhhî durumunu takibe vazifeli
heyet tarafından da itiraf olunmuştu. Böyle mühim ve mesuliyeti üzerine alınmış
bir ameliyat gecesi doktorun hastanede bulunmayarak evinde olması, diğer
vazifeli sağlıkçıların kanı dindirememeleri yüzünden hayli kan zâyiine yâni
bir çok kanın akıp gitmesine engel olunamaması şehid-i mağfurun, pek çok zayıf
düşdüğü o zamanda: "Ağlamayınız! Ben zâten aziz vatanım ve sevgili
milletim uğrunda vücudu iki dirhem kurşundan esirgememesine gece-gündüz
Ce-nab-ı Hakk'a dua etdiğim ailemizin her bir ferdinin bildiği ve malumu olduğu
hususattandır. Sizi mukaddes vatanımın aquş-u şefkatine (yâni müşfik kucağına)
mület-i necibe-i Osmâniyemizin sonsuz şefkatine ve asker kardeşlerimin
muavenet-i merdanelerine (yâni merdçe yapacakları yardımlara) terk ederek asla
gözüm arkada kalmayacağı gibi, Girid, Yemen ve Şark (Doğu) târihlerinde de
nâmım yazılacağı gibi vatan fedaisi olan bir asker içinde bundan büyük bir
şeref ve iftihar olamaz." Dediğine Cenâb-i Hakk' şahid-i âdildir. Bu
bakımdan delicesine, büyük bir cesaretle din ve devlet, vatan ve millet uğrunda
vücudunun yok olmasına gönüllü koşmakla kahramanca vasıfları üzerinde toplayan
Gazi Feyzullah Paşa bu dağdağai hayatı terk eyledi. Gencecik varlığından daha
çok istifade edilebilecek bir zamanda r.!294/m.l878 senesinde otuzyedi yaşında
olduğu halde ruh-u azizi cennet bağçelerine uçdu.
Dedem Hacı Ateş ve
Pederim Gazi Feyzullah Paşa mağfuru Cenâb-ı Râbbi Mennânın gufranı içinde
garik-i rahmetle yattıkça bilcümle asker kardeşleriyle bu millet-i necibey-i
Osmaniyeye ömrü tavil (uzun ömür) ve her bir işinde tevfik-ı ihsan buyursun.
Amin. "Gazi Feyzullah Paşanın kabri Haydarpaşa'da büyük kabristanda Viran
Sebil civarındadır.
İkinci ordunun fedaisi
vatan kurbanı hazret paşa ki
Şemşiri kazayı mübrem
idi farkı adaya
Aduvu tire rûz olsa
acibmi rusiye
Cümle ki çok yüzler
ağartmıştı girüb meydân-ı gavgaya
Olup mecruh-u harb
içre nihayet kestiler pâyin
Ayakdan düşdü emasir
idin çok kat'a etdi paye Nasıl Hakk' destgir etmez âna Şah-ı Şehidâm
Doktor Volkoviç'de
ihanetinin meydana çmacağını anlayınca hemen terk-i hizmet ederek Bulgaristana
firar eyledi. Vulkoviç'in başında limon büyüklüğünde bir ur vardı. Fes
giydiğinde pek belli olmuyordu. Her ne suretle elde ettiyse Dersaadet
kapikethüdalığı ile geldiği vakit başına şapkanın güzelce yerleşmesi için bahse
konu uru çıkarttırmış artık kasket giymiş olarak, diplomasi yoluyla yapmadığı
hezeyanlar, çevirmediği fırıldaklar kalmamış; önce nimetiyle perver-de olduğu
ve sayesinde miralay rütbesine kadar irtika (yâni yükselme) ettiği bu miflet-i
necibe-i Osmaniyemizin başına bir belâyı muazzam kesilmiş idi.
Bundan takriben on
sene önce bir gün klübe giderken Be"-yoğlu caddesinde gündüzün
mintarafillah (Allahın emriyle) bir Bulgar tarafından karnına saplanan bıçağı
kendi eli ile çıkartmağa çalışırken öldüğü gazetelerde okunmuş idi. Böylece
bu müfsidin varlığından Cenâb-ı Mevlâmız bu aziz vatanı ve muazzez devlet-i
Osmaniyemizi kurtarırken, Şehid ve Gazi pederim Feyzullah Paşanın intikamını
aldı ve de böylece adalet-i ilâhi yerini buldu. Kan kaybından gitmek nasılmış o
da görmüş oldu. Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri dâima AZİZ ZCI İNTİKAMDIR.
Yılmaz öztuna
Bey,değerli eserinde Makedonya bir milliyetler mozaiki idi, der. Yan nüfusu
müslümanlar teşkil ederken diğer yan sayıyıda gayrimüslimlerden müteşekkil
topluluk meydana getirmekteydi. Makedonya, yüzbin kilometre kareye varan
verimli arazide yaşayanların umumi nüfusu dört milyon kişiyi bulmakla beraber,
bunların bir milyonunu teşkil eden Bulgarlar ve Makedonlan, Yunanlılar
onları" da Sırplar takip ederken bir miktarda ülah'da denilen Romenler bu
topraklarda İslâm koruması, Osmanlı idaresi altında fehir fahur bir hayat
sürdürmekteydiler.
Tâaki 21/Eylül/1902'de
başlayan Makedonya Bulgaria-rınn ihtilâli zorda olsa askeri birliklerimiz
tarafından bastırılırken, hareketin de kolay geçmediğini hatırlatalım. Huzurun
bozulmaması için kıyama katılma- yan Bulgarları da zorlamakta gerekirse fecii
suretde öldürüyorlardı. Genç bir mülazım olarak Makedonya dağlarında
askerliğini yapmış bulunan Gönen'in değerli evlâdı Ömer Seyfettin buralarda
müşahede ettiği tedhiş hareketlerinden esinlenerek meşhur Bomba adlı
hikâyesini kaleme almıştır.
Sultan Abdülhamid Hân;
Hristiyan âleminin Osmanlı devleti ve onun geleceği hakkındaki samimi
plânlarını bildiğinden yüzlerine mültefit davransada hiç bir zaman itimat
et-rnez, her şeyin tedbirini almaya çalışırdı. Nitekim; Makedonya meselesi
kendini gösterirken, padişahda, tedbirlerini almaya başlamış derhal
<Vilâyat-ı Selâse umûm Müfettiş!iği> nâmıyla üç vilayetin genel müfettişi
mânasına gelen bir ma-kam ihdas etmişti. Bu makamı da ileride sadrıazamda olacak
olan Hüseyin. Hilmi Paşa'yı getirmişti. Selanik, Manastır ve Kosova.Valileri,
bu zâtın vereceği talimatlarla idareyi sürdüreceklerdi.
Hüseyin Hilmi Paşanın
hakkında günümüze kadar yazılmış müstakil bir kitap olmadığını tesbit etmiş
bulunuyorum. Bunun ne mânası olabilir? Sorusu akla gelirse ilkönce ne demek
lazımsa onu söyleyelim; can dostu olmamış. Kültür cemiyetlerinde, matbuat
âleminde kendine arkadaşlar edinmemiş, klasik bir devlet memuru etrafına fazla
açılmamış devlet adamı olduğundan medhini yapacak bir vâris bırakamadığı
mânaları istinbat edilebilir. Abdülhamid Hân'ın Müfettiş-i Umûmi yaptığı
H.Hilmi Paşa hakkında bakınız; İttihad ü Terakki cemiyetinin muhaliflerinden
olup, Mısır'a kaçan sadaret şifre kalemi hulefasindan Selahaddin bey;
"Bildiklerim" . adıyla 1918 yılında Kahire'de tab et tîrdiği
kitabında ne demektedir: "Kâmil Paşa kabinesinde dahiliye nazırı olarak
bulunan Hüseyin Hilmi Paşa ise, ne sebebten.se bu hâin serserileri
(ittihatçıları) serfürû (baştacı etmek) ve ınkıyaddan (onlara uymakdan)
kendini bir türlü alamamış ue mevkii sadeı-rete ibadı uâdi'ne inzimam eden
hırs-ı câh ile gözlerine âmâ tarl olup, halû istikbâl-i devlet ue milleti
feramuş (unutmak) ederek bu hazele ile mean kabinenin sükûtuna var kuvvet-i
bazu ya verüb çalıştığından vatan ve milletimizin bu hâli felâket ve inkısâme
maruz kalmasına,müşarünileyhin (Hüseyin Hilmi Paşa) bu vech hareketi sebebi
yegânedir." Demektedir. Selahaddin Bey koskoca Yıldız sarayının kitabetinde
şifre kalemi memurininden olduğundan ve asrın en kıymetli hükümdarını
bilgilendiren, imlâsıyla günümüz insanının melül melül bakacağı yukarıdaki
satırları karalamıştır.
Biz; tırnak içindeki
ifadesinde Salahaddin bey'in ne demek istediğini okurlarımıza sadeleştirerek
vermeye gayret edelim. "Kâmil Paşanın kurmuş olduğu hükümette içişleri
bakanı olarak vazife almış bulunan Hüseyin Hilmi Paşa ne sebebten-se
ittihatçıları başına taç yapmış, onların her söylediğine uymak gereğini
hissetmiş, kendisini sadaret makamına yâni başbakan yapmaya dâir yapılan gizli
vaad, hırsını arttırmış ve gözü başka şey görmez olmuştur. Kabinenin yıkılmasını
temin edecek gayretlere giriştiğini tabiatı ile bunun sonucunda ne milletin
hâlini, ne geleceğini düşünmemiş ve sonunda uğradığı mız felâket ve bölünmenin
müsebbibi Hüseyin Hilmi Paşanın, bu tarzdaki davranışları tek sebebdir."
demek istemiş oluyor
Hüseyin Hilmi
Paşa'nın, Midilli Mutasarrıflığı ile sürgünde bulunan Nâmık Kemâl Bey'in
yanında pek genç yaşda bulunduğu edebiyat ve görüşlerinden çok istifade ettiği
ayıca Nâmık Kemâl Bey'e büyük muhabbeti bilinmektedir.
Hüseyin Hilmi
müfettişlik görevine atandığından kırkdört gün sonrada makam-ı sadarete de
Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa getirilmişti. Ferid Paşa babıâlî'de teşkil edilen
Rumeli Vilayetleri İslahat komisyonu riyasetinde bulunmaktaydı bu sebeble
Rumeli'de olan bitene hayli vukufiyeti vardı. Make-donya'daki kıyam bir müddet
sonra alınan tedbirlerle sona erir gibi oldu. 2/Ağustos/1903'de Bulgarlar,
yeniden ihtilâl kıvılcımını üfle diler ve özellikle Manastır civarında te'siri
ve kan deryasına çevirdikleri sokaklarda kendi dindaş ve soydaşlarını öldürmekten
çekinmiyorlar bu da bizim genç subaylarımıza yeni düşünce ufukları açıyor,
düşünce dünyasını başka bir pencereden mütalaa eden bu genç zabitler,
itikadi-yatlannın süzgecinden bu fikir ve davranışları geçirmediklerinden,
savaştıkları, öldürüp, yaralamak veya tevkif etmek zorunda kaldığı
düşmanlarının fikriyatına hayran oimak gibi bir açmaza düşüp, bizim buralarda
ne işimiz var diye yanlış, yanlış olduğu kadar da zararlı bir düşüncenin zebunu
olup, ırkçılık tuzağına düşmeye başladılar. Bulgarların, bağımsızlık elde etme
mücadelelerini, kendi ellerinden çıkmak demek olduğunu, orada Bulgarların
miktarından çok daha fazla müslüman ve diğer ırklara mensup insanlar olduğunu
hesaba katmıyarak Makedonya'dan olumsuz etkilendiler,
Hiç düşünmediler ki,
Makedonya Rus, İngiliz, Fransız, Almanya daha doğrusu haçlı dünyasının
kendilerine oyuncak ettikleri bir topluluktur. O hengamede Almanya bizim tarafımıza
yakın davranıyordu. Hâlbuki o donem zabitlerinden biri olan Binbaşı Mehmed
Şefik Bey ise, kafa patlatıyor Osmanlı devleti üzerinde hristiyan dünyasının
plân ve programlan karşısında bizim ne yapmamız gerektiğini bulmaya çalışıyordu.
Bu hususda da devlet-i âliyenin devamının nasıl kabil olabileceğine dâir
çözümler üretmeye koyulurken, bizim Makedonya topraklarındaki genç
zabitlerimiz fikri bir asimilasyona uğruyor idi. Bu o kadar mühim bir hadise
olarak Sultan Hamid mekteplerinin mezunu subaylarının fikri çeliniyordu, çünkü
tahsil esnasında verilen örnekler daha ziyade avrupa târihine ait oluyor,
nezaket, nezafet, feragat, şecaat ile ilgili hususlar, bilhassa ecnebi muallim
ler ve ırkçı düşüncelere sahip hoca'lar tarafından zabitlerimiz, asakir-i islâm
ifade ve anlayışından uzak yetişiyorlardı. Bir bakıma Fravun, hasmı Musa
(A.S)'ı nasıl sarayında yeti ştiriyorken, Abdülhamid Hân'da kendisini alaaşağı
edecekleri kuş sütüyle besliyordu, icabında Hatay'da 35 ay maaş gönderemediği
jandarma birliğini idare-i maslahat ediniz beyanıyla oyalayarak. Şimdi bu
çalışmamıza yukarıda bahsettiğimiz gibi bir risaleyi Os-manlıcadan latinize
edip, tetkikinize sunuyor ve diyorumki, Makedonları haklı görenmi yoksa binbaşı
Mehmed Şefik Bey'mi daha isabetli bakıyor, buna emin olmak için Beka-i Osmaniye
adlı risaleyi buraya alıyorum:
Binbaşı Mehmed Şefik
Efendinin risalesinde Anadolu kıtasının (topraklarının) Bahr-i Siyah
(Karadeniz) cihetinden, Rusya'nın Bahr-i Siyah donanması tefevvukunu (üstünlüğünü)
muhafaza etdikçe vaziyet-i elîmesi aşikârdır. Şimal-i şark (kuzey doğu)
istikamet-i berriyesinden (karayolu) dahi Rusya'nın pây-i taarruzuna
(saldırgan adımlarına) karşı müstesna bir haileye (engele) hâiz değildir.
Anadolu ve Suriye kıtalarının bahr-i sefid (Akdeniz) sahili dahi hasmın fâik-i
kuv-vay-ı bahriyyesi ianesiyle (düşmanın kuvvetli deniz kuvveti yardımıyla)
harekât-ı taarruziyyesine (saldırı hamlesine) mü-said bir haldedir. Velhasıl
vaziyet-i coğrafiyei Osmaniyye, müstesna bir vaziyet-İ müfide-i
sevku'lceyşiyyeyi hâiz (Osmanlı devletinin buradaki durumu pek ayrı ve faydası
çok bir idareye sahip) olmadığından, Osmanlı devletinin bu noktai nazardan
tabii bir istinatgahı yâni dayanağı dahi yok demektir.
Hele dimağ-ı devlet ve
memleket olan payitaht (İstanbul) gerçi Avrupa-yi Osmani ve Asya-i Osmaniye'
nin ve iki büyük denizin mahalli telafiyesinde (arasında) bulunmak münasebetiyle
ehemmiyet-i siyasiyye ve askeriyyesi ve fevaid-i lâtahsası (faydalı olmayan
toprağı) gayri münkirsede (inkâr edilemezsede) berr'en ve bahren (kara ve
deniz) kavi (kuvvetli) bir hasmın taarruz-u cıddiyesine mukavemet etse bile
rnevkıen ha!-i muhasarada kalmağa salih (uygun bir zemin ve zamandadır. Öyle
bir harp zamanında dimağ-ı devlet demek olan payitaht, vatanın akasam-ı
sâiresine icra-yı hükm ve nüfuz edemeyecek, beden-i vatan sektei dimağa uğramış
bir malûl vücuda benzeyecekdir. Hele esliha (silahlar) ve cephane fabrika ve
depolarının şu şekl-i vaziyete mâlik olan
istanbul'da bulunuşu
öyle bir zaman için ne derece bâis-i felâket olacağı müstağnı-i beyandır. Bir
hükümet (devlet) dâima ahval-i fevkalâdeyi nazar-ı dikkate almalıdır. Mürur
(gecen) zaman ile ahval-i akvam (kavimlerin durumu) ve me-malik-i tebeddulat-ı
siyasiyye (ülkedeki siyasi değişiklik) ve iktisadiyye'ye uğradıkça, düvel-i
mütemeddinenin (medeni devletlerin) tedabir-i siyasiyye ve harbiyesi dahi tahavvüle
(değişime) uğramak mecburiyetindedir.
Hiç olmazsa Karadeniz
ciheti taht-ı emniyet-i bahriyyede bulunmadıkça netice olarak maalesef denilir
ki; muhtasaran beyan olunduğu üzere, hü- kümet-i Osmaniye yâni Osmanlı devleti
ne millet ve ne de vaziyet-: coğrafiye itibarıyla emin bir istinadgâha mâlik
değildir. -....
Osmanlı Devleti Avrupa
Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi Varlığını Sağlayabilirini?
Memâlik-i Osrnaniyye
son asırda avrupa büyük devletlerinin rekabet sahası ve tecavüz hedefi olmuştur.
Bu yüzden Osmanlı
devleti adı büyük devlet diye geçenler arasında bir denge kurmak suretiyle
hukukunu ve varlığını sürdürebilmesi zor ve hâlen uzak sayılır. Avrupanın büyük
devletlerinin zamanımızda antlaşma ve ittifaklara bağlılığı, denilebilirki
şarkda ki niyeti siyasi ve iktisadi menfaat rekabetine dayalı vede matuftur.
Şu yaşanan hâl ile nasıi mümkün olur ki şark'da rekabet ve hırslarla dolu
ecnebi siyasete henüz bağlı olmaktan kurtulamamış bizim gibi bir devlet, bir
memleket-i heyet-i müttefika ve mutelife-i düveliyeden yâni bunlardan birisine
dayanarak ve iltihak etmek istidadını yapabilecek olsun.
İngilizlerin; Mısır'da
ve Arab Yarımadasında şark, garp ve cenup yâni doğusunda, batısında ve
güneyinde takip etdiği istilacı siyaseti, Fransızların Cezayir, Tunus hâttâ
Trablusgarb ve Suriye'deki mevkıilere dâir siyasi niyetleri, İtalyanların ise;
Osmanlı'nın Afrika sahillerinde olan gözü Trablusgarb ile garbdaki Arnavutluk
civarındaki istilaya dönük siyasi faaliyetleri buna inzimamen Rusya'nın, Osmanlı
devleti hakkındaki değişmez ve kadîm düşüncesi olan imha planlarıyla olan
hülyaları, saydığımız avrupanın dört iri ülkesinin, Osmanlı vatanını bölüşmeğe
dönük ihtirasları yakın zamanda bunlara yaklaşmak değil hasım olarak saymak
durumuna getirmiştir. ' ■
Bu iki devletin
yaptığı beyanlar avrupanın büyük devletlerine karşı olan vaziyet-i siyasiyye
ve iktisadiyyeleri bu iki devleti Osmanlı Devletine yakınlaşmaya itmiştir. Ezcümle;
bu iki devlet Almanya ve Avusturya gerek
şlimdi gerekse İstikbalde karşısındaki devletler olarak gördüklerini, Osmanlı
devletide aynen karşısında gördüğünden bunların yakınlaşmaları uygun olup,
siyasi sahada kuvvet kudretlerini isbat-ı vücud etmeleri, Avusturya ve
Almanya'nında siyasi menfaatlerine uygun geleceği tabiidir.. Ancak bunlarla
yapılması tasavvur olunan antlaşma tabii görülüyorsa da, Osmanlı devletinin
muhtaç olduğu kuvvet ve kudret-i askeriyyesini ve ida-rei dahiliyei
intizamiyesini düzeltememesi ve avrupanın dört büyük devletinin bunu önlemesi,
öte tarafdan ecnebi devletlerin siyasi arzularının ihtiraslısına maruz
kalması, Almanya ve Avusturya devletlerine ittifak teklifi yapılmasına hükümetin
müsaid bir zemin zaman içinde olmadığını getiriyor. Eğer
Özetlersek deniliyor
ki; Osmanlı Devletinin bu gibi ittifaka tâ-lib olması demek, Almanya ve
Avusturya'nın himayesini istemek mânasına gelir. Bunun böyle anlaşılacağı
tabii ve muhakkak bulunduğundan, şu hâl ihtiraslarıyla düşmanımız olan
devletlerin hakkımızda şiddetlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu
bakımdan hükümet böyle bir işe teşebbüs etmeyeceği gibi Almanya ve
Avusturya'nın dahi velev büyük bir menfaat mukabilinde olsun büyük devletlerin
üstünlüğüne karşı açıkça hâmilik yâni koruyucu şekline-varacağı bu gibi
ittifakı kabul etmez. Zira bizim için, kendilerini tehlikeye sokmaktan başka
bir netice veremez. Görülen vaziyete göre osmanlı devleti devletlerin
ittifakına dahil olmak suretiyle de hukuk ve hayat-ı siyasiyesini muhafazaya
İmkân göremiyor.
Aşağıdaki
beyanlarımızda sebeblerini arzettiğimiz ve tevessül etmemiz gereken tedbirleri
söyleyelim:
1) Cezire't ül Arabin yâni Arabyarımadasının
Osmanlı Devletine dolayısıyla müslüman kavimlerin selâmeti ne dayanak olacak
sağlam bir şekle taşınması.
2) Hanedan-ı Âlî Osman'ın erkeklerinin şerefli
ve saadâ-tın muteber hanımlarıyla evlenerek sülâlei Cenabı Nebevl'ye akrabalık
tesisi yapılması.
3) İstanbul Osmanlı başşehri olarak kalmakla
beraber, hilafet payitahtı nâmıyla savaşın idaresi ve islâmî siyasetin noktai
nazarından lâzım gelen vasıfları hâiz bir mevkiin ikinci bir başkent olarak
seçilmesi. Bu maddelerin izahını aşağıya alalım:
1) Arapyarım Adası Osmanlı devleti için
istinadgâh olarak seçilebilecek bir unsur olmakla beraber coğrafi vaziyeti
dahi müstesna bir vaziyeti pek makbul bir idareye hâizdir. Yanmada on ilâ onbeş
milyon aynı ırkdan müslüman insana sahibdir. Bu millet zekî, cengâver ve cevval
ve de müstaid bir milletdir. Bu nüfus askerlik menbaı olarak kuvvetli bir
as-keriyye teşkil eder. Kötülük getirmesi muhtemel başka bir kavim ile karışık
değildirler. Yarımada insanını fâidesiz ve belki Osmanlı devletine ve milleti
islâmiye'ye bugün muzır bir unsur hâlinde tutan sebeb evvelâ idrâk seviyeleri
ikinci olarak sosyal durumlarıdır. Bu taraflarının ıslahı hâlinde o necib
millet hakikaten islâm âleminin medar-ı istinadı olacak bir hâl-i heybet-i
kıymete vasıl olur.
Arap Yarımadasının
coğrafi mevkii târihi bakımdan da müsbet olup kara yolu, taarruz hareketi yapılmasına uygun olmayan bir çöl
ile çevrili olduğu gibi cihet-i sâireside denize ve sahillere uzaklığı, su ve
havası ecnebilerin tasallutuna müsaid değildir. Târih bize isbat ederki,
Yarımadayı hiçbir cihangir devlet istilâ edememiştir ve ayak atanlar ise
Ceziret ül Arab'da bannamamışlardır. Yine târih isbat eder ki Arablar şerefi
islâmla irşad olunduktan sonra Arab Yarımadasının Roma ve İran gibi iki muazzam
cihangir devleti perişan ederek, Çin hududundan, Fransa* hududuna kadar
cihangir bir devlet kurmuşlardır. Her zaman için bu yaradılışdan beri taşıdıkları
istidatı ispat etmişlerdir. Bilenlerce takdir edileceği üzere müstesna bir harb
vasfına sahip olduğu gibi kırk sene-denberi pek mühim bir vaziyet hâkimiyeyi de
kazanmıştır. Arab yarımadası Süveyş Kanalının açılışından beri avrupanın
müstemleke ve iktisadi yolu olduğu aşikâr bulunan Süveyş,
Kızıl Deniz,
Babulmendep deniz yoluna uzaklığına hâkim bir vaziyet-i mühimme-i mümtâzade
bulunmaktadır. İşte bu yarımadanın Osmanlı devletine istinadgâh olarak
seçilmesine uygun ve matlub hâle getirilmesi yolundaki arzunun ve temininin
hikmeti budur. Böyle görünüşte kuvvetli bir kuruluş sağlanırsa yalnız deviet-i
Osmaniye'nin değil bütün islâm dünyasının hayat ve selâmet-i müstakbelesi
teminat altına alınabilir.
Bilindiği gibi Sultan
Abdülhamid-i sâni hazretleri Sultan Abdülaziz hân'ın hâl'ini ki mahlu padişah
amcası oluyordu ve de meşkûk ölümüne şâhid olmuş ve bundan üç ay sonrada
ağabeyi 5. Murad'ın rahatsızlığı münasebetiyle tahttan in-fisâlini yaşamıştı.
Ağabeyinin yerine getirildiği Osmanlı tahtına kuûd ettiğinde uyması gereken
şartlardan biri kanun-i esasiyi tesis, meşrutiyet sistemine geçişe olanca
yardımıyla şitab etmekti. Ancak meşrutiyetin ilânı ve onun arkasından meclisin
gayri milli ve gayri müslim mebusların dolduruşu yüzünden hasm-ı biamanımız
Ruslarla çok kanlı geçen ve müthiş bir insan ve toprak kaybına sebeb olacak
savaşdan mağlup çıktık.
Bu fecii bozgunun
yaralarını sarmak dirayetli bir el, ülkenin her tarafında olan bitenden
haberdar olabilen merkezi bir idarenin yapacağı işdir kanaatına varan Sultan
Hamid, milletine yayımladığı bir beyanatla ne işitirseniz, ne duyarsanız,
devlete yâni bana bildirirseniz halledemeyeceğimiz hiç bir konu kalmaz mealinde
ki bu açılımla millet ve padişah arasındaki ihdas olunan suni köprüleri
kaldırmış, müslümanlar
li felerine her
kötülük tasavvuratanı haber vermektelerdi. Gayri müslimler ise uğradıkları
haksızlıkları bu açık davet karşısında korumasında oldukları padişaha
bildirmekten ve tedbirlerin alınmasından, uygulamaların yapılmasından
epeymemnundutar. Ne var ki zaman içinde bir takım jurnallere verilen bahşişler
emelleri karanlık kişilerin bu müesseseyi istismar etme yoluna gitmeye
başladılar. Gelen jurnaller çığ gibi büyümüş, padişahın bunları değerlendirmesi
vaktinin çok büyük bir kısmını almaya başlamıştı.
Bu gün siyasi partiler
nasılki iktidara geldiklerinde bir hayli yüksek derecede memur ve hizmetliyi
sağa sola savurup, yerlerine kendine yakın olanları görevlendiriyorsa, bu kadar
vâsi olmamak şartıyla o dönemlerde de başvurulan bir yoldu. Buna inzimamen o
devirde partilerin yerine misâl olarak söylenenler şöyle idi:
Said Paşalıîar, Mehmed
Kâmil Paşahlar, yok Ferid Paşahlar diye guruplaşmaiar olduğu gibi, saray içinde
padişaha yakın görev sahipleri dışarıdaki bu paşalardan kime sempati duyuyorlarsa,
veya bunların her hangi bir işini yerine getirir ise, ona yakınlık besler,
adetâ onun adamı olarak padişah nez-dinde yapılacak bir hizmette gönül veya
menfaat bağı olan ricali devlete yardımcı olurdu. Bunun tabii mefhumu muhalifi
diğer bir ricalin işlerini engelemek, süründürmek, bir takım hafi bilgileri
bağlı olduğu guruba yetiş tirmek olmaktaydı.
Zaman içinde Mithat
Paşa ve onun izinde giden cöntürkle-r'n, Nâmık Kemâl'in, Ziya Paşaların,
Şinasi'lerin çömezlerini tutan meşrutiyet taraftarlanda saraydan bağlı
oldukları misyona ne kadar menfaat temin ederlerse inandıkları dâvaları-na
kendilerini hizmet etmiş addederlerdi. Veliahd-şehzade her zaman padişahların
alternatifi olarak telâkki olunduğundan o seviyede de, Sultan Murad'cı,
Veliahd Reşad efendici,
OSMANLI TARİHİ
Abdülhamidci'likler
alıp yürümüşdü. İşte bu kadar karışık bir ülke idaresinde en önemli unsurun kim
ne yapıyor? Sorusunu bütünüyle olmasa bile bir haylisini çözebilen jurnal müessesesini
aşabilen bir müessese mevcudmu? Günümüzde istihbarat için ayrılan zaman, mekân
ve para boşunamı ki yinede kırsal alanda çoban'ın vereceği malumata geniş
çapta ihtiyaç var. Pişmanlık kanunlarıyla örgütlerin içinden haber alma
metodlarını kullanmamak olabilirimi? İşte günümüzde hissetiğimiz bütün
ihtiyaçlar 2. Abdülhamid döneminde kendisini daha da hissetirmekteydi. Yine
yukarıda beyan ettiğimiz gibi, her güzel hareket bir çıkmaz sokağa taşıyanı
bulabilmiştir. Bu çıkmaz sokağa gidişi dönemi yaşamış bir merhum yazarın,
Ziya Şâkir bey'in "Elli Yıl Önce Bizi İdare Edenler" adlı eserinden
alıntılarla ve özetlemelerle sayfalarımızı süslemeyi düşündük.
Bu zât; Mısır'da
1835'de dünya'ya gelmiştir. Vefatı 1931 senesinde İstanbul'da vukubul muştur.
Babası müşir Hasan Paşadır. Fuad Paşa ilk tahsilini Mısır'da, orta tahsilini
İstanbul'da tamamladıktan sonra Kahirede bulunan Osmanlı harb okuluna yazıldı.
Burayı bitirdikten sonra Mısır Ordusunda vazife aldı ve burada albay rütbesine
kadar irtika etti. Bilahire İstanbul'a gelip Şûra-i Askeriyye'ye tâyin edildi.
1869'da yâni 34 yaşındayken, mirliva oldu. 1872 senesinde Arnavutlukta vede
Kerkükte çıkan isyanların bastırılmasında büyük emeği geçtiğini görüyoruz.
Balkanlarda Sırp ve Karadağ başkaldırmalarına savaş açılınca Karadağ üzerine
yürüyenlerin başındaydı. 1876/1877-1293 harbinde Tuna ordusunda korgeneral
rütbesiyle istihdam olundu. 2.Tümen kumandanı olarak Tırnova/İslimye arasında,
Elena adı verilmiş mevkıide Rusrı başlarında ünlü kumandanları Şuvalof olduğu
halde, büyük bir bozguna uğrattı. Bu
zaferde gösterdiği yüksek cesaretin karşılığı olan Deli'lik lâkabı, adına
eklenirkende, tâbiiki kadibine kadar hakkettiği Elena meydan muharebesi
kahra-manlığıda birlikte anılırken Sultan Hamid'in gönderdiği müşirlik rütbesi
de ilâve olununca kartviziti meydana getiren isim ve sıfatlar birleştiğinde
şunlar okunmaktaydı: "Elena Kahramanı Çerkeş Müşir Deli Fuad Paşa"
Bütün bunlara bir de yâver-i ekremlik inzimam olununca, boy ve bos bakımından
iki metre ve muntazam bir vücud, heybetli bir baş ve genç yaşta kırlaşmış
sakalı ile nûrani bir yüz, herkese vekar-la fakat mütebessimane bakan gözleri,
dostların içini ısıtır, düşmanlarının kanını iliğini dondurucu tesir yapardı.
Bu koca Çerkeş, hem çok zengin, hem de eli pek açık sehavet denen hususun
kendisinde bir başka yakışığı oluyordu. Paşa; Çatalca* cja hatları düşman
aştığı takdirde şehri yâni İstanbul'u savunma noktasında neler
yapılabileceğini istişare eden ve bu istişarelerin gereği >e leri tahkime
bizzat nezaret eden padişahın zarif bünyesi yanında ondan yedi yaş büyük Fuad
Paşa dev yapısı İle manzaraya bir mehabet Kazandırıyordu. Ahali padişah ve Fuad
Paşa'ya maşaallah çekmekteydi. Fuad Paşa' nin diğer bazı vasıflan yeri
geldikçe anlatılacağından onu Istanbulun savunma hazırlık- larını yaptıkları
kavşak noktalarında padişahla birlikte bırakalım. Zâten alınan tedbirlerin
kullanılmasına lüzum kalmadı, moskof Çatalca'yı aşmayıp, bir küçük gurupla
Ayastefanos, yâni şimdiki Yeşilköye geldi. Orada sulh müzakereleri cereyan
etti. Bu sulhun neticesinde perişanlığımız tescil edildi.
Padişahın etrafında
yer alan menfaatçiler güruhu, padişahın değer verdiği cidden değerli
insanların gözden düşmesini sadece duayla istemek değil, çeşitli tezgâhlar
kurarak gerçekleştirmeye gayret gösterirdi. Padişah bunlarında kendisine
lâzım olduğu inancı içinde, yâni günümüzdeki derin devlet malzemeleri gibi
addettiğinden onlanda kıymetli değerli elemanlar olarak nitelemekle beraber bu
işlerin çirkin işle: olduğunu tabüki; takdirden acizdi. Fakat âiet her zaman lazım
gelir deyip, bunları da memnun etme yolunu açık tutardı. Deli Fuad Paşa ise bu
tip adamların hiç birini sevmez, onlardan çekinmez mütalaalarına değer
vermeyen bir zâtdı. Kalb kalbe karşıdır derler ya, o hesab! Bu güruh da, Deli
Mü-şir'den hiç hoşlanmazlar, ne yapıp yaparlar bir takım jurnaller
tertipleyip, Müşir Paşanın aleyhinde padişaha ulaştırırlar, bunlara inanmayan
padişah "Dokunmayın benim Deli Müşi-rim'e"dedikten sonra jurnal
sahibine harçlık verirdi. Sonra da bu jurnali alır da Fuad Paşa'ya gösterirdi.
Bu tip adamlar hiç eksilmez, 1877'ile 1901'e kadar Fuad Paşa hakkında bir çok
jurnalin tertiplenmesine rağmen: "yel kayadan ne alır misâli, melunlar,
padişahla müşiri arasında münaferete muvaffak olamadılar.
Bir ara menfaatçiler
güruhu çoğalmış, vehham padişahın bu zaafını arttıracak jurnallerla ortalıkta
dolaşıp'beğenmedikleri kimseleri perişan etmeye başlamışlardı. Bunlardan Reşid
Paşa, İzzet Holo (Arab), Fehim Paşa, Ali Şâmil Pasa idiler ki, aralarında
anlaştıkları bir tezgâhla sadr-ı esbak Mehmed Said Paşa ile Deli Müşir Fuad
Paşa güya antİaşmış-lar padişahı tahttan indireceklermiş babında bir jurnal
ihzar ederler. Bunların arasında; başhafiye olan Fehim Pasa cok
Karaktersiz, insafsız,
ahlâksız, cani ruhlu bir kimseydi. Nice
ocaklar söndürmüş, ne hânumanların yerinde yeller estirmiş bir zâlimdi. Ayrıca
haddini bilmez saygısız bir kimseydi. Bir ele en tehlikeli ve kendisini her
işden sıyıran şu şekilde tarif ettiği bir tesbiti vardı: "Efendimizin
hayatını korumak benim vazifem. Duyduğum, gördüğüm her şeyi zâtı şahanelerine
ulaştırmak vazifelerimin başında gelir. Ne varki bütün bunları ispata mecbur
değilim. Benim duyduğumu açıkladığımda ya evet ben böyle yapacağım diyen
olabüirmi? Şu halde inkâr edenlere ben karışmam" şeklinde bir izah
getirmekteydi.
Veliahd (Sultan) Reşad
efendinin oğullarından Ziyaeddin ve Ömer Hilmi efendiler, binmiş oldukları
fayton arabayla gezmeğe çıkmışlar, bir hayli dolaşmışlar ve dönüş yolu olarak
da Nişantaşı üzerinden konaklarına avdet etmek üze.e Fehirn Paşanın evinin önün
den geçerlerken, Fehimde hangi mülevves işi yapmaya gidecekse konağından çıkmak
üze-reymiş, gelenleri gördüğünde bunların veliahd Reşad efendinin çocukları
olduğunu hiç kaale almadan hatta tam aksine onlara üstünlük taslayacak tarzda
önlerine çıkmış ve burası bana aid buradan geçemezsiniz ikazında bulunur.
Efendiler bu saygısızlığa gücenseler de, arabacıya dön emrini verirler.
Görüldüğü gibi veliahd'ın yetişmiş gençlerine bunu yapan biri, devlet
memurlarına, ahaliye, meşayihe kimbilir neler yapar? Acaba; bu hâlin yâni
cihet-İ askeriyyeden olan paşalar ile sivil görevlerden paşa rütbesine gelenlerin
arasındaki bu elerin anlaşmazlık, sivil güruhun merdâne davranmamasın-danmı?
Yoksa askerlerin disiplinlerinin farklı olmasındanmı-dır? Bunun cevabını apayrı
bir soruşturmada bulmak kâbidir. Meselâ Arab İzzet Paşa (Holo), bu hususda bir
hayli sıkıntılar ya şamış, bol keseden verilmiş sivil paşalardandır. Fuad
Pa-şa'dan, 93 savaşının diğer bir efsane ismi Gazi Osman Paşa'dan bir hayli
azar ve hakaret görmesine rağmen ve de askeri şahıslara irade-i seniyye ancak
asker-İ erkân-ı harpler tarafından tebliğ edilir denmesine rağmen îzzet Paşa,
böyle bir tebliği yapmaktan pek zevk alıyordu anlaşılan. Hâttâ Gazi Osman Paşa;
Osmanh-Yunan 1897 savaşında Çit kasrında
toplanan askeri istişare heyetine yine bir irade-i seniyye teb-. liğ etmeye kalkışan İzzet Paşa'nın kafasına
iskemleyi atıver-miştİ. Canı bir hayli yanan Holo, padişaha işi götürmeme
akıllılığını göstermişti.
Şimdi Fuad paşaya diş
bileyenlerden biri olan Reşid Paşa pek çapkın biri idi. Ancak yakışıklı ve çok
zengin, dünyada en iyi kılıç kullanan silahşörlerden biri olan Fuad Paşa' nın
karşısında hep yenik düşüyordu. Reşid Paşanın göz diktiği bayanlar, son anda
tercih lerini Fuad Paşa'da yapmalarının meydana getirdiği bir kıskanmamı idiî
Ali Şâmil Paşaya
gelince bu adam gösterişe pek düşkün olmasına rağmen Deli Müşir' in katılmış
olduğu toplantılarda bin mumluk ampulün yanında bir mum ışığı gibi kalıyordu ve
onun yanında caka satamıyordu. Çerkeş Mehmed Pa-şa'ya gelince aynı kavimden
olmalarına rağmen ona kızmasının sebebi, kıskanması, ondan yılmış olmaktan
kaynaklanıyordu. Fehim Paşa ise; Deli Müşir Fuad Paşa'nın Feneryo-lu'ndaki
muhteşem konağının parıldıyan ışıkları, her gece bitmez tükenmez davetliler, en
mükemmel hanende ve sazendelerin katıldığı muazzam musiki âlemlerinin bu
tertibçisi Fuad Paşa padişah'dan daha müreffeh ve şaşaalı bir hayat yaşıyordu
vede bunun suyuda şahsi servetinden geliyordu. Mısır'daki çiftliklerinin
gelirleri paşaya hakikaten maddî bakımdan krallar gibi hayat sürme imkânı
bahşediyordu. Şimdi Fehim böyle bir kimseyi nasıl kıskanmasın di? Kendinde kudretin
temsilciliği vehmeden birinin böyle bir farka tahammülü kolaymıydı?
Bütün bunlara karşılık
halkın her iki tarafdan adı geçenlere yaklaşımına bir atfu nazar edelim: Ahali
bu düşman kardeşleri gördüğünde ya bir tarafa saklanıyor, ya da onların
bulunduğu tarafa bakmamayı tercih etmekteydi. Buna karşılık Deli Müşir Fuad
Paşa herhangi bir yerden geçtimi, tanıyanlar koşar ve selâm vermeye bakarlar,
tanımayanlar ise görmek için koşarlardı. O ise, bir baba tavrıyla selâmlar dağıtarak,
güler yüz vede gülen gözleriyle insanların yüreklerine sevgi salarak varlığını
hatırlatırdı. Fehim Paşa'yı bir gün Cuma Selamlığında kenara çeken Müşir Fuad
Paşa, yaptıkların yeter, artık hakkımda hergün urnal veriyorsun fena yaparım
diye tehdit etti.
Bu tehdit, Fehim'de
tesirini gösterdi. Bir müddet geri çekildi. Fuad Paşanın karşısında aleyhde
olup, tuzak kurmaya çalışan iki kişi meydanda kalmıştı. Bunların biri askeri
savcı Reşid Paşa ile Üsküdar muhafızı Ali Şâmil Paşa idi. Ali Şâmil Paşa
kurnazca davranıp, Üsküdar civarında ki çıkacak her hangi vakaya muntazırdı.
Savcı Reşid Paşa ise yanına aldığı bazı sivil me murlar ile Fuad Paşa'nın köşkü
civarına yanaşıyor Müşir'in sabrını taşıracak davranışlar gösteriyordu. Reşid
Paşa'nın korkak ve ödlek bir kişi olduğunu bilen Fuad Paşada nasıl oluyor, kime
güveniyorda benim konağın üzeri-ne bu kadar düşebiliyor diye kafa patlatmaya
başlamıştı ki, bir akşamüstü sıcağında Reşid Paşa bir paytona binmiş olduğu
halde ve arkasındaki faytonda da üç sivil memur geçerlerken, her zamanki gibi
Fuad Paşa konağın kapisındadır. Ve de geçmekte olan faytonun içinde, bir köşeye
çekilmiş Reşid Paşa, ceketinin bütün düğmeleri açık şekilde ve Fuad Paşayı
görmemezlikten gelmesi disiplin düşkünü müşirin tepeşini attırmaya yetti.
Paytonu durdurup Paşayı köşke çağırttı. Reşid Paşayı köşkte Koca müşir bir
güzel dövdü. Arkasından sordu: Artık doğrusunu söylersen sana başka bir şey
yapmayacağım, serbest bırakacağım. Seni, beni takip etmek için kim
vazifelendirdi? Cevab şöyleydi:
Zât-ı devletlinize çok
büyük hürmetim vardır. Arab İzzet Paşa bunu istedi. Ali Şâmil Paşa ve Fehim
Paşanın sizi takibe aldığını işittim. Bunları söylerken; daha sonralar!
babiâli baskınında öldürülen Harbiye Nâzın Nâzım Paşada hayretle Fuad Paşanın
yanında geçen olaylara şâhid oluyordu.
Peki Arap İzzet ne
talimatı verdi? Sorusuna cevap olarak, Fuad Paşa; siz kadıköy ve Üsküdar'da
gizli bir cemiyyet ku-ruyormuşsunuz. Mensubiyetinizle şerefyâb olan bir çok
zabiti Selimiye Kışlasına yerleştiriyormuşsunuz! Birliklerin başına size bağlı
subayları yerleştirdikten sonra çıkaracağınız ihtilâl neticesinde de saltanatda
değişikliğe gidecekmişsiniz. Oğullarınız beyefendiler ise, avrupa'da yaşayan
cön Türklerle haberleşme içinde olduğu gibi konağınızda musiki toplantıları
altında yaptığınız tertibat, doğrudan gizli müzakerelermiş!
Reşid Paşa, sözlerini
tamamladığında gerek Nâzım Paşa gerekse Müşir Fuad Paşa bu iftiraların ağırlığı
ve atılan çirkeften utanmaktan kendilerini alamadılar. Çık dışarı demek zorunda
kaldıkları Reşid Paşa ceketini eline alıp, binbir temenna çakarak kendini
dışarı atmak üzereyken, Fuad Paşa haykırdı:
-Nereye böyle ceketini
giysene. uşakların önüne bu kılıkla utanmadan nasıl çıkacaksın?
Nâzım Paşa; Reşid Paşanın çıkmasından sonra bir hayli telâşla: "Aman Paşam. İşler
fenalaşıyor. Acaba kim tarafından bir ifşaat vukubuldu? Sorusunu sordu. Fuad
Paşa da bilmiyordu, ancak bütün düşmanlarının ittihat ettiğini hissediyor ve
karşı tedbirler alması icâb ettiğinide düşünmeğe başladı. Burada Nâzım Paşanın
kullandığı ifşaat kelimesinin Kaynağımızın yazarı Ziya Şâkir merhumun kalemini
rastgeie sallamasından ise, bir mâ-na ifade etmez fakat, Paşanın ağzından
çıkmışsa, bazı hususatın aslı varmış mânasını aramak, beyhude bir gayret
sayılmaz. Doğrusunu Allah (c.c) bilir.
Fuad Paşa'nın
Feneryolunda'ki devlethanesinden kendisini zor kurtaran müddeiumumi Reşid
Paşanın yediği sopa kendisine bir rütbe daha kazandırmış, mirlivalıkdan
ferikliğe irtika ettirildiği gibi cebine de beşyüz lira ihsân-ı şahane konması
bir taltif olarak düşünülse yanlış olmaz. Reşid Paşa bu ihsana nasıl nail
olmuştu ki, bunun üzerinde durmak icâb eder. Reşid Paşa Feneryolundan çıktıktan
sonra doğru mâ-beyn-i hümâyûna yâni saraya koşmuş, perişan hâlini İzzet Holo
Paşaya arzetmişti. Bu cüreti işleyen Fuad Paşa' dan bir hayli ürken Arab İzzet
Holo; hemen huzur-u padişahiye çıktığı gibi, bire bin katarak, olmamışı
varsayarak, bir senaryo arzetmiş ve padişahın lütfûnu, Reşid Paşa lehine olacak
şekilde celbedeb'ılmişti.
Bunları ertesi günü
haber alan Deli müşir; fesinin bastırdığı gibi (fes bastırmak başa takıp
çıkmak) saraya gidip, Sultan Hamid'in huzuruna çıkıp*, sadece attığı dayağı
değil her şeyi sayıp döktü. Arkasından ilâve etti: "Şevketmeâb askerlikte
rütbeler, nişanlar ya kanunen hak kazananlara veyahut da vatana fevkalâde
hizmetler yapanlara verilir. Siz ise; benden dayak yiyen bir şahsı ferik
yapıyorsunuz... Sizin arzunuza müdehale kimsenin hakkı ve haddi değildir.
Rütbei askeriye böyle verilirse benim müşirliğimin bir kıymeti kalmamıştır.
Askerlikten istifa ediyorum, sâdece bir bendeniz olarak kalmak istiyorum.. Bana
itimadınız yoksa Mısır'a gideyim. Oradaki İşlerim karma karışık bir durumda,
bari onları bir nizâma sokayım. Acizane hizmetime ne zaman ihtiyacınız olursa
fermanınıza koşarak gelirim!..
Sultan Hamid; Fuad
Paşanın söylediklerini sonuna kadar hiç kesmeden ve sükunetle dinledikten
sonra, mütebessimâ-ne "Sen, bir bilirsin.. Ben bin bilirim paşa... Hikmeti
hükümet denen bir şey vardır. Ben şu köşede oturuyorum amma, iğnenin
deliğinden de Hin distan'ı seyrediyorum. Deliliği bırak. Bizi birbirimizden
ancak ölüm ayırır. Ben seni dün, bu gün tanımıyorum istedikleri kadar jurnal
versinler, bak ben ehemmiyet veriyormu- yum? Hadi git köşküne Rahat rahat otur.
Şuna buna da uyma.."
Fuad Paşa padişahın
huzurundan çıktıktan sonra soluğunu İzzet Paşa'nın odasında aldı. Oda da
hafiyelerden Çerkez Mehmed Paşa, Celâleddin Paşa vardı. Odaya bir kasırga gibi
giren Fuad Paşa'yı gören İzzet Paşa sandalyesinde donup kaldı. Çerkez Mehmed
Paşa sessiz sadâsız odadan dışarı çıktı. Müşir Paşa; Holo'ya: "Mel'un
herif nedir senin bu yaptıkların?" Masanın üzerinde duran divit takımını
kaptığı gibi, Arab İzzet'in kafasına fırlattı, can yakması bir yana tepeden
ayağa mürekkebe bulanmakda cabası oldu ve: "dövdüğüm herifi bana inat
ferik yaptırıyorsun ha! Demek ki dayağım uğurlu geliyor. Dur seni de
tepeleyeyim belki sen de sadnazam olursun!" Diye bağırırken İzzet Paşanın
üstüne yürümeye devam ediyordu. Ahmed Celâleddin Paşa; Fuad Paşa'nın sevdiği
kimselerden olduğundan teskin için araya girdi. İzzet Paşa bu arada odadan
kaçıp, yandaki küçük kapıdan hemen padişahın huzuruna çıktı. Ve: "Bakınız
efendimiz; Fuad Paşa,
Kulunuz beni ne hâle
koydu!" Dedikten sonra huzurda ağlamaya başladı...
Anlatılanları dinleyen
padişah, İzzet Paşaya: "Sen huzura böyle çıkmaya utanmıyormusun? Oh olsun
yaptığınız işi yüzünüze gözünüze bulaştırmayınız bir daha.." Dedikten
sonra: -çık dışarı" emrini verir. İzzet Paşanın odasında bir koltuğa
oturan Deli Fuad Paşa gür ve beyaz sakalı dört köşe olarak kesilmiş olmasıyla
hayli mehabetli gösterişe sahibken, şimdi diken diken olan sakalının haliyle
yüzüne bakanı korkudan titretir durumdaydı. Yaktığı sigaradan bir tanede Ahmed
Celâleddin Paşaya ikramdan sonra; "Paşa bu herif şimdi huzura çıkmış ve
ağzına geleni uydurmuştur. Bak bakalım padişahın bana bir iradeleri
varmı?" ricasında bulundu. Celâleddin Paşa onbeş dakika sonra geldiği
huzurdan Fuad Paşaya şunları söylemekteydi: "Efendimiz selâm
buyuruyorlar. Deli'me söyle, İzzet'i huzurdan kovdum. Müsterih olsun. Artık
evine gitsin, rahat etsin" diye ferman buyurdular.
Ertesi gün Cuma
selâmlığında Fuad Paşa mutad yerini aldı bütün heybetiyle selâmlığa gelen
padişahı hürmetle selâmladı. Sultan Hamid'de Deli'sini hafif bir gülümseme ile
selâmladı. Acaba bu hâl Fuad Paşanın düşmanlarının kendisi hakkındaki menfi
düşüncelerini ortadan kaldırmaya yeterli-miydi? Bakacağız!
Kaynağımız olan merhum
Ziya Şâkir bey, fevkalâde Ab-dülhamid sever bir zât olmadığı halde, O'nun
yaşadığı hayatın zorluğunu çok iyi idrak etmiş bir kimsenin objektif bakışından
hiç uzaklaşmamış, bence güzel bir vasıf olan, bir hu-susda memnuniyetsizliği ifâde
ederken, failin temayüz eden hususatını ifâde etme adalet severliği, Ziya Şâkir
Bey'de de Mevcud ki, şu beyanatı yapmaktan kendini alamamakta: Çünkü Yıldız
Sarayının siyaseti şunu iktiza ederdi. Bu sarayda padişahın ne gayzine nede
iltifatına hiçbir güven olmadığını bilirdi. Sultan Hamid'in zaaf derecesinde
bir merhameti vardı. Bazı hadiseler ve şahıslar müstesna olmak üzere bu adam
kimseye karşı büyük bir kin taşıyamazdı. Aynı zamanda mebzulen (bol)
iltifatlarına garkettiği bir adama karşı da tam manasıyla muhabbet ve teveccüh
beslediği iddia olunamazdı."
İşte bu tahlilde
isabet Deli Müşir içinde geçerli idi. Çünkü; Sultan Hamid, dâima hüsn-ü zân
fakat âdem-i itimad meselesine önem vermiş bir hanedanın evlâdıydı. Kim olursa
olsun bu kaideden hâriç kalamazdı. Malumu veçhile padişah; Şeyh ve aynı
zamanda kendi Şeyhi olan Zafir Efendi'yi dahi takip ettirmekte, bir muafiyet
tanımamıştır. Zafir Efendi hakkında gelen jurnâlleride okurdu. Deli Fuad Paşa
gibi, kudretli bir şahsiyetin şansı da ençok şeyh efendi kadar olabilirdi! Nitekim
de öyle olmuştur. Çünkü menfaat gurubu, bu zâtın dostluğunun Abdülhamid hân
nezdinde derin olduğunu bildiğinden, kopartmayı menfaatlerine uygun
gördüklerinde fitne dokumaya devama azami gayret sarfına giriştiler.
Padişah'ın; huzurundan
def ettiği İzzet Paşa, yüzsüzlüğünün ve intikamcıhğın sevkı ile padişahın
yanına çıkacak çâreleri bir yandan araştırırken, öte taraftanda Fehim Paşa'yı
odasına davet etmiş, Fuad Paşa'ya kurulacak tuzakları ve tezgâhları
kararlaştırma konuşmalarına girişmişlerdi. CJzun bir mükâleme sonunda dört
maddelik bir plân tesbit ettiler
a) Maksad-ı asli padişaha hizmetten başka bir
şey değildir.
b) Fuad Paşa,Fehim Paşa tarafından şiddetle
takip edilecek. Jurnaller padişaha verilecek
ve bunların muhteviyatı hakkında, İzzet Paşa da haberdar edilecek.
c) İzzet Paşa da; Fehim Paşa'ya bazı jurnal
mevzuları verecek. Fehim Paşa'da bunları aynen hünkâra takdim edecek.
d) İzzet Paşa bu işe iştiraki münasebetiyle
Fehim Paşa'ya peşinen bin lira verdiği gibi, her ay beşyüz lira ödemeyi üzerine
aldığını kabul ediyordu, (bin lira bugünün parasıyla; 130 milyar TL. eder)
İşte padişahın en
yakınları ve çalışma arkadaşları olan kimselerin husule getirdikleri bu
antlaşma evvelâ padişahın aleyhindedir çünkü kadim, güçlü ve samimi bir dosttan
ayrılmasını temine matuf çirkin ve müslümanlığa yakışmaz bir husustu. İzzet
Paşa antlaşmanın son maddesindeki bin liralık peşin ödemeyi yapmak için
yazıhanesinin gözünü açtı. Bir zarf çıkardı. Banknotlar zarfın içinde olmakla
beraber bir de jurnal taslağı ilişikti.
Sultan Hamid'in
hususiyetlerinden biride kendisine lâzım olan adamlarla bir haftadan fazla
dargın duramaması idi. İşte Arab İzzet'ide hemen haftasında yanına celbetmişti.
O içeri girerken bir hizmetli de, padişaha bir jurnal getirmişti. Padişah
çabucak jurnali okudu ve telâşla; "Bak neler oluyorda senin haberin yok
galiba Fuad Paşa ile barıştın. Artık ondan hiç bahsetmiyorsun." Dedi. Fuad
Paşanın adı anılınca tüyleri ürpermiş gibi ya parak, Allah göstermesin
Efendimiz. Hayatımı feda ederim de Öyle bir hâin ile yüz yüze gelmem. Sanki
kulunuz; onun nelerle meşgul olduğunu bilmiyormuyum. Ancak Fuad Paşa hakkında
huzurunuzda bir tek kelime söyiiye-mem. Aramızda gecen mesele yüzünden
ifadelerim mutlaka garezkârlığıma verilecektir. Bu adam yüzünden sizden azar
işitmişsem de, yinede sizin selâmetiniz bakımından Fuad Paşa ile meşgul
olmaktan vazgeçmedim. İrâde buyrulursa şu son günlerde onun yaptıklarına dâir
malumatımı arzedeyim dedikten sonra padişahın elinde ki jurnale benzer
beyanları birbir sıraladı. Padişah 2. kâtibinin söylediklerini dikkatle
dinledikten sonra elindeki jurnali Arab İzzet'e uzatarak; "Al bak bu adam
da senin söylediklerine yakın beyanlarda bulunuyor. Demek ki adamın dediği
doğru. Şimdi bu adamı buldur ve bir güzel sorguya çek. Ancak bu sorguyu, ben
de işitmek isterim" dedi.
İkinci kâtib. İzzet
Paşayı hiç bir şey bu kadar sevindiremez-dİ. Çünkü eldeki jurnali Üsküdarlı
Halİd Efendi adında birine bizzat kendisi dikte ettirmişti. Huzurda bulunduğu
esnada da verdirerek anlattığı ile verilen jurnal arasındaki benzerlik padişahın
vehmini ziyadesiyle arttırmış bulunuyordu. Derhal nezdine çağırttığı Halid
Efendiyede kendisini sorguya çekeceğini ancak bu sorguyu padişahında
dinleyeceğini söyleyeceklerine dik-kat et. Benimle önceden tanışık olduğuna
dâir tek kelime ağzından çıkmasın. Bu sorgudan başarılı çikarsan artık senin
başına devlet kuşu kondu demektir tenbihlerini yaptı.
. . .
izzet Paşa; Halid
Efendiyi Küçük mabeyne getirip, padişahın irade-i şahanesini beklemeye
başlıyorlar. Az sonra tertibat tamamlanır ve sorgu başlar:
-Siz Halid Efendi
mahrem bazı maruzatta bulunmuşsunuz. Efendimiz; bu malumata ne suretle
eriştiğinizi öğrenmek istiyorlar. Halid Efendi:
-Efendim; bendeniz,
Üsküdar'da ikamet eden Baytar Miralay Ressam Halil Bey vasıtası İle bir çok
defalar Fuad Paşa'nin köşküne gittim.
Her gidişimde orada birçok zevata rastladım. Bunların kim olduğunu
sormamakla beraber, konuşulanlardan çıkan netice, Fuad Paşa'nın İstanbul'da
bir ih-tiial yapıp, Efendimizi saltanattan ıskat etmektir. İzzet Paşa: -Oraya
ne maksadla gittinizdi? Halid Efendi: -Fuad Paşa'ya bir dâire müdürü lazımmış,
ben bu işe girmek istemiştim ancak Efendimiz aleyhindeki cereyan beni bundan
sarf-ı nazar etmeğe sevk etti. İzzet Paşa: -Halil Bey'e bunlardan
bahsettinizmi?
-Hayır. Sadece Fuad
Paşa çok sinirli bir adam onun maiyetinde çalışamam dedim.
-Bu jurnali veriş
maksadınız nedir? -Sadece Efendimize hizmet içindir.
-Peki bu vazifeye
girip bir hayli şey öğrenerek haber verseydiniz daha iyi hizmet etmiş
olmazmıydınız?
-Bunu düşünemedim.
Fakat emir buyurulursa efendimizin uğruna her fedakârlığı yapmaya hazırım.
Sanki son cevap
mükalemenin bittiğinin işareti olmuştu. İzzet Paşa birdenbire ellerini göğsünün
üstünde kavuşturdu ve bir ihtiram duruşu aldı. Halid Efendide hemen yerlere kapanıp
titremeye başladı. Çünkü padişah paravananın arkasından çıkmış yanlarına
gelmişti:
-Söylediklerini
duydum. Memnun oldum. Sadakat mükâ-fatsız kalmaz. Bu günden sonra Fehim Paşanın
emrinde çalışacaksın. Talimatı ondan alacaksın. Şunu da al, araba parası
yaparsın.
Halid efendi
padişahdan aldığı yüz liranın büyük sevincini yaşarken, İzzet paşanın etekleri
zevkten zil çalıyordu... İşte melun tezgâh kurulmuş tıkır tıkır işlemeye
başlamıştı. Fuad Paşanın maiyetine yerleştirilen Halid Efendi yağmur gibi haber
yağdırıyordu zannı verilecek şekilde İzzet ve Fehim Pa-şa'lar habire jurnaller
düzenliyorlardı. İzzet Paşa padişahın huzurunda bir başka mesele hakkında
izahat verirken Fuad Paşa meselesine kayan mevzuun, padişahı tedirgin etmiş olduğunu
hisseden İzzet Paşa, büyük bir cüretle:
-Efendimiz; görüyorum
ki bu mesele sizi çok rahatsız ediyor. Ferman buyurun. Ben onun vücudunu
kolayca ortadan kaldırabilirim.
Sultan Hamid böyle bir
teklif karşısında titremekten kendini alamadı. Çünkü o, mahkemeler tarafından
verilmiş idam hükümlerini infazdan imtina eden merhameti bol bir insandı. Fuad
Paşa'ya böyle bir iş yapılmasına müsaade edermiydi? Nitekim:
-Sakın ha! Zinhar
böyle bir teşebbüsde bulunulmasın.. Hemen benim tarafımdan yaptırıldığına
hükmederler. Olmaz. Bir daha böyle bir lakırdı olmasın. O, Deli'nin kulağına
gider de başımıza iş çıkarır. Kalkar avrupaya savuşur veya ecnebi sefaretlere
müracaat eder. Bizi müşkül mevkide bırakır. Şeklindeki beyanlarıyla mümanaat
eder.
Padişahın ademi
muvafakatına rağmen İzzet Paşa, Fuad Paşanın bertaraf edilmesinden eninde
sonunda memnunluk duyacağına hükmettiğinden, fikrini ortağı Fehim Paşaya da
açdı. Fehim Paşa gözünü bürüyen hırsdan kopamadığından bu zor ve cüret istiyen
işe evet dedi ve menhus plânlarını kuvveden fiile çıkarmanın hesaplarını
tamamladılar.
Plân iki merhaleden
ibaretti. Lodosun kuvvetli olduğu bir havanın akşamında Kalamış koyundaki
iskeleye bir istimbot gönderilecek aynı zamanda da Fuad Paşaya acele saraya
gelmesi hususunda bir telgraf çekilecekti. Paşa istimbota binecek gelirken
güya dalgalar istimbotu Kızkulesİne sürükleyecek, kayalar parçalayacak Paşa da
orada boğulacaktı. Şayet bu kabil olmazsa, o zaman bir fedai bulunacak Fuad Paşa
arabasında vurdurulacak.
1317/1901 senesinin
sonbaharında günlerden birinde şiddetli bir lodos kendini göstermişti. Moda,
Kadıköy ve Üsküdar sahillerindeki yalılar boyunca dalgalar yükseliyor, köpüklü
sular bahçelere doluyordu. Tersâne-i âmirenin küçük bir istimbotu da dalgaların
uğultusundan başka bir ses du-yulmuyan gecenin zifiri karanlığında, bata çıka
Kalamış koyuna doğru yol almaya çalışırken, Fuad Paşa'da henüz gelmiş bir
telgrafı Feneryolun'daki köşkünde okumaktaydı:
"Feneryolunda
mukim, yâver-i ekrem îrazreti şehriyariden müşirân-i izamdan, devletlû:
' Fuad Paşa Hazretlerine
Kalamış iskelesinde
emri devletlilerine amade bulunacak olan istimbotla derhal sarayı hümayuna
teşrifle mühim bir meselenin müzâkeresine iştirak buyurmanız şerefsüdûr buyrulan
irade-i seniyye iktizasından olduğunu arz ederim efendim.
Kâtib-i sânii hazreti
şehrîyâri kurenadan izzet
Fuad Paşanın bu
telgrafdan şüphelenmesine gerek yokdu. Çünkü Mısır'da olsun, Bulgaristan
ahvalinde olsun meydana gelen zuhurat her an beklenen hususattandı. Derhal
kıyafet-i askeriyyesini giyerek Kalamış iskelesine geldi, istombot gelmiş
kendisini muntazır idi. Bir hissikablelvukuu, Müşire:
"ben, Üsküdar'a faytonla
gideceğim, gelin beni oradan alın" emrini verdirdi. Kaptan bahriye yüzbaşı
Nuri Efendi istemiye istemiye üzeri-ne aldığı tehlikeli ve menhus işden
kurtulmuş' olmanın rahatlığını yaşadı. Hemen istimbotu çalıştırıp, bata çıka
Beşiktaş'a geldi. Oradan bindiği bir araba sayesinde ça-bucak Yıldız Sarayına
kapağı atar, durumu Fuad Paşa aleyhtarı kafadarlara nakletti. Bunların
etekleri tutuştu. Fakat çareden uzak kalmadılar. Yüzbaşı'ya; hemen Üsküdar
İskelesine gidiniz Fuad Paşa'yı bekleyiniz ve işini de daha sonra dönüş
yolunda bitirirsiniz, emrini verdiler. İstimbot Üsküdar iskelesine
yanaştığında Fuad Paşa'nında iskeleye doğru geldiği görüldü. İstimbot'a binen
Paşa'nın Beşiktaş'a geçmesi güç olmadı. Oradan da mabeyne geldi. Müşir Deli
Fuad Paşa sarayda bekleme odasına alındı. Bir kaç dakika geçmişti, ki binbir
temennah ile İzzet Holo, hiç bir şey olmamış gibi Fuad Paşa'nın yanına girdi
ve:
-Hoş geldiniz Paşa
hazretleri. Rahatsız oldunuz ne çâre! Bu akşam Hicaz demiryolları hakkında
önemli bir toplantı akte-dilecekti fakat zât-ı şahane şiddetli bir baş
ağrısından dolayı harem-i hümayuna geçtiler. Yola çıkmamanız hususunda telgraf
çekilmişti amma size ulaştıramadılar demekki. Vah! Vah! nafile yere yoruldunuz.
Şeklindeki sözlerle
Fuad Paşa'ya izahatta bulundu. Sözlerin bitimini müteakip, Fuad Paşa:
"Böyle havada gelmek-git-mek kolaymı? Önce toplantı yapılır sonra padişaha
arz edilirdi" şeklinde sözler etti. İzzet Paşa ise: "malum-u
âlileriniz-dir, Efendimiz müzakerelerin dâima huzurunda yapılmasını ister."
Beyanı ile karşılık verdi.
Fuad Paşa bindiği
arabayla Beşiktaş İskelesine indi. İstim-bot'a binai İskeleden ayrılan
İstimbot, Üsküdar istikametine yol almaya başladığında Paşa, alt kamaraya
inmiş, fesini başından çıkarmış ve sedire uzanmıştı. Bu halden Nuri efendi
uykuya yatan Paşadan dolayı rahatlamıştı. Artık; me'şûm vazifeyi yerine
getirecek kolaylık, yakalanmıştı. Fakat bahriye zabiti pek fena aldanıyordu.
Çünkü; Fuad Paşa son
bir kaç saat de olan anormal likier hakkında o müthiş zekâsını çalıştırmaya
başlamıştı. İstimbot, lodos'un pek tesir ya pamadiğı alanda seyr etmekteyken
kaptan yavaşça dümeni Şemsi Paşa Camii istikametine doğrultmuş az sonra da,
lodosun iri dalgalan tekneyi tesiri altına almaya başladığı için sarsıntılar,
geçen zamanın uzaması, Paşanın dikkatini çekti. Sessizce kamaradan çıktı,
parmaklıklara tutuna tutuna köşkün yanına gelmiş ve çektiği rovd-verini
yüzbaşının böğrüne dayamış ve "ben sana Üsküdar'a gitmek için emir
vermiştim ne tarafa gidiyorsun?" dediğinde böğründeki silahın delecekmiş
gibi şiddetli dokunuşu yüzbaşı da, müthiş bir korku husule getirmişti ve
güçlükle:
-İstimbot dümeni
kabullenmiyor. Onun için sular bu tarafa indiriyor! Dediğinde, Paşa:
-Şimdi Üsküdar'a dön
yoksa beynini patlatırım. Tehdidiyle Üsküdar'a yanaşılmasını temin etti.
İskeleye çıkınca, Nuri Kaptan'a: "İstimbot burada kalsın. Yarın erkenden
mabeyne gideceğim. Sen de benimle geliyorsun." dedi.
Nuri Kaptan; başını
kaldırıp yüzüne baktığı müşir'in yüzü kıpkırmızı, dâima dört köse kestirdiği
geniş sakalı rüzgârdan uçuşuyor, bu yüzdeki mehabet ve saldığı korku rüzgârı,
yüzbaşının denize düşmüş gibi ter akıtmasına vesile oluyordu. Paşaları bile
ayağının altına alıp pataklayan bu yaman silahşora "ben gelemem"
diyebilirmiydi?
Nihayet Fuad Paşa önde
kılıcını sürüye sürüye yürürken, yüzbaşı korku içinde müşirin arkasında
yürümekteydi. Bir kira arabasına yöneldiler ve ona binmek üzere hazırlanırlarken,
iskelenin köşesinde karanlıkların içerisinde eli tabancalı bir adam iki kişilik
kafilenin arabaya\binmesini gözetliyordu ki Fuad Paşa ve Nuri Kaptan arabaya
biner binmez meçhul adam da, Çerkeş eyerli atına sıçradı. Bu arada fayton Üsküdar'ın
eğri büğrü yollarında sarsıla sarsıla gidiyor, Paşa yolu tarassutuna almış
dikkatli, Nuri Yüzbaşı içinde olduğu durumu derin derin düşünüyordu. Atına
atlayıp arabayı tâkipde olan meçhul adam ise, Kadıköy tulumbacılar reisi Çerkez
Agâh Bey'di, Kurbağalı Dereye geldikleri sırada Fuad -Paşa faytonun arka ve
küçük penceresinden geriye baktığında Agâh'ın kendilerini takip ettiğini gördü.
Derhal tabancasını çıkartıp, faytonun sağ taraf penceresini yavaş yavaş
indirdi. Agâh ise yavaşça bu tarafa yaklaşmakda idi. Paşa, vücudunu biraz geri
çekerek saldırganın yanaşmasına fırsat tanıdı. Aniden tabancasını yanaşan Agâh
Bey'e doğrultup: "Dur. Kımıldama! Gebertirim.." diye yüksek sesle
bağırdı. Agâh Bey boş bulunmuş, bir şey yapamamış ancak ateş etmesi muhtemel
Paşa'dan kurtulmak için atının boynuna yatabildi ve atını mahmuzladığı gibi yel
gibi uçdu gitti. Bu hengâmede faytonun atları ürküp şaha kalktılar beş on metre
gittikten sonra da şarampola yatıverdi fayton..
Fuad Paşa ve Yüzbaşı
Nuri efendi ile faytonun sürücüsü ve onun yanında oturmakta olan Paşanın
ağalarından Çerkez Şâkir ağa hafifçe yaralandılar. Şâkir ağa, kaçan süvariyi takip
etmek maksadıyla, bir müddet peşinden koştuysa da, tozuna bile erişemedi.
Hemen kazazedelerin yanına döndü. Paşanın kolu incinmiş, Yüzbaşı ise
dizlerinden şikâyetçi idi. Ciçü bir olup arabayı kaldırmaya çalışırlarken
teşebbüsünü tamamlamak üzere kaçan süvari geri dönmekteydi. Bir hayli
yaklaşmış dikkatle Paşanın gölgesini araştırmaktaydı. Faytonun atlarından biri
kokuyu almış olacak ki bir kişnedi ve böylece attan pek iyi anlayan Deli Müşir
ve Şâkir ağa hemen teyakkuza geçtiler. Derhal bir tectib yaptılar. Agâh Bey,
Paşaya yaklaşmayı başarmış tam tetiği çekecekken Şâkir ağa kollarının
arkasından kaz kanadını vurarak tesirsiz hâle getirdi. Arabacının yardımıyla
elleri arkasına bağlandı. Silahını da aldılar.
Fuad Paşa; Agâh
bey'ide, yüzbaşı Nuri efendiyi de Kadıköy'deki askeri karakola getirip teslim
etti ve ertesi günü doğruca saraya giderek başından geçenleri yazılı olarak Sultan
Abdülhamid'e bildirdi. Padişahın cevabı çabuk yetişti. Pek müteessirdi. Pek
dolgun bir mükafat ihsanında da bulunmuştu. Öte yandan yazılı müracaatında
Fuad Paşa kendisine yapılan teşebbüsatın gazeteler yoluyla efkâr-ı âmmeye duyurulmasını
da, taleb eylemişti. Padişah bu hususda hayır dememekle birlikte sadece 3. gün,
yüzbaşı Nuri Efendinin Sivas'a, Çerkez Agâh'ın Kastamonu'ya sürgün haberinin
ya-ymlanmasıyla iktifa olunmuştu. Esbab-ı mucibe ise; "Hilaf-1 nza-"i
âl'î harekâta cesaret etmiş olmalarıydı" Bu hâli protesto için ilk Cuma
selâmlığına gitmedi. Padişah Deli Müşir'i her za manki yerinde görmeyince
derhal evhama kapıldı ve kendisine hemen ertesi cumaertesi günü şu telgraf
çekildi:
Feneryolunda mukim
Yaveri Ekremi Hazreti Şehriyâri Mü-şirânı İzamdan Fuad Paşa Hazretlerine
"Bu akşam saray-ı
hümayuna teşrifleri iradei seniyyei hazreti Padişahı iktizasından olduğunu arzeylerim
efendim.
Serkâtibi Hazreti
Şehiryâri
Tahsin
Deli Müşir Fuad Paşa
bu davete icabet etmediği gibi bir de cevab olara şu arızayı yolladı:
"Zâtı Akdes
Hazret-i Padişahiye
Şevketmeâbim; dört gün
evvel, Ahmed Celâleddin Paşa kulların ile takdim ettiğim arızamın meali tam
anlaşılmamış olacak ki başkitabeti celileden aldığım tez kerenin adresi, yine
eskisi gibi Yaveri ekrem Müşir Fuad Paşa diye yazılmıştır.
Gazetelerde Arap İzzet
melunu ile Fehim habîs'inin cezalandırıldıklarını göreceğimi zannederken kendilerinin
alet ittihaz ettikleri ve şüphesiz beceriksizliklerin den dolayt tecziye
etmek istedikleri istimbot kaptanı, Nuri Efendi İle Çerkez Agâh'in
nefyolundukîanni okudum ki bu havadis de tahkikatımda aldanmadığımı is-pata
kâfidir. Başkâtip Süreyya Paşa merhumun, saraydan konağına avdetinden sonra zehirlenmiş
olarak vefat etmiş olduğunu bildiğim halde, iradenize itaaten yine gelirdim.
Fakat rahatsızlığım buna mâni teşkil etmektedir. Bu sebebdende kusurumun affını
niyaz eylerim, Şevketmeâb Efendimiz.
Fuad
Suitan 2. Abdülhamid
hân; Fuad Paşanın bu özür dileyen telgrafını yeterli görüp, sükunetle karşıladı
ve bağlan tama-men koparmayı, gerginliğin vardığı safha yüzünden doğru
bulmuyordu.
Fuad Paşa; hakkında
yapılan çeşitli jurnal ve tezvirlerin diğer bir kaynağının o dönemler de bir
hayli tenha yerlerden oian Feneryolu semtinin umumun gözünden uzak olmasının
dolayısıyla hakkında söylenebileceklere müsaid olduğu istikametinde bir kanaat
hasıl etti kendisinde. Maiyeti ile ev ahalisinin kalabalıklığı da mutlak
surette büyük bir köşk veya konakların tercihinde bulunmuş ve aranacak
ikametgâhın vasıflarını belirleyip tarif etmişti. Çok geçmeden de Şehzâde-bası
İnzibat Karakolu yanında isteğe matlub bir konak bulunmuştu. Hemen bu konak
kiralandı. Ne varki bu konak sabıkalıydı daha önce avrupaya firar eden Damad
Mahmud Celâleddin Paşaya aiddi. Fuad Paşa böyle bir konağı tutmanın getireceği
mahzuru hiç amma hiç aklına bile getirmedi.
Fuad Paşa'nın hanesi
eşyalarının, süratle yeni kiralanan konağa nakli ile beraber, Sultan Abdülhamid
han'ın eline de, bilinen tertibçilerin tanzim ettikleri jurnal verilmişti.
İçin-de meâlen şunlar yazılıydı: ".Bir hayli zamandan beri saltanatı
seniyyeleri aleyhinde tertibat ve teşkilâtta bulunan Müşir Fuad Paşa kullan,
ahiren bütün ihzaratını ikmâl ederek, fiiliyat sahasına geçmek için İstanbul
canibine naklihâne etmeye başlamıştır. Müşarinileyhin (Fuad Paşanın) Avrupa'da
bulunan erbab-ı fesat ile iştiraki olduğu, firari Damad Mah-mud Paşanın
konağında oturması ile de sabittir. Hazırlanan ihtilâlin, takarrüb etmekte
(yaklaşmakta) olan Ramazan-ı Şerif de Hırkay-ı Saaded alayı günü icra edileceği
mevsu-kan istihbar kılınmıştır. Eşyaların naklinde gösterilen sürat-de bu cihet-i
teyid etmektedir. Berayı malumat maruzdur ferman.."
Sultan Abdülhamid
hân'a sadece bu jurnalin verilmesiyle iktifa olunmamış bir hayli de şifahi
olarak dil dökmüşlerdir. Bu beyin yıkama ameliyesinden sonrada padişah; Ahmed
Celâleddin Paşa'yı nezdine çağırtıp: "Fuad Paşa seni sever, hatırını
kırmaz. Git şunu ikna et. Benim hakkımda yanlış fikir besliyor. Ben hiç bir
zaman onun fenalığını istemem.
Kendisini cidden sever
ve takdir ederim. O, İzzet Paşa ile Fehim'den şüpheleniyor. Halbuki benim
kendisine olan teveccühüme binaen bunlar da, Paşa'ya karşı bir harekette
bulunmaya cesaret edemezler. Ben, meseleyi bizzat tahkik ettim. İstimbot
kaptanı İle tulumbacı Agâh'm uydurmasından ibaret olduğunu anladım. Onun için
ikisini de sürgüne yolladım. Sonra Süreyya Paşanın sarayda zehirlendiğini yazıyor.
Doğrusu bunu kendisinden ummazdim. Benim evim de böyle bir şey yapmaya kimse
cesaret edemez: Süreyya Paşa, eceli mevûduyla vefat etmiştir. Şunun bunun
sözüne inanarak bana darılmak, sonra da benim bir düşmanımın konağını
kiralayarak orada oturmak ona yakışırmı? Ben sağ oldukça onu kira köşelerinde
oturtmam.. Bir iki gün sabretsin. Köşkten inmesin. Bende münasip bir konak
bulur, ona ihsan ederim.. Göreyim seni Ahmed. Bunları güzelce kendisine
anlat.." Diyerek Ahmed Celâleddin Paşa'yı Deli Mü-şir'ine gönderdi.
Ahmed Celâleddin Paşa;
Padişahın söylediklerini bir bir Fuad Paşaya deyiverdi. Ancak Deli Müşir; senin
ne namuslu ve mert adam olduğunu bilirim. Zâten yazdıklarımı senin eiinle
vermiş olmam sana olan itimadımın icâbatıdir. Padişaha söyle hiçbir fikre
kapılmasın bir müddet İstanbul'da oturacağım. Hürriyetime mâlik bir adamım
çocuk da değilim, bu fikrimden de döneceğimi hiç ümid etmesin mealinde sözlerle
cevapladı.
Serhafiye Celâleddin
Paşa padişaha söylenenleri anlattı. Padişahdan ise biraz azar işitti. Sonunda;
padişahın emriyle şu tezkereyi, Deli
Müşir Fuad Paşa'ya, bir adamı ile elden gönderdi:
Yaver-i Ekrem Hazreti
Şehriyâri Müşirânı İzamdan
Fuad Paşa Hazretlerine
Devletlû Efendim
Hazretleri; vatana büyük hizmetler etmiş olan ve kesir-ü ayal bulunan zât-ı
devletlileri gibi emektar bir müşirin İstanbul cihetinde kira evlerin de
ikamet etmesini şevketmeab efendimiz katiyyen muvafık görmediklerinden, bu
sebeble Yıldız'da kâin mabeynci Faik bey'in pederi Lûtfi Ağa'nın cesim
konağını hazine-i hassa hesabına satın alarak zât-ı devletlerine ihsan
buyurduklarını ve bugünden itibaren mezkûr konağa maaile nâkil buyrulmasmı,
bairadei seniye tebliğe memur olduğumu arzeylerim olbap-ta..
Ahmed Celâleddin
Ancak; Fuad Paşa bu
yazıyı getiren yaveri bekletti, teklifleri kabul etmediğine dâir bir cevabi
yazıyı eline tutuşturup,Celâleddin Paşa'ya gönderdi. Sultan Hamid bu cevabi
yazıdan haberdar olduktan sonra Deli Müşir'inden de ümidini kesti. Artık ondan
gelmesi muhtemel zararlara tertibat alma lüzumunu dahi hissetti. Bunların ilki
Zaptiye Nâzın Süleyman Şefik Paşa ve Merkez Kumandanı Sadeddin Paşayı saraya
getirtip, herhangi bir ihtilâl teşebbüsünü önleme babında her an hazır
olmalarını istedi. Hafiyelerin plânı ise bambaşka bir şekil almış, Beyoğlu
sefahat yerlerinin kabadayıları sandalyelerini Şeh zâdebaşı Camüi avlusuna
atmışlar, o bölgeye yakın olan Fuad Paşa'nın konağını gözler olmuşlardı. Öte
yandan mahut Halit Efendi kapağı atmış olduğu Fuad Paşa hanesinden bilgiler
yağdırıyor, usta tezvirciler bu haberleri müessir birer jurnal hâline
getiriyorlardı. O sıralarda da Fuad Paşanın on gün kadar ortalıkta arzı endam
etmediği görüldü. Bu gaybubetin herkesi heyecana sürüklediği görüldü. Ortalıkta
dolaşan beyanatlar Paşa'nın hasta olmasıydı. Acaba.. Gerçekten Fuad Paşa
hastaydı ancak korkulacak bir ciddiyet taşımamaktaydı. Buna karşılık Fuad
Paşa'nın ilâçlarını aldırdığı eczane sahibi Hamdi bey, konağın kapısını çalmış
ve Paşanın ilaçlarını getirdiğini ancak bazı tariflerde bulunacağından, Paşa
ile görüşmesi gerektiğini ifade etti. Bunun üzerine Paşanın yanına götürülen
eczacı Hamdi bey, ilâçları verdikten sonra: "Paşam bunları bizzat
getirişimin sebebi mahrem bir bilgiyi size ulaştırmak içindir. Dün akşamüstü
kapalı bir araba ile üç efendi gelip, ilaçlarınızın bizim eczanede yapılıp
yapılmadığını sordu. Zât-i devletlilerinin doktorunun kim olduğu soruldu. Bunu
ne hakla sorduklarını istifsar ettiğimde cevap alamadım. Şüphelendim. Plâkayı
tesbit ettim. Beşiktaş dâiresine bağlı 201 nomerolu arabaydı.
Bildirmeyi bir vâzifei
mühimme addettim Paşam." diyerek sözlerini tamamladı.
Rahatsızlığını bir
hayli gizli tutan paşa, sarayın bundan haberdar olmasını olağan karşılarken,
acaba içeriden bir kaçak varmı diye de düşünmeye başladı. Harem tarafı sıkı bir
disiplinde, selamlıkta çalışan yirmi kişi kadar insan vardı fakat bunlarda
sadık kimselerdi. Paşa;sadik adamlarından Avnul-lah Bey'i Beşiktaş'a gönderip
bahse konu arabayı bulup, içine binip kendisine getirmekle vazifelendirdi. Öç
saat sonra Avnullah bey bindiği arabayla konağa geldi. Rumeli göçmeni arabacı
İbrahim Ağa korkuyla girdiği kapıdan beş lira bahşişin verdiği sürurla
sevinçle çıkmaktaydı. Amma Paşa'ya verdiği bilgi arabasına binenlerin Beşiktaş
Karakolundan olduğunu dönüşte birinin karakolda kaldığını, ikisini Yıldız
sarayına çıkardığını söyleyivermişti.
Fuad Paşa; Avnullah
beyi karşısına oturtup Sultan Abdül-hamid'e yenip yutulması pek zor mektup
dikte etti. Mektup padişaha gönderildi. Sultan Abdülhamid okuduktan sonra ateş
püskürmeye başladı. Derhal İzzet ve Fehim Paşaları yanına celbederek, meşhur
eczahane tahkikatını kimin yaptığını sordu. Korkularından sessiz duran
paşalara "böyle budalaca işlerle beni rezil ediyorsunuz, defolun"
diyerek huzurundan kovaladı.
Fuad Paşa
1317/rumi/1901'miladi yılında ocak ayının 27. günü Babıâli'de mücellît
Nasrullah Efendi'den ciltlenmiş kitaplarını aldırmak için Osman ile Torna adlı
hizmetlilerini göndermişti. Kitapları paketlettirip, yola çıkanlar kestirme
olur diye Şehzâdebaşı Camii avlusundan geçip konağa gitmeği tercih ettiler.
Ancak; Fehim Paşa'nın adamlarına ne olursa olsun, Fuad Paşa'nın adamlarıyla
patırdı çıkarın emrini verdiğini bilemedikle rinden adetâ belânın üstüne
gitmiş oldular. Dört sivil hafiye kitapları taşıyan Osman ve Toma'yı çevirip
aramaya kalkıştılar. Kitapları almak istiyorlar. Osman ve Toma direniyorlardı.
Hafiye sayısı kısa zamanda 14 kişiyi bulmuştu. Kitapları taşıyanlar bu kadar ki
siyle nasıl baş etsinlerdi? Ellerinden kitapların alındığını gören Osman, karakola
koşturan adamın peşinden yetişti ve kitapları istirdat etmek istedi. Sıcak
kavga da böylece başlamış oldu.. Fuad Paşa'nın konağındaki hademe, Ali Osman'ı
kurtarmak için koştu hafiyelerin her birine vurduğu yumruk saf dışı olmalarına
sebeb oluyordu. Neticede hafiyeler tabancalarını, Fuad Paşahlar bıçaklarını
çekerek birbirlerine girdiler ve ortalıkda kan gölüne donuverdi. Gün ramazan
günü, caddeler kalabalık, ortalık karışmış ahali kaçın diye bağırmaktaydı.
Dükkânlar kapanıyor. Şehrin bir çok semtinde ihtilâl çıkmış diye bir
vaveyladır gidiyordu.
Fehim Paşa derhal
padişahın huzuruna koşmuş bir ihtilâl teşebbüsünü önlediğini övünerek anlatmaya
başlamıştı. Güya paket edilmiş bombalan taşıyorlarmış. Tevkif etmeye kalkanları
Fuad Paşa camdan görmüş ve hademelerine haber vererek memurin-i zabıtanın
üzerine hücum ettirmiş. Üç memur ağır surette yaralanmış ve ahali ile
ihtilalcilerin arasında çekilen sed İle birleşmeleri önlenmiştir. Dediğinde,
Sultan Hamid sorusunu patlattı:
- Pekâla buna cüret edenlerin hepsi
yakalandımı? Bu soru Fehim'in sözlerinin insicamını bozdu, artık teklemeye
başlamıştı ki, İzzet Paşa huzura girdi ve Fehim Paşayı göstererek:
- Şu koca aslan olmasaydı kimbilir neler
olacaktı! dedikten sonra elindeki kâğıdı masanın üstüne bıraktı..
Sultan Abdülhamid;
ihtilâl ithamına inanamıyordu. İzzet Paşa'nın bıraktığı kâğıdı açıp okudu. Fuad
Paşanın çektiği telgraftı. Okuduktan sonra paşalara dönüp, Fuad Paşa sizin gibi
söylemiyor amma deyip, ilâve etti:
"Anlaşıldı bu işi
bizzat ben tetkik edeceğim diyerek huzurdan çıkmalarına müsaade verdi.
Padişah; Fuad Paşanın
telgrafında yer alan şu ifadeye bir hayli zihin yormaya başladı: "Fehim
mel'unu sizden yüz bul-masa bunlara cesaret edemez" satırlarını,
telgrafhanede çeken, Yıldız telgrafhanesinde bunu alan ve oradaki memurlar bu
ifadeye muttali olduklarına göre bunların ahaliye okuduklarını ifşası nasıl önlenecekti?
Sakallı Mehmed Paşayı yanına getirtti.
Sakallı Çerkez Mehmed
Paşa'ya: "Şehzadebaşında kıyametler kopmuş! Haberiniz yokmu? Bana hiç bir
haber ulaştırmadınız?" Dediğinde, Çerkez Mehmed Paşa her ne kadar Fehim
ve İzzet kumpanyasında yer almaktaysa, da, yinede fendine bir ayrıcalık,
onlarada üstün gelme gayretini bir kenara bırakmış olamayacağından daha
dikkatli davranmaktaydı ve o yüzden padişaha cevabı: "bilmezmiyim
efendimiz. Ancak iyice tahkikat edip, öyle malumat arzetmeyi düşündüm"
dedi.
Padişah bu sözler
altında; Çerkez Mehmed'in, İzzet ve Fehim Paşaların söylediklerine iştirak
etmediği mânasının saklandığını hemen anladı ve talimatını verdi: Şimdi doğru
Şehzadebaşına git, pek kimseye görünmeden Fuad Paşa'yı çor benim üzüntülerimi
kendisine bildir. Ne yap yap buraya gelip bana meseleyi anlatmasını temin et.
Ayrıca bu olay hakkında ahalinin de neler düşündüğünü,dönmekte olan dedikoduları
anlada, ahaliye göre hangi taraf haklı bunu da tesbit et. Tenbihlerinde
bulundu.
Evvelâ ahalinin nabzını
tutan Çerkez Mehmed Paşa bu hu-susda hazırladığı raporu saraya yolladıktan
sonra akşamüstü Şehzadebaşında bulunan Fuad Paşa konağına padişahın emriyle
istifsarı hatır, yâni halhatır sormaya geldiğini belirterek girdi ve selâmlığa
alındı. O sırada Heyet-i Tahkikiye Reisi.-Acem Mehmed Ali bey, olayın tahkikatı
ile meşguldü. Fuad Paşa; bu tahkikata üzerinde röbdöşambrı olduğu halde nezaret
etmekteydi. Hakikatin tamamen ortaya çıkması için Fehim Paşanın adamlarının
elinden alınan silahları, yaralı adamı Osman'dan ameliyatla çıkartılan mermiyi
Mehmed Ali bey'e vermişti. Fuad Paşa Çerkez Mehmed Paşaya sevgi beslememekle
beraber, padişah adına geldiğinden fazla bekletmiyerek selamlıkta beklediği
salona girdi. Misafir hemen Paşa nın elini öptü ve geçmiş olsun dileklerini
sundu.
Bu arada da vukubulan
olaya temasa muvaffak oldu. Fuad Paşa bütün hususiyetiyle vakayı nakletti.
Bunun üzerine Sakallı Mehmed Paşa; vah vah ne yalanlar uydurdular efendimize,
yok uşakların elinde sekiz bomba yakalanmış, bir çok asker yaralanmış, ve de
bir ihtilâl başlangıcı imiş de Fehim Paşa'nın müdehalesiyle bastırılabilmiş
şeklinde anlatılmış. Paşa hazretleri siz, saraya gelip, Efendimize bizzat
anlatsaniz hem pek memnun olacaklardır hem de, bu işe cesaret edenleri bir
hayli hırpalayacakdır. Arkasındanda; Fuad Paşa'yı bir şüpheye düşürmemek için
tabii ne zaman isterseniz hem de sıhhatiniz afiyet kesbettiğinde
gerçekleştirirsiniz sözlerini ilâve etmeyi ihmal etmedi. Böylece de Deli Fuad
Paşa'da uyanması muhtemel endişeyi bertaraf eyledi.
Bu sözler üzerine Fuad
Paşa son darbeyi Mehmed Paşanın şu sözlerinde yedi: "..Efendimiz zâten
zâtı devletlinizin rahatsızlığına vakıflar ve buna pek çok üzülüyor-lar"
dediğinde Fuad Paşa şu halde bekleyiniz ben giyineyim ve beraberce gidelim
dediğinde, kurnaz Çerkez Mehmed Paşa: "Aman Paşam nasıl olur?
Düşmanlarınız bu duruma ne mâna verirler? Siz zât-ı şahaneye malumat vermek
istiyorsanız, ben gideyim siz sonra teşrif buyurursunuz. Şeklinde mukabele
görünce itimadı bir hayli ziyadeleşti.
Çerkez Mehmed Paşa
saraya döner dönmez padişahın huzuruna çıktı ve ahali hakkındaki raporunun
açıklamasını yaptı. Fuad Paşa aleyhinde kimseden bir ses çıkmamaktaydı. Bunun;
mâna-i münifi, öbür tarafın vâki tutumu, ahali nazarında menfurdu. Padişah iki
arada bir derede kalmıştı. Nihayet bir heyet teşkil ettirip, vaziyeti tetkik
ettirmeyi uygun buldu.
Heyeti; Hassa müdürü
Rauf, Beşiktaş muhafızı Hasan (ye-di-sekiz Hasan Paşa), merkez kumandanı
Sadeddin, Zaptiye nâzın Şefik, 2.fırka kumandanı Şevket, levazım reisi Ahmed
Afif, Zülüflü İsmail, mabeynci Ragıp Paşaların şahıslarında teşkil eyledi.
Saraya gelip, Fuad Paşanın gözüne çarpmayacak bir yerde emrini beklemelerini
söyledi.
Hakikaten Deli Müşir
saraya geldiğinde pek iyi karşılandı. Ancak; İzzet Holo'nun odasına alınınca
canı pek sıkıldı itiraza meylettiyse de, şimdi yeni bir mesele çıkarmanın doğru
olmadığını düşünerek sarf-ı nazar ettiyse de çok geçmedi, İzzet Paşa odaya
girdi ve Fuad Paşaya biraz kendinden emin bir tavır içinde "Siz, padişaha
yazmış olduğunuz telgrafı usulüne uygun kapalı şifre ile değilde açık olarak
keşide ettiğiniz için sorguya maruzsunuz" şeklinde konuşunca, Fuad Paşanın
iradesi elinden gidiverdi ve açtı ağzını: "Efendimiz beni sorgulama için
senden başka adam bulamadımı? Ben onun huzuruna çıkıp hakikati anlatmaya
geldim. Benim karşıma sen çıkıyorsun, kendisine böylece arzet diye İzzet
Paşa'yı kendi odasından dehledi!
İzzet Paşa; padişaha
durumu arzettiğinde Sultan Hamid; hem ona kızdı hem içinde bulunduğu hâle esef
etti ve arkasından "paşalar toplansın, başlarında Rauf Paşa olduğu ha! de
Fuad Paşa isticvab olunsun" emrini verdi. Paşalar toplandılar. Fuad
Paşaya sorulacak sorulan tesbit ettiler. Sonra da topluca kalkıp, İzzet Paşanın
odasında oturan Deli Fuad Paşanın yanına gittiler. Paşalar kafilesinin odaya
girdiklerini gören Fuad Paşa biraz sıkıl dıysada, aralarında Rauf Paşanın var
olduğunu gelince biraz rahatladı. Üstelik heyetin reisliği Rauf Paşa nezdinde
idi.
Rauf Paşa; "bazı
müessif hadiseler olmuş. Zâtı şahane pek üzgün bunun hakikatim ortaya
çıkarmakla görevlendirdi. Eğer mahzuru yoksa bir iki soru sormamıza müsaade
etseniz,dediğinde Fuad Paşa zâten bende bu maksadla hurdayım ve hakikat tezahür
etsin. Cevabı ile mukabele etti.
Rauf Paşa ilk sorusunu
irad eyledi: Kimsiniz?
-Sultan Hamid'e, Gazi
unvanını kazandıran ve târihde Ele-na kahramanı unvanıyla yâd edilen Fuad.. Bu
cevap karşısında heyet üyeleri kısa kısa öksürüyorlar ve Fuad Paşanın
sözlerini boğmaya çalışıyorlardı. Rauf Paşa 2. suali biraz sıkılarak sordu:
-Şahsı hümayuna karşı
isyan ettiğiniz ve saltanatı seniyeyi haleldar edecek bir takım ef'ale içtisar
eylediğiniz haber veri-Jiyor. Bu bâb'da izahat itası mâtlubi âlî'dir. Ne
buyruluyor efendim? Fuad Paşanın cevabı:
- Onu söyleyenler halt etmişler!. Bunların
hepsi hezeyandır. Bana bu sualleri soracağınıza vaktile yazıp da efendimize
takdim ettiğim arizeleri, bir de en son çektiğim telgrafı okuyunuz. Acaba
efendimiz bunları unuttumu? Teessüf ederim ki benim gibi sadık bir askerini bir
takım ite köpeğe feda ediyor.
Dedikten sonra; Fehim
ve İzzet Paşalar hakkında, söylemediğini bırakmadı. Rauf Paşa sabırsızlıkla
sorgunun bitmesini bekliyordu. Aldığı padişah talimatı böyleydi. Rauf Paşa
yine de Fuad Paşaya teselli verme lüzumunu kendine dostluğun görevi olarak
kabul ediyordu.
- Fuad Paşa hiç merak buyurmayınız zâtı
şahanenin her hususta adaleti terviç buyurduk lan malumu devletinizdir. Etrafındaki
paşalara da bakıp öyle değilmi efendim! Diyerek kalktılar. Heyet Çit köşküne
geldiğinde İzzet Paşa tarafından karşılandı. Sorgu neticelerini yazan evrakı
alıp bir göz attı. Memnun olarak padişaha giderek evrakları takdim etti.
Sultan Abdülhamid kötü
adamlarının tedbir ve hillelerine yenilmişti. Demekki şahsı: için korkutucu bulduğu
Fuad Pa-şa'yı harcamayı uygun görmüştü. Halbuki bu kararı ile yedi sene sonra
başına gelecek meşrutiyeti ilân mecburiyeti ve 3l/mart vakasında da Deli Müşir
yanında olsaydı acaba sonu böyle olurmuydu? Diye tarihi bir yokuş çıkmaya
başlasak, târihin seyrini değiştiremesek de yeni ufuklar bulmak kabildi.
Heyhat; ki fenalar iyilere galib gelmişler. Mertler, kalleş ve yalancılara
mağlup olmuşlardır. Fuad Paşa da; devlet içindeki entrikalar yüzünden yedi sene
sürecek olan sürgününü yaşamaya
başlıyordu.
Mesele; Deli Müşir
Fuad Paşa'nın İstanbuldan ihracı ile bitmemiş, daha sonra aşağıdaki zevattan
teşkil olunan jurnal listeleri düzenlendi. Bunlar birbir göz altına alınıyor,
sorgu sual yapılıyor, bunların miktarı sivil ve asker olarak dörtyüz kişiyi
bulmuştu. İçlerinden bazıları buldukları çârelerle kurtuluyor fakat yakın
dostları, konağına devam edenler, Fuad Paşa adamları arasına giren Üsküdarlı
Halit Efendinin verdiği listeler pek mühim iş görüyor, o listede bulunanlar
kendilerini kurtaramıyordu. Casus; vazifesini yerine getiriyor idi. Bu işte
üzerinde en çok durulanlar Fuad Paşa'nın kâtibi Avnullah bey, konağın uşakları,
sofracılar, kilerci, aşçı, arabacı, seyis, ayvaz, hatta oğullarının küçükken
lala'lı ğmı yapmış ihtiyar bir Rum olan Dimitri Efendi de tevkif edilmişti. Ve
cinayet Mahkemesine verilmek üzere Zaptiye nâzırlığındaki tevkifhaneye
tıkılmışlardı. Bu mevkuflar arasında konağın kadrosu dışında Reji
müfettişlerinden Adil, Fuad ve Cemi! beyler ile Erenköylü Mehmed Pehlivan da
bulunuyordu. Adil ve Cemil Beyler, harikulade güzel seslere mâlik olduklarından
Pa-şa'nın tertib ettiği musiki âlemlerinin kıymetli hanendeleri olduğu gibi
bunu ahali de bilirdi. Fuad bey ise ud icrasında bir üstaz idi. Fuad Paşa ile
alakalan bu meziyetlerine binaendi. Ancak; Mehmed Pehlivan'ın Paşa'ya yakınlığı
asla olmayıp, çapkınlık deryasında kayıkları birbirine çarptığından hasım
oldukları söylense yeriydi fakat jurnalcilerin bileceği hallerdendir, bu
adamın da, Fuad Paşa'lı diye taht-ı tevkife alınması. Büyük ve küçük rütbede
subaylar Tan Gazetesinin yazdığı "Fuad Paşa onikibin kişiyi silahlandırmak
suretiyle yapmak istediği ihtilâl meydana çıkarıldı" haber yüzünden gece
gündüz isticvab ediliyor ve de uzak orduların birliklerine atanıyorlardı. Beri
yandan Serasker Rıza Paşa'ya Fuad Paşa'y1 gıyaben mahkeme etmek için bir
divân-i harb kurması istenmişti. Rıza Paşa bu işe pek üzülüyor, işin aslını
bildiğinden ordunun en kıymetli müşirinin böyle hâince bir ihanetle kurban
olmasını hazmedemiyordu. Zira doğrusu ne padişah ne de hafiyelerin diş
geçiremediği tek adam vardı ki o da Deli Fuad Paşa idi. O da, gittikten sonra
ortalık gemi azıya alanların cirit atma meydanı olacaktı!
Serasker Rıza Paşa
sağlam kişilerden oluşan adil davranacak ve Fuad Paşa aleyhtarlığı yapmayacak
kişilerden bir di-vân-i harp üyeleri listesi hazırladı. Ne çare ki Fehim ve
İzzet Paşalar bu listedeki zevatın adlarını öğrendiklerinden onlar için
uçurdukları jurnallerle bu heyet-i akim bıraktılar ve aşağıdaki kişilerden
mürekkep bir divan-ı harp tertib olundu:
Reis: Hassa Müşiri
Rauf Paşa
Azâ: Müşür Ethem
" :
" " Ömer Rüşdü
- "
: " "
Şâkir
.
" : Ferik Ahmed Afif
" :
" Ahmed
Müddeiumumi (savcı):
Ferik Reşit (Fuad Paşanın dövdüğü kişi)
Bu heyet-i hakime Fuad
Paşaya ve adamlarına kıydılar bütün bildikleri hile ve desiselere yol verdiler
ancak Tophane sanayi alayları kumandanı, top ve tüfek fabrikaları umum müdürü
Cezayirli Ahmed Paşa'nın şu sözleri indi ilâhide ve uzayda hâla
yankılanmaktadır benzer haksızlıkların yapıldığı davalarda da! Paşanın sözleri
şunlardı: "..Bu silahlar istimal edilmiştir (kullanılmıştır) Fakat bu
mesele, namuslularla namussuzların mücade leşidir. Namuslu adamların arkasına
hafiyeler konursa, işte böyle müessif hadiseler olur"
Karar; Fuad Paşa'nın
müebbeden kürek cezası ile mahkumiyetine taşıdığı bütün nişanlarının
sökülmesine rütbesinin de kaldırılmasına şeklinde çıktı.
Bu karar alındığında,
Fuad Paşa'nın üç küçük çocuğu ve refikası Şam'a gönderilmiş bir harem ağası ve
Dimitri adlı bir başka uşak da yanına gönderilmişti. Bu tertibde Paşa'yı kalmakta
ısrar ettiği askeri kışladan çıkarmak için yapılmıştı. Kışlanın tam karşısında
yapılmış iki katlı köşk bahçe içinde olup, üstü Paşaya alt katı da, Paşa'nın
muhafızlarına tahsis olunmuştu.
Bu sırada Rusların Şam
konsolosu Fuad Paşa'yı İstanbul b.elçiliğinden aldığı emir üzerine ziyarete
gelmişti. Taleb'e cevap olarak: "Bu nezâkete teşekkür ederim. Fakat
kendilerini kabul etmekte mazurum. Çünkü; beni haksız yere mağdur eden Sultan
Hamid ile* alakamı kestim ve her nekadar kendimi onun tâbiyetinden iskat
ettimsede, hilâfet makamına olan manevi rabıtam bakidir. O sıfatla,
kendilerini gücendirmek istemem." Diyerek din ve devletin usanmaz bir
hadimi olduğunu, moskofa kemâli nezaketle göstermiştir.
Netice: Bir idarenin
kendi hükmünü sürdürmesi için seçeceği yollar pek çoktur. Bunun devletin gücü
ile alakası vardır. Amma hangi hâl olursa olsun, adaletten ayrılmayı gerektirmez.
Bunu hiç değilse günaha giriyorum kaygısı içinde gerçekleştirenler belki Cenabı
Hakk'ın; "Rahmetim gazabımı aşdı" nazm-ı celili ile muamele görürler
ümidini taşımak ta haklı olabilirler! Fakat başka çâre yoktu bahanesi, herkes
için, zâlimlerin akıbeti kötü olacaktır ve onların hiç bir hafifletme tâlebide
olamaz" hitabı bir hakikat abidesi olarak durmaktadır. Büyük bir devletin
büyük büyük memurlarının biri-birinin ayağını kaydırma çalışmakannın birebir
yaşanmışını yukarıdaki satırlarda okuyanlar, yalan ve iftiraya başvura-nla-rın
baş tacı edildiği sistemlerin başlarına gelecek felâketi beklemeğe başlaması
isteselerde istemeselerde yapması gereken tek işdir.
Sultan 2. Abdülhamid
döneminde Ferid Paşa'nın uzun süren sadareti pek mühimdir ve her istikrar
döneminin müthiş bir anarşiye gebe olduğunu dikkatli tetkik sahipleri tesbite
muvaffak olurlar. Nitekim ahali arasında, fırtınadan evvelki sükûnet darbı
meselini hatırlamamız yeterlidir bu iddiamızı doğrulamaya. Miladi 20. asırda
Osmanlı devletinin iki numaraları diğer bir deyişle 20.
asırdaki.sadrıazamlarınin birincisi olan Halil Rıfat Paşayı,ikincisi olan Küçük
Mehrned Said Pa-şa'dan sonra, sırayı üçüncü iki numara olan Avlonyalı Meh-med
Paşa'nın biyografisine temas edelim diyoruz.
Merhum sadnazamdan
evvelâ ansiklopedilerden derlediğimiz kadarı ile sevgili okurlarımıza
biyografik bilgileri verdikten sonra altı seneye varan sadaretinden kesitler
ve tesbitler yapalım. Bu zât hakkında ki, mahdumları Celaleddin (Velo-ra)
Paşa'nın anlatımından, usta edip ve hatırat yazarı Samih Nafiz Tansu'nun
kaleminden çıkmış eserden süzdüklerimizi duyurmayı vazife addettik.
Nişantaşında merhum sadnazam
Ferid Paşa'nın
torunlarıyla birlikte yetişen sevgili büyüğüm, İstanbul Beyefendisi, Galib
Yazaroğiu Ağabeyimin de kapısını çalmayı ihmal etmedim.
Mehmed Zeki Pakalın
Beyefendinin "Son Sadnazamlar" adlı kıymetli çalışmasında, Said Paşa
ile alakalı bölümde şöyle bir anekdot yer almakta: "Avlonyalı Ferid Paşa
Konya Valisiyken, İstanbul'a celbedilir. Said Paşa makam-ı sadarettedir.
Babıâli'de bir oda gösterilen Ferid Paşa, günümüzün merkez valileri gibi
günlerini bu oda da geçirmekte akşam olduğunda konağına dönmektedir. Önüne en
küçük bir İş gönderilmediği gibi herhangi bir mütalaası da sorulmamaktadır. Bu
menkubiyete benzeyen hayat tarzı Paşa'yı üzmekle adetâ ağlatmaktadır Konya
Vilâyetindeki buranın meselelerini çözmekte gösterebildiği faal günleri
aramaktadır. Günlerden bir gün Ferid Paşa, Kıbrıslı Kamil Paşa ile sohbet ederken
durumundan acı acı şikâyette bulunmuştur. Kâmil Pa-şa'ya göre ağlamakdan da
kendini alamamışta: Kâmil Paşa İse o sırada Şura-yı Devlet (bu günkü danıştay
ue yargıtayı içinde bulunduran dev let müessesesi) reisliği görevini sürdürmektedir.
Kâmil Paşa bu yürek sızlatan şikayetden pek etkilenmiş ve derhal padişah
nezdinde şefaate teşebbüse karar vermiştir. Mutad vaktin dışında bir gün Kamil
Paşa mabeyne gelip, kartvizitini mabeynciye vermiştir. Kartvizit padişah katına
götürülmüş ve başkâtip Tahsin Paşa, Kamil Paşa'ya: 'efendimiz, ne için ziyaret
vâki oldu dediğinde ne ar-zedeyim diye sorduğunda ne arzedeyim' istizahında
(soru-sunda) bulunur.
Kamil Paşa'da; Ferid
Paşa'nın anlattığı yukarıda naklettiğimiz ahvali dile getirip efendimize
durumu anlatıp bir vazife verilmesinde tavassut edeceğini arzetmesini beyan
ettiğin-de,Tahsin Paşa: 'Aman Paşa hz.leri ne yapıyorsunuz? Hem mutad vaktin
dışında ziyaretine geldiğiniz gibi bu talebiniz efendimizce yanlış anlaşılabilir.
Aynca Ferid Paşa'yı himaye ve vikaye ediyorsunuz mânasına, alınırsa
sıkıntılarınız olabilir!' Hatırlatmasında bulunur. Kâmil Paşa; bu ikazdan
sonra biraz düşündüğünde yaptığının aslında yanlış olmadığını ancak padişahın
olmadık incelikleri de göz önüne aldığını bildiğinden ziyaretden uaz geçmek
ister! Fakat; kartuizii padişaha sunulduğundan uazgeçmekde kabil olamayacağından
bulduğu bir bahaneye sardır. Bahane; İngiliz elçisinin kendisini ziyarete
geldiğini bu hususda padişahı bilgilendirmeye dönük olduğunu beyan eder.
Tahsin Paşa da böyle ar-zeder. Kâmil Paşa bu ikazdan memnundur. Çünkü hayli vehimli
olan padişah bu kayırmadan binbir mâna çıkarabilirdi! Öte yandan böyle bir
iltimasın doğru olmadığını söyleyen başkâtip Tahsin Paşa'nın söz ve davranışı
Ferid Paşa'ca duyulduğunda, başkâtip hakkın da bir iğbirara vesile olduğunu
ileri sürenler olabilir. Çünkü saray'ca muteber olan zevatın padişahı koruma
adına, babıâlî mensuplarına, ricâl-i deulete karşı bazen haşin ve kırıcı
davrandıkları, bazı zevata yakın durup, kimilerine de burudet sergiledik lerini
hatıratlardan öğrenmek mümkün. İşte Ferid Paşa'nın, Tahsin Paşa' ya 'Kara
Tahsin' diye gıyabındaki hitabı, umulur ki Kâmil Paşa'nın iltimasını önlemiş
olmasındandır!"
* .,
Avlonyali Mehmed Ferid
Paşa 1852 yılında Yanya'da dün-ya'ya gelmiştir. Pek olgun dönemi olan ve
altmışiki yaşlarında San-Remo'da hayata veda etmiştir. Babası Mustafa Nuri
Paşa Avlonya mutasarrıfıdır. Bilindiği gibi mutasarrıflık, Kay-makamiıkdan
büyük, vâlilikden dûn bir makamdır. Ferid Paşa'nın validesi Yanya'lı meşhur
Tepedelenli Ali Paşa sülâlesine mensupdur.
Ferid Paşa; tahsil
hayatına Yanya'da başlamış olup, orta öğretimde diyebileceğimiz liseyi Rumların
yönettiği bir mektepte okumuştur. Ayrıca özel dersler almak suretiyle bilgi ve
becerisini arttırmıştır. Devlet-i âliye okur-yazar insana pek değer
vermektedir. Bunun net bir misâlinin Ferid Paşa'nın daha 15 yaşında iken
intisab ettiği Girid Adasının Resmo Belediye meclisinde kâtip olarak vazife
almasında belli olmaktadır. Târih 1870'i gösterdiğinde 18 yaşındaki Mehmed
Fe-rid'i yine Girid'in Kandiye sancağı kitabet kaleminde görevde görmekteyiz.
Girid Valisi Rauf Paşa kabiliyetini gördüğü genç Ferİd'i maiyetine almış
bulunmaktadır. Bu arada Mustafa Nuri Paşa Mostar'a tâyin edil diğinden mahdumu
Mehmed Ferid'i de yeni vazifesinin bulnduğu Mostar'a beraberinde
götürür.
Genç Mehmed Ferid,
Gaçka Sancağı yazıişleri müdürü oldu. Târihler 1875 olup, yaşı 23
olmuştur. 1877 de kaymakam olmuştur.
Yaş 25 dir. Görev yeri ise Tiber'dir. 1293 rûmi tarihin karşılığı olan 1877de
çıkan meşhur Osmanh-Rus savaşı,ülkemizin Rumeli topraklarını yakıp kavururken
askerî ve sivil ortak görevlere daima Ferid Paşa getirilir olmuştur. Bosna ve
Hersek Tümenlerinin başkâtipliği de ona emanet olunuyordu. Özel statülü
Bulgaristan Prensliğini bir nevi gözetleme vazifesi olan komiser muavinliği
Ferid Paşa'nın uhdesinde olduğu halde karşımızda görülüyor. Oradan Diyarıbekir
Adliye müfettişiliği peşinden de Konya Valiliğinin Mehmed Ferid Paşa'nın
dirayetli idaresine tevdi olunduğunu görmekteyiz. Târihler 1893'ü
gösterdiğinde ise; Rumeli İslah Komisyon Reisliği uhdesine tevcih olunuyor.
1903 yılında makam-ı
sadaretden infisa! eden Küçük Mehmed Said Paşa'nın yerine ma kamı sadarete nail
olduğu görüldü. 2.meşrutiyetin ilânı olan, 23/temmuz/1908 öncesinde istifa
ettiğinde yaptığı hizmet-i sadaret, aralıksız ve 6 yıla yakın bir zaman
sürmüştü. Bu Abdüihamid döneminin aralıksız en uzun süren sadaretidir dense yeridir.
Ferid Paşa;
sadaretinden sonrada, Tevfik Paşa kabinesinde dahiliye nazırlığı görevinde
bulundu. 1912 senesinde ise ayan reisi oldu. Bir ara Mısır'a gitdi. İstanbul'a
dönmesi ittihatçıların işine gelmedi. Dolaysıyla İstanbul'da kalmasına adetâ
izin vermediler. Avrupa'ya geçen Ferid Paşa, 1914 senesinde San-Remo'da-vefat
etdi. Şurada hemen istidraten belirtiyim ki; bilindiği gibi Rumeli fütuhatımız
daima Anadolu'dan islâmî hayata pek önem veren aileleri ve hanedanları,
"Evlâd-ı Fatihan" olarak muhaceretle vazifelendirme hayli rol
oynamıştır. Bu evlâdı fatihan mânai münifi münasebetiyle vakayı ve sistemi pek
güzel aksettiren bir ifadedirki, bu mânayla yapılan ecdadımızın o güzel
işlerine bu güzel terkibi bulup yakıştırma şerefi, merhum şâif Yahya Kemâl
Beyatlı' ya aiddir. Böylece şâir bu güzel isim babalığı ile Osmanlı devletinin
medeniyyet ve edebiy yat ve sanayii alanındaki 3. Ahmed ve Nevşehirli Damad
İbrahim Paşa döneminin o güzel atılımlarını görmezden gelip de Lâle Devri diye
adlandır-masmdaki haksızlığı yukarıdaki "Evlâd-ı Fatihan" tâbiri ile
az çok, tamire muvaffak olmuştur. İşte bu evlâdı fatihan taifesinin Rumeli
topraklarında ki, islâmi temsildeki güzellik oram, gayri müslimlerin fevç fevç
yâni dalgalar halinde islâmla müşerref olmalarıyla orantılıdır. ,
Biyografisini sunmaya
çalıştığımızi206. Osmanlı sadnaza-mı Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa merhumun
sülâlesi de, Konya civarından nakle çalıştığımız vazife ile Balkanlara göçmüş
misyon sahibi ailelerden biridir. Dört asrı aşan bir zaman diliminde bölgede
hayat sürmek, izdivaçların çeşitli akvama mensuplarla yapılması, anlayışlara ve
tarza çevrenin etkisi, nice te'sirler husule getirdiyse de Islâmiyetin yüceliği
ve yegâneliği dini rabıtayı kopmadan sürebilmeyi sağlamasını şükranla karşılamak
lâzımdır.
Şimdi Mehmed Ferid
Paşa'nın Sultan 2. Abdülhamid hân'ın huzuruna ilk çıkışını anlatmış olduğu oğlu
Mahmud Celaleddîn Paşa'nın kaleminden nakle geçmeden kısa bir bilgi verelim.
Sene 1903'dür. Ferid Paşa Konya valiliğinden ba-bıâliye celbediimiştir.
Yukarıda naklettiğimiz gibi babıâli'de bir oda da boş boş oturtulmaktadır.
Nihayet huzura davet vu-kubulur: "Padişah oturduğu koltukda, bana şöyle
hitap etmişti. Buyurun Ferid Bey oğlum! Konya'daki çalışmalarınızı memnuniyetle
öğrendim. Daha evvel onaltı sene Şura-yı Devlet de çalışmışsınız. Bu zor
dönemde size vezaret veriyorum. Çok geçmeyecek sadareti teklif edeceğim. Ne
dersiniz?"
Karşımda; orta boylu,
siyah sakallı fakat gözleri pırıl pınl parlayan zekî bakışlı padişah
oturuyordu. Adımlarımı atarak yaklaştım. Kendilerini etekledim. Ellerini
uzattılar. Heyecan için de öptüm. Karşılarında yer gösterdiler. Otur diye buyurdular.
Oturdum. Padişah düşünceliydi. Ben:
-Şevketmeâb efendimiz,
hakkımda izhar buyurduğunuz teveccühe kalbden teşekkür ederim. En sadık bir
bendeniz bulunduğuma şüphe etmeyiniz. Hangi vazife-de çalışmamı isterseniz ve
emrederseniz orada bendenizi göreceğiniz muhakkaktır. Padişah:
-Allah razı olsun,
sizin için çok iyi şeyler duydum Ferid Bey! Fakat bundan sonra sizfe Ferid Paşa
diyecekler. Avlon-yah olmanız, Arnavut bulunmanız hakkınızda duyduğum iyi
şeyleri izale edemez. Saltanatımız ve devletimiz, Arnavut tebaasından çok
iyilikler görmüştür.
Diyen Ferid Paşa daha
sonrasını şöyle özetliyor oğlu Mah-nnud Celaleddin Paşa'ya: "İlk
konuşmamız kısa oldu. Konya'ya avdet etdim. Beş ay sonra beni paşa unvanı ile
Rumeli ıslahat komisyonu başkanlığına tâyin buyurdular. Orada 40 gün çalıştım.
Daha sonra Said Paşa'nın sadaretden infisali üzerine makam-ı sadarete tâyin
olundum."
Mehmed Ferid Paşa
kendilerinden on yaş büyük olan padişaha bu başbaşa konuşmada hayran olmaktan
kendini alamamıştır. Avlonyali M. Ferid Paşa; 2. Abdülhamid'in 20.asır daki 3.
sadnazamı olmuştur. Devletin bu iki numaralı adamı eslâfı gibi, padişah ile
tezat teşkil etmeyen bir metoda eğilim gösteren mizaçtaydı. 51 yaşında olup, 15
yaşından beri devlet idaresinde kâtiplik ile başalayan çalışma 'hayatı bir çok
kademede hizmet vere vere kendisini pişirmiş ve uyum İçinde çalışmanın mesâi arkadaşının
asla düşmanı olmamak hâttâ biribirilerini sevineninde başarıda çıtayı yükseltici
mahiyet aldığının şuurundaydı.
Sultan 2. Abdülhamid
ise; tâyin eylediği bu sadnazamı hakkında bilhassa yaşlı Akif Paşa'dan aldığı
bilgiler sayesinde ümidvar olmaktaydı. Bunda da yanılmadı. Çünkü; 6 sene ye
yaklaşan bu müşterek çalışmada, sadnazamın padişahı bizatihi sevmesinin bundan
dolayı da alınacak tedbir ve kararlara peşin hükümle bakmayıp aklıselim
dahilinde, müzakere metodunu seçmenin rolü bir hayliydi. Sadnazam; devletin
her kademesinde dirsek çürüttüğü için idareye hâkim, köşe başlarını tutmuş
zevatı bilip tanıyan biri olarak ve devletin yüksek görevlerinde bulunmada
olgunluk yaşına giriş sayılan 50 yaşını hemen hemen geçmiş olması, yakışıklı ve
hareketli yapıya sahip olması sadarete geçme töreninin yapıldığı babıâlî'ye
bir heyet ile gitme adeti icra olunurken he yetin içinde mevzun vücudu, gür ve
siyah sakalı, vakur duruşu, ahali-i müsliminin nazar-ı dikkatini çekmiş ve
kendi aralarında, ne kadar yakışıklı sadrıazam sözlerinin dolaşması vu
kubulmuştu.
Ferid Paşa'nın
sadarete gelmesinin en büyük amillerinden biri de; balkanlarda ki yabancı
parmağının husule getirdiği karışıklıkların yavaş yavaş bir kurtuluş savaşı
mahiyetine dönüşü,azınlıkların bitmez tükenmez taleplerinin karşılanmasında
devletin hükümrânisini zedelemeden, sükûnete taşımak için faydası mümkün
faktörler arasında balkan insanı olmasının ve Arnavut ırkçılarının tutuşdurduğu
kavmiyyet âteşini aynı zamanda iyi bir müslüman olan Ferid Paşa'nın, bu
yönünden de istifade etmek düşünceside doğurmuştu.
Eğer sevgili okurlarım
hafızalarını Sultan 2. Abdülhamid hânı taht-ı Osmaniye çıkaran dönem üzerinde
ve beraber çalıştığı dönemin devlet idaresindeki ricalin genellikle yaşlı ve
farklı anlayışları, padişah üzerinde te'sir kurma dalavereleriy-ie
uğraşmalarına dâir değerlendirmelerde bulunurlarsa isabet ederler.
Meşhur serasker Müşir
Namık Paşa merhumun, ki pek vatansever, dindar ve de cesur bir zat bilinir. Bu
zat dahi; cülus günü fikrini soran devlet adamlarından birine: "bakmayınız
bu mahcup haline! Pek yakında aslan kesilir ve çoğumuzu paralar!" dediği
pek meşhurdur.
Padişahın; çalıştığı
sadrıazamlar arasında kendinden yaşça hem de on yaş kadar küçük olan sadrıazam
Ferid Paşa birincisini teşkil eder. Bu yaş meselesi sadnazamın padişah
üzerinde, bir tesir-i nüfuz vücuda getirme istemine yol açmayan hususatdan
olmuştur. Sadnazam Paşa evvelâ padişahın, düvel-i muazzama ülkelerine bakışını
ve gütdüğü siyasi ve özel anlayışını öğrenme yolunu seçmeştir. Çünkü takip
etdiği kadarıyla Sultan Hamid'in 1293/1877 savaşı da dahil her mütalaası doğru
görüşü aksettiriyordu. Sadnazamı bu tesbit, padişahı sadece devletin başı
değil, her şeyi pek mükemmel takip ve takdir etmekde başarılı bulduğu için tam
manasıyla bilmeğe ve öğrenmeye adetâ mecbur kılmıştı. Ferid Paşa'yıgöre;
Abdülhamid hân'ın vasf-ı mümeyyizi yâani en seçkin tarafı ki bunu Ferid Paşa
ifade ediyor "Efendimiz zekî, bakışları çok te' sirli, muhatabına yer
gösterir ve nezaket ile muamele ederdi. Söylenenleri dikkat ile dinlerdi.
Odasındaki şezlonga uzanır, yemeğini l.kadinefendisi pişirirdi. Ancak onun
eliyle pişirilmiş yemekleri yerdi. Ziyafetlerde, çok vehimli olduğu için
ağzına aldığı lokmayı çiğner ve yer gibi yapar fakat çok az alırdı.
Etrafındakilere dişlerinden çok ızdı-rap çektiğini söyler fakat bir diş
doktoruna da tedavi için emniyet edemezdi. İnsan tanımakda ve hadiseleri
Önceden görmekte büyük isabeti vardı."
Sadrıazam M.Ferid
Paşa; Şura-yı Devletde aza olan Haşi-mi sülâlesinden Şerif Hüseyin'in,
padişahın hiç iltifatına nail olmadığı müşahede eder. Zâten; bu hususda sıkıntı
sini Şerif Hüseyin, sadrıazama hissettirmiştir. Ferid Paşa diyor ki:
"Efendimiz; Şerif Hüseyin iltifat-i şahanenize mazhar olamamaktan çok
müteessirdir. Onu sevindirmeniz mümkün olamazmı?" dediğinde padişah
kaşlarını çatar ve "O, bana ve hanedana karşı haindir! Bizleri sevmez. Bu
gün sakindir fakat yarın ne yapacağı bilinmez! Ancak Allah bilir" diye
hâla kulaklarımdan gitmeyen sesini hiç unutmam demektedir Ferid Paşa...
Sevgili okurlarım;
Sultan Abdülhamid CennetmekârTm 1905'lerde söylediği bu sözlerin 1917'de bütün
çirkinliğiyle kendini gösterdiği, târihin birazcık meraklısının dahi bildiği
ahvaldendir. Şerif Hüseyin hiç bir sebebin haklı kılamayacağı bir ihanetin
faili olmuştu yukarıda ifade ettiğimiz târihte..
Ferid Paşa'nın şark
dünyasından gösterdiği bu misalden sonra, dünya siyasasının büyük ustası ve
tanzimcisi, İngiltere hakkında, padişahın
düşüncelerini alıp siyasetini tanzimde nazar-ı itibara alması icab ettiğinin
şuuru içinde olduğundan elde ettiği malumatı, târihe şu sözlerle hediye ediyor:
"Padişah söze İngilizler, bütün müslümanlann hâmisi rolünü takındıkları
ve ellerindeki topraklarda bir çok müslüman bulunduğu için, Osmanlı hanedanını
ve halifeleri sevmezler. Bize karşı, takındıkları tavırlarında kendi
menfaatlerinden başka bir şeyi düşünmezler. Medeni insan dost ve düşmanı ayrı
tutmamalı, İkisine de aynı muameleyi yapmalı. Zira düşmanlarına açıkça husumet
göstermek akıl kârı değildir. Dostlara da, fazla güvenmek ahmaklıktan ileri
gitmez. Biz daima İngiltere'nin dostu görüneceğiz fakat onun hislerini vede
siyasetini bileceğiz!.." Dedikten sonra Almanlar hak-kındada "Bunlar
asker millet. Bunlardan bize fayda gelir" dermiş. Padişah, sadrıazam Ferid
Paşaya! Ferid Paşa padişahın bu görüşlerinde samimi olduğunu bildiriyor.
Almanları; İngilizler Rus menfaatlerini Osmanlı üzerinden devşirmelerini
kısıtlama manivelası olarak gördüğünü ifade ediyor. Ferid Paşa; Rusya ile
münasebetleri sual ettiğinde padişahın ağzından şu malumatı alıyordu:
"Rusya büyük bir komşumuzdur! Onunla pek büyükçe geniş hududlanmız vardır.
Topraklarımızın kuzey yönünde olanlarının emniyet içinde olabilmesi Rusya devleti
ile aramızda düşmanlık edip etmemekle alakalıdır. Rusları tahrik edip
aleyhimize kararlar almaya mecbur eylemeye ne lüzum vardır? Beni sokmayan
yılan bin yaşasın sözü padişahın çok söylediği tekerlemelerden olup, betahsis
Rusya'ya dâir konuşmalarda beyan ederlerdi." Dedikten sonra, sadrıazam
paşa şu enterasan bilgiyi de naklediyor: "Çar'lar Karadeniz sahilinde
sayfiye şehri olan Livadya'ya yaz aylarında geldiğinde, Sultan Hamid derhal bir
hey'et gönderir ve hududlarımıza hoş geldiniz anlamında telakki olunacak
hediyeler yollardı. Çar'da bu nâzik davranış karşısında mukabeleten kürkler,
ayakabılar ve atlar hediye ederdi. Bütün bunları yaparken padişah; Avusturya ve
Almanya'dan getirt diği büyük çaplı topları Rus hududumuz-daki mühim mevkilere
yerleştirilmesini emrederdi. Yüzüne bakan devlet adamlarına da İstersen sulh-u
salah, hazır ol cenge! Derdi.."
Padişah;
Avusturya-Macarİstan imparatorluğu için sadrı-azamına şunları söyler, Fransa
ile alakalı görüşü beyandan sonra, Fransa ile çok uzun zamana dayanan bir
dostluğun kültürümüz de büyük tesiri olduğunun idraki içinde, kültür âlemimizin
Fransız kültür edebiyat ve san'atının hemen yanı-başında olması gerekir.
Avusturya-Macaristan'a gelince bunların emelleri bilhassa balkanlarda
Rusya'nın tam zıddınadır. Ziya Paşa'nın şu be yiti bu iki ortağı pek güzel
ifade eder.
"Mestanelerin
biribirine arzı hulûsu / Çingânelerin şüpheli imânına benzer" Fakat
bunlar görünüşte birlikte hareket etmek zorundaysalar da istikbalde
biribirileriy- ie karşı karşıya harb edeceklerdir. Beyanında bulunan padişahın
bu sözlerinin, sadrıazam gerçekleştiğini göremeden vefat etdi amma sözlerin
sahibi hz.Abdülhamid hân, kendi söylediklerinin yerine geldiğini görmüş idi.
_ Sultan Abdülhaniid
Hân'a Yıldız Camiinde Cuma Selamlığı merasimine çıktığında, ermenilerin ve
siyonist yahudile-rin ortak organizasyonuyla, bir arabanın içine yerleştirilen
patlayıcılar infilak ettiğinde yetmiş-seksen kişi kadar şehid oldu. Padişahı;
Şeyhülislâm Mehmed Cemâleddin Efendİ'nin her zamankinden bir iki dakika daha
fazla lafa tutması, patlamanın te'sir sahası dışında kalmasını sağladı. Bu bir
lutfû ilahiydi. Padişah kendini hemen toparladı. Lâzım gelen emirleri verip,
ortalığı sükûnete kavuşturdu. Sonra da landonuna binip dizginleri eline alıp,
deh diyerek arabasıyla bir başına Yıldız Sarayının yolunu tuttuğunda bü tün
ecnebi sefirler bu soğukkanlılık, bu celadet karşısında kendilerini tutamayıp
"Hurra Sultan" Diye bağırmaktan nefislerini mene-demediler. Bizim
hâin şâirde, "Bir lahza-i teahhur attın ey şanlı avcı yazık ki
vuramadın.." dizesini husule ge tirmişti.. Sultan Hamid merhum, faili
buldurttu. Adı Jorİs olan suçluyu sorguya çekti bilahire mahkemeye verdi sanık
Joris arkadaşlarıyla birlikte yargılandı ida ma mahkum oldu. Sultan; onu
affedip, eline de para verip, avrupaya gönderdi ve Osmanlı devleti lehine
casusluk yaptırdı! 21/Temmuz/ 1905'de vukubulan bu olay da, Ermeniler'in 1894
olayları sonrasında onbir sene sonra yeniden tedhiş faaliyetlerine giriştikleri
ilânı olarak kabul edilse yeridir. Ermenilerin Doğu Anadolu'da büyük ermenistan
hayallerini engelleyen kişi olarak görülen Sultan Hamid, bunların devirmesi
gereken bir padişah olarak yaşarken, siyasi mahfiller ve haçlı dünyası bu
devrilmeyi duysalar Sultan Fâtih'in vefatın-da çaldıkları sevinç çanlarını
yine çalmaktan içtinab etmezlerdi. Ayrıca Sultan Hamid, pek tedbirkâr olması
hususunda bu olay-îa herkesin haklıymış ifadesini kazandı.
Sir Henry Wood; bomba
olayını şu şekilde naklediyor: <Ben padişahtan pek uzak değildim. Tam bu
sırada ancak bir namludan çıkabilecek bir gürültü duyuldu. Bastığım zemin beni
adetâ havaya kaldırmak gibi titredi. Padişahın soğukkanlılığına hayran kaldım.
Birden Yıldız Câmiinin içinden elleri yüzleri kan içinde koşuşup dışarı
çıkanları gördüm. Padişaha el bombası atıldığını sanmıştım. Ancak, padişahın gözlerini
diktiği yeri takip edip cami avlusuna baktığım zaman hayretten irkildim. Avlu
top top ateşiyle silinip süpürülmüş bir muharebe meydanına benziyordu; ölü
atla, her tarafa sıçramış tahtalar, paramparça olmuş arabalar, can sız yatan
zavallı sürücüler. Bîr iki metre ön sol tarafımda yüksek rütbeli bir Türk
subayının emir çavuşu şarapnel isa-betiyle hayâtını kaybeden subayının üzerini
örtmeye çalışıyordu. Patlama sesi duyulur duyulmaz bir suvâri takımı, yalın
kılıç, patlamanın olduğu yere at sürmeye başladı. Ancak Abdülhamid'in eliyle
geri çekilmelerini emrettiğini gören takım subayı birliğini geri çekti. Az
sonra padişahın ayakta ve sağlam olduğunu herkes farkettı\> şeklinde Bay
Öztuna'nın Büyük Târihi adlı eserinin 7. cildinin 191. sahifesinden aynen
aldık. Sir Wood bilindiği gibi, bir İngiliz deniz subayı olup, Sultan Aziz
zamanında padişaha denizcilik hususunda müşavir olmuş Abdülhamid döneminde de
bu görevi devam etmiş kırk yıla yakın Osmanlı nezdinde kalmıştır. Bu
su-ikast'ta orda olması işin içinde İngiliz parmağı olmadığı intibaını
vermektedir. Yoksa böyle kırk yıla yakın İngiltere'ye bizim içimizde bulunarak
hizmet veren bir amirali İngiliz istihbaratının feda edeceği akla gelmiyor,
tâaki onun da ipi çekil-memişse..
Çırağan Sarayına
nakledildikten sonra, bir daha hiç dışarı çıkmayan mahû padişah, 5. Mehmed
Murad, yirmisekiz sene suren menkubiyetini 29/Ağustos/1904'de sona erdir di hayatını
noktalamış son nefesini vermişti. Yenicâmi Türbesinde defnolunmuştur. Bü tün
padişahlara yapılan muamelenin, teçhiz ve merasimlerinin aynısı yerine
getirildi. Eski padişahın tek oğlu Selahaddin Efendi ve çocukları Sultan
Hamid'e müracaatle Çıra- ğandan ayrılıp başka bir yerde imrar-, hayat talebinde
bulundular. Sultan Hamid'de bunu mâku! karşıladı.
1905 senesinde Sisam
Adası ekseriyet bakımından Rumlar ile meskundu. Buradaki mutasarrıfın Rum
olduğunu herhalde söylemeğe lüzum yoktur. Devlet sızıltıya meydan ver memekle
işleri götürme politikası güttüğünden,unsurun idarecilerini kullanmayı tercih
eder halde idi. Cebeli Lübnan'da da böyle hareket edilmişti. Bu mutasarrıf
halkın ayaklanmasının destekçisi idi. Birlikte megalo ideaları aynen bu günkü
gibi ENOSİS idi. Yunanistan'a katılmak sevdası ada halkını adamakıllı
sarmıştı.Bir sabah devlet dâireleri Yunan bayrağı ile süslenmiş ahali eğlenmeye
koyulmuştu. Vaziyetin Babıâli'ye akset mesi üzerine, sadnazam Avlonyalı Mehmed
Fe-rid Paşa saray'a giderek bilgileri padişaha dosdoğru, hiç bir şeyi
saklamadan arzetdi. Padişah:
- Tedbirleriniz Paşa?
diye sorduğunda sadrıazamdan aldığı cevab şu olmuştu:
-Efendimiz; şu sırada
Çanakkale'de bulunan donanmay-ı hümayununuza emir buyuracaksınız, hepsi kalkıp
Sisam Adasına gidecekler ve tehdidatda bulunacaklar. Asiler yola, gelmezse ada
bombardımana tâbi tutulacaktır. Dediğinde, padişah tereddütle karşılar:
-Ruslar bu işe
karışırsa işler sarpa sarar! Bizi durdurup haksız çıkarırsa vaziyetimiz zorlaşır
sadnazam paşa! Bu işde yalnız hareket zararlıdır! Ferîd Paşa da:
-Devletl padişahım!
Size şerefim ve namusum üzerine söz veririm ki; gelişecek her çeşit me'suliyeti
hayatım bahasına olsa üzerime alıyorum. Bu hususda yemin etmeyi de vazifem
içinde görüyorum. İrade buyurunuzda şu baldırı çıplaklara hadlerini
bildirelim!
Bu sözler Abdülhamid
hân'ın yüreğine su serpti. Karşısında kararlı ve ne yaptığını bilen ve de
paniğe kapılmayan biri vardı. Sordu:
-Düşüncenizi nasıl
kuvveden fiile çıkaracaksınız? Sadrıazam:
-Donanmamız şimdi pek
kuvvetlenmiştir. Yeni gelen, Mecidiye, Mesudiye ve Hamidiye zırhlıları ve
torpidolarımız bu tehdid ve gereğini yerine getirmeye muktedir bulunmaktadır.
Müsaadenizle donanmay-i şahane, Sisam'da göründüğü an, ada isyancılarının
yüreğine korku dolar. Durulmazlarsa adaya karşı harekete geçmeleri emri
kendilerine verilecektir. Sadrıazam Mehmed Ferid Paşa kendinden emin tavırlarla
padişaha verdiği temi natın akabinde plânımda nakledince Abdülhamid hân:
"İnşaallah düşündüğün gibi olur!" dedikten sonra, istenen iradeyi
verdi. Amiral Halil Paşa'nın kumandasında Hamidiye gemimizin ünlü süvarisi,
İttihat ve Terakki cemiyetinin daha sonranın bahriye nâzın, Cumhuriyet
döneminin başvekillerinden, Hüseyin Rauf (Orbay) Bey'in de katıldığı donanma
denize açılmış ve Sisam önlerine gelmiş, bütün mehabetiyle adayı abluka altına
almıştı. Funda demir emri verilmişti. Azgın ve küstah palikarya, büyük
devletlerin hima yesine güvenmiş olacak ki cürümlerine bakmadan ateş açma
küstahlığını da göstermişlerdi.
Ada Rumlarının yaptığı
tahminlerin ötesinde bir davranış değildi. Sadrıazam için bu hâl sürpriz
olmayıp, plânını sonuna kadar götürmeye de âmil olmuştu. Rumların ateşini Osmanlı'ların
nasıl karşılayacağını merak eden siyasi mahafil-ler, ada müdafiilerinin top
salvolarına karşı Osmanlı donanması Amirali Halil Paşa'mn, sadaret makamına
sorupda aldığı cevap üzerine, açtığı ateş siyasi mahafillerin kanını dondurdu!
Boğazdaki adamın sadrıazamı, dehşet dolu bir emir göndermişti. Hedef ada'nın
her tarafıdır. Gemilerinizin topları, teslim bayrağı görünceye kadar
mermilerini yağdırsınlar, demekteydi. Halil Paşa gemideki topların
namlularından ateş ettirmiyor adetâ ölüm saçıyordu. Bir kaç saat içinde Sisam
Adası adetâ bir cehenneme dönmüştü. Neye uğradığını şaşıran elikanlı haydutlar
ve onların hempaları sivil ahalide, birbirine karışmış halde, dağlara,
vadilere, mağaralara,mahzen-lere sığınmaya koşuyorlar, ancak çok kişi telef
oluyordu. Limanda ki kayıklara binerek kaçmaya çalışan isyancılar, bir yandan
ne yapacağını şaşıran ahali, en akıllıca olanı yaptılar. Teslim bayrağını
çektiler. Ada'nın Rumlara aid her evinde yatak çarşafları teslim bayrağı olarak
kullanılır olmuştu. Yapılması gereken işlem bu operasyonun dünya devletlerine
memleketin iç işi olduğunun anlatılmasıydı. Tabii ki; kabui ettirilmesi de
önemliydi! Sadrıazam ve hükümetin bütün mensupları bu hususda aynı noktada
müşterek olduğundan büyük devletlerin ses çıkarmamasını temine muvaffak oldular.
Avlonyalı Ferid Paşa
pek aktif davranarak, bilhassa balkanlardaki devletimizin valilerine
gönderdiği emirlerle Yunan konsoloslarının her hareketinin ciddiyetle takip
edilmesi ve en başda Selanik Valisi Rauf Paşa olduğu halde bütün valilere
devlet-i âli yye aleyhinde konuşan konsolos da dahil olmak üzere bütün
hariciyecilerini hudud hâricine çıkarma yetkisini vermişti. Hakikaten, bu
talimat geldiği esnada Serez vilâyetimizde bulunan Yunan konsolosu, Osmanlı
devleti aleyhine konuşurken cürm-ü meşhud hâlinde yakalanmış ve apar topar
hudud dışına çıkarılmıştı. Alınan bu kesin ve yerinde tedbirler her tarafta
te'sirini göstermişti. Her yerde bir sessizlik hâkim olmuştu. Sisam Adası olayı
gelecek nesillere de bir örnekti. Avlonyalı Ferid Paşa ve hükümeti, padişah ile
işbirliği, kaderdaşlık yapmak suretiyle haşaratı sindirip, başarıyı
yakaladılar.
Tarih 1322/1906
senesini gösterirken Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa ile meşhur Gazi Ahmed Muhtar
Paşa'nın oğlu Gazi Mahmud Muhtar Paşa elele vermişler İngilizle ri tedirgin edecek
mesele çıkarmayı kararlaştırmışlar, bunun içinde aslı astarı olmayan bir
problem ortaya çıkarmışlardı. Güya Mısır ile Osmanlı Devleti arasında bir hudud
ihtilafı meselesi varmış! Akabe'den, elAriş'e kadar uzanan ve Sina
yarımadasını iki ye bölen bir hat'dan bahsederler. Aslında böyle bir hat hiç
bir zaman çizilmiş değildi. Eğer böyle bir hat hakikat olup itibar edilen bir
şey olsaydı, Osmanlı devleti bu hat'da dayanarak Süveyş Kanalına kadar sokulma
yetkisi taşıyabilirdi. Şüphesizki îngilizlerde buna rıza göstermezlerdi.
1881'de Arabi Paşa'nın
milliyetçilik adı altında ırkçılık güderek gerçekleştirdiği isyan sonrasında,
Mısır resmen İngiltere'nin himayesine girmişti. Arabi Paşa dindaşının dizinin
dibinden, düşmanının ayağının altına uzanma hainliğini irtikâb etmekten fütur
getirmemişti. Süveyş Kanalı Mısırın can damarını teşkil etmekteydi. Bu hattın
devamı Hindistan'a kadar uzandığından, önemi pek çok artmış oluyordu! O
nisbette de Osmanlı-İngiltere münasebetlerinin gerilmesine sebeb teşkil etmekteydi.
Sadrıazam Ferid Paşa bu işi tahkiki vazife addetdi. Bahriyye ve Harbiye
nezaretlerinde bu meseleye dâir bütün evrakları babıâii'ye getirterek bizzat
meşgul oldu. Malumat sahibi olmaları muhtemel zevatı yanlarına celbedip,
müşavir olarak istihdam etdi. Netice de, böyle bir hattın, mevcud olmadığı gibi
kimsenin de böyle bir iddiada bulunmadığı belirlenmişti. Ferid Paşa ise, bu
iddiayı dikkatle incelemekteyken, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa ve Mahmud
Muhtar Paşalar da, İngilizler aleyhinde padişah'i iknaa etmeye çalışmaktalardi
İngilizlere haklı olarak daima menfi düşünceler taşıyan Sultan Hamid,
sadrıazamının tutumuna bu safhada kızmaya başladı. Ne var ki; İngilizler fitili
ateşlemişler, amirallerinden Lord Fişer komutasındaki gemilerini Midilli Adası
önlerinde son emri almak üzere demir attırmıştı. Avrupa devletlerinin geneli
böyle davranırlar. Nerede ihtilaf vu-kubulmuşsa oraya donanmalarını yollarlar.
Müzakere hususunda baskı unsuru olarak kullanırlar! tcab edersede bombardıman
ederler! Cezayir; Fransızların bu tarz müdehalesine maruz kalmıştır. Daha
sonraları da, Trablusgarb'de İtalyanlar da aynı taktiğe baş vurmuşlardır.
Hemen ilâve edelimki
donanmay-ı hümayun, İngiliz ve Fransızlannkine faik şekilde olsa idi, bu mühim
bir baskı unsuru sayılan gemileri startejik bölgelere yanaştırıp,ülkemiz
üzerindeki istihbarî ve dezonmormayyonları, destabilizas-yonları deneyen
devletlere bu adetlerinden vaz geçmeleri ihtar olunurdu. Ne yazık ki etrafı
denzilerle çevrili bir ülke olmamıza rağmen, süngümüzler boğazlara kilit
vurmuş bir milletken donanmasını 16.asır hâriç kullanamamızın sebebini
insanımızın genellikle evinin erkeği olmasındaki isteğe bağ-lamakda pek hatalı
olmaz.
İngiliz donanmasının
Midilli önlerinde demir atmış olması hassas padişahı hayli tedirgin etmişti.
Alman hayranı. Hıdiv ve Mahmud Muhtar Paşalar, sonunda İngilizlerle, Devlet-i
âliyyenin başını derde sokmuştu. Ferid Paşa bir günde üç defa istifasını
sunmuştu, Cennetmekân'da her seferinde ret cevabı vermişti. Salim bir kafanın,
istifaret çekişmesinden çıkaracağı sonuç, bana kalırsa padişah'in, Ferid
Paşa'ya işi sen halletmelisin tâli-matını imâ yoluyla belirttiği hükmünü
çıkarmak mümkündür. Ferid Paşa verdiği üç istifanın da birbiri peşine ret
şeklinde sonuç vermesi bizim acizane yukarıda serdettiğimiz imâ'nin anlaşılmış
olması ile olacak derhal İngiltere'nin İstanbul'daki b.elçisi Sir Nikolas
O'conor'a bir arabulucu gönderip randevu talep etmek oldu. Aslında hiç yoktan
koca sadnazam, b.elçiden randevu almak mecburiyetinde bırakılmıştı. Yoksa esas
olan görüşmek için babi-âlî'ye davet teamüllere uygundu.
Yapılan görüşmede
b.elçi ve sadrıazam böyle bir olay olmamış gibi telakki olunmasını
kararlaştırdılar. Her iki taraf bu tedbire muvafık davranışa dâir centilmenlik
sözü verdiler. Beri yandan İngiliz entelijans servisi işi çok iyi anladı! Hıdiv
Abbas Hilmi Paşa ve Mahmud Muhtar Paşalar kendilerine çıkar sağlamak ve
İngiltereden Mısır için genişçe yetki ve maddi menfaatler teminine
çalışıyorlar, hiç düşünmedende Osmanlı devletinin tehlikeye düşmesine zemin
hazırlamış oluyorlardı. Entelejans servisin anladığını sanki Abdülhamid hân
anlamamişmıydı? Öyle olmasaydı Ferid Paşa değil üç istifaname gön dermek,
saray'a çağırılır mühr-ü hümayun elinden alınır idi.
Avlonyalı Ferid
Paşanın sadaret dönemi; İttihad-ı Terakki cemiyeti hafi'yesinin vâni ittihad ü
terâkki gizli cemiyetinin çalışmalarının gerek askeri gerekse mülkî alan da
inkişaf kaydetmesi önlenemez bir devir olmuştur. Padişahı kendi fikirlerine
imale etmek istiyen guruplar biribirilerine olmadık yalana müstenid atıf ve de
jurnallere baş vuruyorlardı. İttihad ü terakki cemiyeti, masonların kucağına
oturmuş onların localarından gelen taktik ve talimatlarla hedeflere
kilitlenmişti. Bu hedeflerin ilkini meşrutiyeti meri'yete koymak teşkil ediyor
idi. 30 yılı aşkındır dar bir kadro ile ülkeyi idare eden Padişahın, elini
kolunu meşrutiyetle bağlamak daha sonra da kendilerine daha uyumlu gördükleri
veliahd Reşad efendi'yi taht'a çıkararak uğursız emellerine ulaşmayı kuruyor
lardi.
1871'de Mısır'da
husule gelen Arabî Paşa isyanı adlı ırkçı harekât, yavaş yavaş balkanlarda da,
Sırplar, Bulgarlar, Karadağlılar, Arnavutlar gibi unsurlarda da görülmeye
başladı. Osmanlı devleti kavim ve milliyetçilik üzerine te'sis olunmadığından
bahse konu günlere kadar bu hususda benzer sıkın-Ulara uğramamıştı.
İttihatçılarda hâkim olan Türkçü politik anlayış ve Turan avazeleri istenileni
getirmedi amma moza-ikde ırkçı ve milliyetçi cereyanların bütün şiddetiyle
vücud bulmasına kötü örnek teşkil etdi. Bütün bu oluşumları, Avrupa ve Rus
menfaatleri finanse ederken Yahudilerin Filistinde devlet kurması na zemin
hazırlandığı zihinden uzak tutulmamalıdır. 1812'lerde bağımsızlık imkânı elde
etmiş Yunanistan, daha 1897'de yediği sopayı unutmuş, tevessü etme, yâni Osmanlı
toprakları istikametine yönelik genişleme hareketini çeşitli hile ve yollarla
temine çalışmaktaydı. Bu hallere zami-meten Abdülhamid hân'ın açmış bulunduğu
mekteblerden mezun olan genç subaylar, bilhassa Makedonya çeteleri ve
çetecileriyle, Bulgar istiklâliyet çeteleriyle dağlarda ve ormanlarda
çarpışırken çektik leri eziyete bakmayıp, müslü-man milletimiz üzerindeki
menhus gayelerine hiç kafa patlatmadan, hâttâ katlolunan ahaliyi ve de şehid
düşen silah arkadaşlarını unutarak bunların lehine haklılık payı aramaya,
onlara saygı ve sevgi besleme ahmaklık ve hainliğine düş-müşerdi. Bunları
böyle, avlayan neydi? Cevap verelim: poziti-vist anlayışın determinizme
dönüşmesi! Başladığı an resuller devreden çıkarılır. Islâmın temel direği
sünnet-i seniyye ihmal hâttâ yok sayılabilir ki, artık ölçüsüzlük hâkim oluyor
demektir ki,bunun da mânası, belân hazırlanıyor ve sen bunu kapmak için hızla
koşuyorsun hakikatidir. Bu gün bile insanlar ve müslümanların bir bölümü
"Hubbui vatan minel imân" hadisi'nin üzerinde, sahihmi? Değilmi?
münakaşasını yapmıyorlarmi? İşte o gün eksik olan ecnebi ve bilhassa Alman
ekolünün zabit hocalarının dayadığı mektep müfredatı daha ilk mezunlarında
tehlike çanlarını duyurmuşsa da, duyacak kulak bulunamamıştır!
Evet! Hürriyet,
Müsavat, uhuvvet sahte sloganları, oltanın ucuna takılan solucan olmuştu. Yine
askerî mekteplerde dâhil olmak üzere İttihadçı, mason gibi muzır cemiyet
mensuplarının bu okullardaki muallimleri anlayışlarını zerk etmiş oldukları
millet evlâdını fikren iğfal etme ihanetini sergilemişlerdi.
Asayişi teminle
vazifeli Osmanlı birlikleri anlayışın yukarıda izaha çalıştığımız istikametde
gelişmiş olması münasebe-tiyie üzerine aldıkları işi başaramadılar hâttâ daha
sonra da, bizatihi İttihatçıların askerî kanadını teşkil eden nice genç
zâ-bitde kendileri asayişi bozanlar olarak görülmeye başlandı. [Nitekim;
Yüzbaşı Resneli Niyazi Bey İle Enver, Eyüb Sabri gibilerinin hem de yanında
askerlerinin bir kısmıda olduğu halde dağa çıkıp oradan, Osmanlı Saray
telgrafanesine itaat yerine, tehdit ültimatomları göndermedilermi? Bu organize
hareket masonların arzu ve hedefi istikametinde inkişaf ederken, artık
devreye ecnebi devletler sefirlerinin ülkelerinden Osmanlı meşrutiyeti yeniden
uygulamaya başlasın babında-ki talimatlar yağmaya başladı.
Avlonyalı Ferid
Paşa'nın Arnavut olması, padişahında bu mensubiyeti göz önüne alması ve
kendisine altı yıla yakın makamı sadaretde hizmet vermesini Arnavut ileri
gelenleri nin takdir etmeleri ile devlete bağlılık hisleriyle meşbû olurlarken,
İttihatçılarla birlik olanları ise kralı ve bayrağı ayrı olan bir Arnavutluk
gayesi gütmekteydi.
Balkanların mühim
şehirlerinden; Selanik, Manastır, Serez, Filibe ve Yanya gibi yerlerde asayiş
maalesef maslub olmuştu. 8/temmuz/1908'de Arnavut Şemsi Paşa; genç bir teğmen
olan Atıf (Kamçıl-İamir suikasdı davasında idam olundu) efendi tarafından
postaneden çıkarken atılan beş el atışla öldürüldü. Bu suikastında faili yakalanmadığı
gibi korunma ve gizlenme imkânı da bulabilmişti. İşin bir başka yönü ise; Şemsi
Paşa'nın öldü rülmesinden iki gün önce yâni 6/temmuz/1908 günü alaylı bir zabit
olan Resneli Niyazi Bey emrindeki bölük ile Resne'yi basmış, doğruca gitdiği
posta-neden: "kırksekiz sa at içinde meşrutiyet ilân olunmaz ise padişah
kendini tehlikede bilsin!" şeklinde telgraf çekmişti. Az sonra Niyazi
Beyin bu harekâtına katılan başka bir subay daha çıktı. Bu zat bilahire
hanedana damad olacak olan ve Abdülhamid'in vasiyeti olan, beni Sultan Fatih'in
türbesinin bir kenarına defnedin, arzusunun yerine getirilmesini engelleyen
kişi Enver Bey'dir.
2.Abdülhamid hân
hz.lerine pek bağlı olan ve mertliği ile tanınmış Arnavut Şemsi Paşanın son
hizmeti; Rumeli ordusunda bulunan, genç subayların, İttihad ü Terakki Gizli
cemiyetine âzalıklarını, efendisine telgrafla bildirdiği şu sözler olmuştu:
"Zât-ı şahanelerine şimdi hareketimi arz ediyorum. Asileri hayyen(diri)
veya meyyiten (ölü) olarak huzurunuza gönderileceğini temin ederim!" Ne
çâre ki padişahına hizmeti düstûr edinmiş koskoca bir Paşa, ecel şerbetini
evlâdım diye belki kaç defa hitab ettiği genç mülazımın attığı kurşunlarla
içmişdi. "Takdi r'ül azıziyl aliym!"
Yakub Kenan Mecefzâde
1967'de yayımladığı hatıratında, Bu Şemsî Paşa'nın yakın akrabası İsmail Mahir
Paşa'nın bir geceyansı hile ile evden çıkarılmış ve Divanyolu caddesinde
öldürüldüğünü yazar. İhtimâlki, Şemsi Paşa'nın katillerine ulaşmasını önlemek
maksadı na nihayet vermek için bu cinayet gerçekleştirilmiştir.
Gerek padişahı gerekse
sadnazamı bir ortak noktaya götüren yorum şu olmuştu. Mademaki Şemsi Paşa güpe
gündüz işlek bir caddede ve yaverlerinin ve muhafızlarının ortasında ve
gözleri önünde şehid ediliyor. Failde bu işi yaptıktan sonra sağ ve salim
olarak buradan nasıl sırra kadem basıyor? Bu sorunun cevabını her ikiside
mütalaa ettiklerinde aynı sonuca varacak kadar zekâya mâliktiler! Nitekim
sadrı-azam olsun, padişah olsun işin artık kontrolden çıktığının şuuruna
varmışlardı. Disiplin maslub olmuş yâni or tadan kalkmıştı. Ve de en mühimi
yapılan icraat himaye görmekteydi!. Çok geçmeden padişah ve halifesine bağlı
kimselerden olan bazı bölgenin sakinleri, gönderdikleri bilgiler de, suçlunun
ciddi bir aramaya tâbi tutulmadığını, takibatın ise asla ciddiye alınmadığını
bildirmişlerdi.
Ferid Paşa'nın şark
dünyasından gösterdiği bu misalden sonra, dünya siyasasının büyük ustası ve
düzenleyicisi İngiltere hakkında, padişahın düşüncelerini alıp siyasetini tanzimde
nazarı itibara alması icab ettiğinin şuuru içinde oldj-ğundan elde ettiği
malumatı, târihe şu sözlerle hediye ediyor: "Padişah söze ingilizler,
bütün müslümanların hâmisi rolünü takındıkları ve ellerindeki topraklarda bir
çok müslüman bulunduğu için, Osmanlı hanedanını ve halifeleri sevmezler. Bize
karşı takındıkları tavırlarında kendi menfaatlerinden başka bir şeyi
düşünmezler. Medeni insan dost ve düşmanı ayrı tutmamalı, ikisine de aynı
muameleyi yapmalı. Zira düşmanlarına açıkça husumet göstermek akıl kân
değildir. Dostlara da, fazla güvenmek ahmaklıktan ileri gitmez. Biz daima
İngiltere'nin dostu görüneceğiz fakat onun hislerini ve de siyasetini
bileceğiz!.." Dedikten sonra Almanlar hakkında da: "Bunlar asker
mijlet. Bunlardan bize fayda gelir" dermiş. Padişah, sadrıazam Ferid Paşa
ya! Ferid Paşa padişahın bu görüşlerinde samimi olduğunu bildiriyor.
Almanları; İngilizler Rus menfaatlerini Osmanlı üzerinden devşirmelerini
kısıtlama manivelası olarak gördüğünü ifade ediyor. Ferid Paşa; Rusya ile
münasebetleri sual ettiğinde padişahın ağzından şu malumatı alıyordu:
"Rusya büyük bir
komşumuzdur! Onunla pek büyükçe geniş hududlanmız vardır. Topraklarımızın kuzey
yönünde olanlarının emniyet içinde olabilmesi Rusya devleti ile aramızda
düşmanlık edip, etmemekle alakalıdır. Rusları, tahrik edip aleyhimize kararlar
almaya mecbur eylemeye ne lüzum vardır? Beni sokmayan yılan bin yaşasın sözü
padişahın çok söylediği tekerlemelerden olup, betahsis Rusya'ya dâir
konuşmalarda beyan ederlerdi." Dedikten sonra sadrıazam paşa şu enterasan
bilgiyi de naklediyor: "Çar'Iar Karadeniz sahilinde sayfiye şehri olan
Livadya'ya yaz aylarında geldiğinde, Sultan Hamid'de derhal bir heyet gönderir
ve hudud-lanmıza hoş geldiniz anlamında telakki olunacak hediyeler yollardı.
Çar'da bu nâzik davranış karşısında mukabeleten kürkler, ayakabılar ve atlar
hediye ederdi. Bütün bunları yaparken padişah; Avusturya ve Almanya'dan
getirtdiği büyük çaplı topları Rus hududumuzdaki mühim mevkilere yerleştirilmesini
emrederdi. Yüzüne bakan devlet adamlarına da İstersen sulh-u salah, hazır ol
cenge! Derdi.."
Padişah;
Avusturya-Macaristan imparatorluğu için sadrı-azamına şunları söyler, Fransa
ile alakalı görüşü beyandan sonra, Fransa ile çok uzun zamana dayanan bir dost
uğun kültürümüzde büyük tesiri olduğunun idraki içinde, kültür âlemimizin
Fransız kültür edebiyat ve san'atının hemen yanı-başinda olması gerekir.
Avusturya Macaristan'a gelince bunların emelleri bilhassa balkanlarda
Rusya'nın tam zıddınadır. Ziya Paşa'nın şu beyitİ bu iki ortağı pek güzel ifade
eder:
"Mestanelerin
biribirine arz-ı hulûsu/Çingânelerin şüpheli imânına benzer" Fakat bunlar
görünüşte birlikte hareket etmek zorundaysalar da istikbalde biribirileriyle
karşı karşıya harb edeceklerdir. Beyanında bulunan padişahın bu sözlerinin,
sadrıazam gerçekleştiğini göremeden vefat etdi amma
sözlerin sahibi
hz.Abdülhamid hân, kendi söylediklerinin yerine geldiğini görmüş idi.
Tarihler 1903'ü
gösterirken Karadeniz de bulunan Rus Donanmasının Amiral gemisi olan Potemkin
zırhlısında sosyalist eğilim taşıyanlar bir isyan başlatmıştı. Kızı! bayraklar
çekerek, bulunduğu limandan ayrılmış ve Karadeniz de kendi basma
dolaşmaktaydı. Padişah bu olaya da hemen muttali olmuş, sadnazamını saraya
celbettirmişti. Huzura gelen Av-lonyalı Ferid Paşa'ya: "Paşa hemen
Kavaklara gidiniz. Karadeniz (İstanbul) Boğazının tahkimatını bizzat
kontrolden geçiriniz. Olabilir ki bu asi gemi bizim limanlarımıza sığınmak
ister. Rusya ile aramızı açacak bir hadiseye meydan verebilir. Ben; Çar'lığa
karşı bu harekâtı iyi görmüyorum. Bu bir başlangiçdır. Bu Çarlığın sonunu bu
harekâtın devamı getirecektir. Emrini vermişti.
Ben (sadrıazam) artık
hergün Kavaklara gider gelir olduğumdan, Rusya elçisi bir görüşmemizde:
"Sadrıazam Paşa, sizin telâşınızı anlayamıyorum! İsyan eden gemi bizim
zırhlımız, isyancı asker bizim askerimiz,size ne oluyor?" Sorusu nu
yönelttiğinde de, ben: asker de sizin gemide sizin amma padişahımız bu harekâtı
yalnız sizin için değil, dünya içinde beğenmiyor cevabını vermiştim. Demekte..
Avlonyah M.Ferid
Paşa'nın sadaretde bulunduğu yıllar bu makamda yapılan değişikliğin 2. defa en
uzun zamana yayıldığı dönemdir. Devlet idâresinin çeşitli kademelerinde sakal
ağırtıp, dirsek çürütmüş bulunan Ferid Paşa, baş taraflarda belirttiğimiz gibi
padişahının mizacını kendince anlamış ve devletin zirvesinde karşılıklı
anlayışa dayanan, bilhassa ileriyi daima hesaba katan tedbirlere dayalı siyaset
tarzına önem vermiş, padişahla münasebetlerini ideal seviyede sürdürmüştür.
Bu hakikati aşağıya
alacağımız satırlarda pek net olarak görmek mümkün.31/mart vak'asından sonra ve
Selanik'teki Alatini köşkündeki sürgün günlerinin arkasından Dersaadet'e avdet
edip, Beylerbeyi sarayında menkubiyetinin geri kalan zamanını geçiren
2.Abdülhamid hân, "Ah! Ferid Paşa hakkın varmış! Bana her hususu
hatırlattın. Bense hiç birini dinlemedim. Ferid Paşa benim sadık
adamımdır" dediği yakınları tarafından âa çok defa dile getirilmiştir.
Ferid Paşa; padişahın hemen yakınında bulunanların kendisini bir çember içine
aldıklarını tesbit ettiğinden, Abdülhamid hân'a hatırlatmalar yapmayı vazife
bilmiştir. Padişahın hemen yukarıda Ah! ile başlayan beyanları bundan neşet
etmektedir. Sultan Hamid kendine Saray'da akıllı, zekî ve işibilir adam istihdam
etmek istemekle beraber bu saydığımız vasıfların üzerinde bir vasfa ihtiyaç
duyar ve bunu tercih ederdi ki bu vasfı mümeyyiz sadakat idi. Sadakat kadar
önemli vasıf dünyada çok rastlanır hususattan değildir. Abdülhamid hân; bu
vasfı kendine 6 yıla yakın 2. adam olarak hizmet veren Ferid Paşa'ya izafe
etmiş oluyordu, sadık adamım demekle!
Ittihad ü Terakki
Partisinin ilk kuruluşu aynı zamanda ülkemizde siyasi parti olarak ilk kurulan
parti olması hasebiyle 1890'da Harbiye ve Tıbbıye-i askeriye talebeleri
tarafından kurulmuştur. Bu cemiyetin varlığı bir haber sonunda 1897'de,
teşkilât-ı mahsusaya ulaştığından, yapılan operasyonla teşkilâtın bazı
mensupları ele geçerken, kimileri de Pâ ris'e kapağı attılar. Burada cemiyet
faaliyetlerini devam ettirdi. Sultan Abdülhamid hân'in serhafiyesi Ahmed
Celâleddin Paşa, çıkmış olduğu avrupa yolculuğunda, yine padişah talimatıyla
buralarda anti Abdüihamid'çi tutumlarıyla faaliyette bulunanları temin ettiği
dertleşme ve bulundukları hâle teşhis koyma seanslarıyla bir çoğunu iknâya
muvaffak olduğu görüldü. Bunlara padişahın tekeffül ettiği görevlerin vaadi
ikna hususunda çok işe yaradı. Tabiiki bu vaad ve tekliflere kapalı kalanlarda
oldu. Bunların başında Ahmed Rıza Bey geldi. Bu zâta bağlı kalan bir kaç kişi
de Pâris'de başlattıkları rejim muhalefetiyle İttihad ü Terakki cemiyetinin
ortadan kalkmasını önledikleri gibi adetâ yeniden bir doğuşu sağladılar dense
yeridir. Bu Ahmed Rıza Bey'in babası da, 1876 meşrutiyet meclisinin ayanından,
yâni senatörlerinden idi.
Bunlar olup biterken
Asaf rumuzlu şiirleriyle tanınmış güzel gazeller yazan Mahmud Celâleddin Paşa,
2. Mahmud dönemi kapdan-ı deryalarından Dâmad Müşir Halil Rıfat Paşanın
mahdumuydu. Hanedan üyeliği münasebetiyle çok genç yaşda vezir olmuş ve
nazırlık dahi yapmıştı. Ki bu paşa 1890'da hanımı Seniye Sultanhanımdan bile
habersiz olarak oğulları Selahaddin ve Lütfullah Bey'leri de yanma alarak,
Belçika'nın Brüksel şehrine firar etti. Burada JÖnTürk anlayışını devam
ettirdi. Kendisi öldükten sonra ademî merkeziyet ve şahsî teşebbüs nazariyesi
sahibi olarak bu misyonu, geleceğin meşhur Prens Sabahaddin Bey'i olarak
tanınacak olan oğlu devam ettirdi.
%
2. Abdülhamid Hân'ın
Yıldız Sarayında şifre kâtipliğinde bulunan Mehmec! Selahaddin Bey'in,
"Bildiklerim" adlı eserinden, İttihatçıların adişaha muhalefet
edeceğiz diye naşı! beynelmilel bir teşkilâtın mihverine girdiklerini ortaya
koyduğu malumata bir atf-u nazar eyleyelim:
Harb-i umûmiden bir
iki sene önce İsviçre'nin "Bal?" şehrinde Mösyö Volkon'un
başkanlığında teşekkül edip, toplanan siyonist kongresinde ittihatçılarla
alakalı olmak hasebiyle çok önemli olan açılış nutkunda yer alan bazı maddelerini
tercüme ederek sayfamızı süslüyoruz ki, bizim batı klüp maceramız daha
1890'larda bir rota çizip yürürken, hangi niyet ve düşüncelerin peşine
takıldığımızı aşağıdaki ifadeler gözlerimize ve izanımıza gör işte,
beynelmilelcilik ve küreselleşmeyi hangi zihniyetin uzun zaman önce tezgâhın
kurulduğunu öğrenelim dedirtecek ifşaat.
Rusya'da ki museviler
hakkında reva görülen mezalim ve haksız zülumlar günden güne daha tahammül
edilmez raddeye gelmektedir. Romanya hükümeti ülkesindeki musevi-lerin ıslah
ve ahvali hakkında bazı ankâm-ı muahedata rağmen kendi arazisindeki musevileri
bütün hukuk-u siyasiye ve medeniyelerinden mahrum bırakır. Başka ülkelerin bazıların
da musevilere karşı, doğru sayılmaz batıl fikirler gösteriliyor. Gün geliyor,
en ehemmiyetsiz bir hadise münasebetiyle musevilere karşı hakiki bir nefret
gösterildiği gözleniyor. Yegâne ümidimiz Türkiye'dedir.(î) Bir gün olup da ahvalimizde
bir iyileşme eseri görülürse bunun Türkiye saye-_ sinde(!) olacağına şüphe yoktur.
Senelerin inkilâbat-ı siyasesiyesi üzerine diğer ülkelerdeki gibi din
kardeşlerimiz öteki ,. Kavimlerin hâiz oldukları hukük-u menafiin aynına mazhar
olmuşlardır. Musevilere Türkiye de verilmiş hukuk eşitliğinin ciddiyetinden
emin olmak lâzım gelir. Zâten ötedenberi museviler hakkın da iyi niyetli
davranmışlardır. Her yerde bize nazar-ı istihkar ile bakıldığı ve hak kımızda
çeşitli ve haksız zülumlar reva görüldüğü halde, geçmişde Türkiye İspan ya'-dan
tard olunan museviler için sığınacak bir yer olmuştu. Museviler; o zaman
Türkiye'nin misafirperverliğine nasıl gü-venmişlerse şimdi de öyle
güveniyorlar. Vakıa Türkiye de si-yonizm aleyhinde bir cereyan-ı efkâr peyda
olmuştur. Tek tük kişilerden bazılarının cahil bedhahlığı neticesinden olan bu
hareket ve cereyan uzun müddet süremez. Zira bu cereyan bir takım muhakemâtı
bâtıla, doğru olmayan istihbarattan doğmuştur. Bizim en çok teessüf ve
teessürümüze mucib olan şey; bizim gibi musevi olan bazı kişilerin, efkâr-ı
umûmiyeyi bizim aleyhimize çevirmeye yardım etmeleridir. Bu gibiler bu
hareketleriyle bütün musevilerin refah ve saadetini duçar-ı tehlike
ettiklerini hiç düşünmüyorlar. Mamafih bir gün gelecek ki hakikat meydana
çıkacak ve o zaman "siyonizm" hareketinin gerek museviler ve gerek
Osmanlı devleti için büyük bir ni'met(!) olduğu anlaşılacakdir. Osmanlı
memleketleri iktisat nokta-i nazarından asırlarca ihmal edilmiştir. Türkiye bu
gün her zamandan fazla dışarıdan gelecek ve faydalı bir unsur(!) teşkil edecek
muhacirlere muhtaçdır. Türkiye için, melcesiz museviler kadar sadık(!) fai deli
muhacirler bulunamaz. Türkiye'nin anayasası bizim emniyet-i şahsiyemiz(î) için
bir zaman-ı kefalettir.
Osmanlı devletinin
topraklarının tamamlayıcı bölümünden olan Filistin topraklarında sığınacak bir
yer tedâriki-ne(!) hedeflenmiş düşünce gereği kendi mukad deratımızı
Türkiye'ninkine rapt etmiş bulunuyoruz. Göya (Filistin toprağını) devlet-i
Osmaniye'nin cisminden koparmağa ve müstakil bir musevi devleti kurmaya
çalıştığımızı iddia edenler bunu ya kara bir cehalet(!) veya büyük bir
hİ-yanet(!) sâikasıyla söylüyorlar. Güya bütün mesâi ve teşeb-büsatimız(!)
müstakil bir musevi hükümetinin teşkiline dönük ve masruf(!) bulunduğu
hakkındaki masallara halkı inandırmak için doktor Herçil (gazeteci Dr.Teodor
Herzl) tarafından kaleme alınan "Hükümet-i Museviye" nâmındaki eser
öne sürülüyor. Bahse konu eserde bast-ı temhid edilen nazariyat ve mütalaat
bizim hatt-ı hareketimize esas olmak üzere gösteriliyor. Halbuki bu muhakeme-i
akliye(!) yukarıdaki iddiaların bâtıl olduğunun en sarih delilidir.
Herçel;
"Hükümet-i Museviye" unvanlı eserini yazdığı zaman siyonizmin henüz
ne olduğunu bilmiyordu.(!) Dr. Herçel, meselesini dünyanın lalettayin bir
köşesinde bir hükümet-i museviye vücuda getirmek suretiyle, hâl etmek fikrindeydi.
Mamaafih; Herçel, Siyonistler ile münasebete giriş-dikten ve hareketimizin
mahiyetini(î) lâyıkıyla anladıktan sonra müstakil bir hükümet (sevgili
okurlarım burada biz metne bağlı kalma gayreti içinde hükümet yazıyoruz. Aslında
sizlerin bunu devlet olarak mü-talaa etmesini hatırlatmaya cü'ret
ediyorum.M.H)-i museviye teşkili meselesini bir daha ağıza almadı.(!)
Programımızda emellerimizi, ümidleri-mizi, maksadımızı kısa ca izah eyledik.
Siyonizm, arz-ı
Filistinde museviler için hukuk-u umumi-yenin taht-ı temininde olacak bir
melceyi tedarikine matuf bir hareketdir. Dikkat edilsin, bir hükümet-i
museviyeden değil, ancak ecdadımızın vatanında bir melce teşekkülünden^) bahs
ediyoruz. Öyle bir melce ki, orada musevi sıfatıyla yaşayabileceğimiz hiçbir
mu amele-i itisafkâraneye maruz kalmaksızın evsaf ve hasail-i milliyemizi
muhafaza edebileceğiz.
Biz, yeni ve hür
Türkiyede(!) emniyet-i şahsiye ve milliye-mizin meşrutasında(î) görüyoruz.
Mamaafih; bizim, hükümet-i Osmaniye'den taleb etmeye mecbur olduğumuz bir şeyi
varsa o da musevilerin bilâ kayd ü şart tâbiyyet-i Os-rnani'yeYe dâ hil
olmalarına imkân bırakılması ve kendilerinin, bilâ mânia(!) musevi milletinin
adâb ve âdetine göre yaşayabilmeleridir. Bizim gaye-i âmalimiz(!) mâmur ve
kudretli bir devlet-i Osmaniye içinde müreffeh bir millet-i museviye hâlinde
demgü-zar olmaktır.
Siyonist kongresi
reisi mösyö Volkon'un bu nutku çok dikkatle mütalaa olunursa, Siyonistlerin
kimler olduğu ve siyo-nistlik ne demek ve ne maksad için te'sis ve teşekül
ettiği tezahür eder. Mösyö Volkon'un nutkunda: <yegâne ümidimiz Türkiye
sayesinde olacağına şüphe yokdur.> demekte.
Şu cümlelerle demek
istiyor ki; Türkiye hükümeti bizim olmamızdır. Plânımız mucibin ce onu alt-üst
ettikmi bizde bir iyileşme eseri görülüyor, yâni arzu ettiğiniz yahudi hükümeti
olur, bu da ancak Türkiye sayesinde olacaktır demek İttihad ü Terakki cemiyeti
hükümeti sayesinde demektir. Mösyö Vol-kon diyorki: <Türkiye'de musevilere
tanınan hakkı hukukun, ciddiyetinden emin olmak lâzım gelir> Bu tabiidir.
Memleketimiz zâten kendi ellerinde olduğundan, istedikleri gibi hukuklarını
tanzim ve temin ettiler.
Yine mösyö Volkon
diyorlar ki; oiyonizm hareketinin gerek museviler gerekse devlet-i Osmaniye
için büyük bir niğ-met olduğu anlaşılacakdır> İşte bu cümle en ziyade
nazar-ı dikkati çekmesi gerekendir. Zira mösyö Volkon, biz yahudiler yâni
Siyonistler Almanya' yi elde ettik. Türkiye'yi ele onunla ittifak ettirdik ve
Almanya'yı harb-ı umûmî için hazırlamaktayız. Bir harb-i umûmî zuhurunda
Türkiye'ye vaad ettiğimiz ve onunla ahalisi-ni iğfal ettirdiğiniz (Turan)
yapılırsa, Türkler için bir nimet olur bize de vaad edilen Arz-ı Filistin
verilir. Yahudilerde bu niğmetten müstefid olur. İtikadında olduğundan bu
cümleyi dermiyan ediyoruz. Bununlada dediğimiz gibi Almanya hükümeti ile
ittihad ü terakki cemiyeti siyonistie-rin emellerine ve emirlerine amade birer
âlet olduğu anlaşılıyor.
Bir de kongre reisi
mösyö Volkon'un: <yeni ve hür Türki-yede, emniyet~i şahsiyyemizin ve
milliyemizin kefil ve kefaletini Türkiyenin müessesat-i meşrutisinde
görüyoruz> demekte. Zira on senedir Türkiye hükümeti demek Siyonistler
demektir. Buna hiçde şüphe miz yok. Meşruti müessese tâbiriylede ittihad ü
terakki cemiyetini imâ eden mösyö Volkon'a biz de sual edelim ki; yeni ve hür
dediği on senelik cemiyet-i ittihadiyeyi ve Siyonist hükümeti olmadan evvel,
acaba eski Türkiye, yahudiler hakkında mezalim ittisafatında bulundu mu?
Yoksa inkılabdan beri
kendilerinin terbiye ettiklerinden olan reisler mütegallibesinin cemiyeti
ittihad ü terakkinin, yaptığı cinayetler ve zülumlardan yüzbinde birini
yaptitni? Eski Türkiye; ittihad ü terakkinin, hristiyanlar hakkında reva
gördüğü davranışlardan birini yapmak veya mâbed ve mez-heb-i diniyeleriyle
musevilerinkine tariz ve müdehale ettim i? Yalnız; eski Türkiyenin kabahati,
Siyonistlere bende olmadığı ve "Arz-ı Filistinli onlara vermeği vaad
eylemediği değilmi-dir?
Bu meseleye uzun
uzadıya temas ve tetkıyke şu eser mü-said olmadığından sözü uzatmadan, vakit
israfına lüzum görmüyorum. Sayfalarımıza aldığımız nutkun bazı bölümlerinin
tercümesini ve bu hususdaki beyan olunan görüşü İstanbul'da yayımlanan
"Beyan-ül Hak" ceridesinin, Trabzon'daki "İkbâl"
gazetesinden nakille yazdığı makale ve beyan-ı mütalaası, okuyucularımızın
düşünce dünyasında aydınlanmağa kifayet eder.
"Trabzonda
yayımlanmakta olan İkbal Gazetesinden İktibastır"
Evet. Bu yeni düşman
bundan yirmi asır evvel, Osmanlı imparatorluğunun Arz-ı Filistin Nâmiyla yâd
olunan bir kıtai kıymetdârandan (topraklarından) hicrete mecbur olmuş
İbranilerin ahfadı olan bu günkü musevilerin müfrit düşünce sahiplerinden,
Siyonistler adını taşıyan kitledir. Fikirlerini yaymaları siyonizm adı ile
yapılmaktadır. Bu yeni yahudilerde, ecdadının Ben-i İsrail topraklarında
ganude-i türab-ı âdemi olan hatırat-i mâziyesini ihya etmek ve araziy-i mukaddese
de, yeni bir devlet-i mütemeddine-i İsrailîyeyi teşkil ve te'sis etmek ve
nihayet bütün bütün dünyadaki musevi-leri, arz-ı mev'udun kızgın çöllerinde,
münbit vâdile rinde "Hz.Musa"nın mabud-u âzami ile olan mülakatı ve
"Evamir-i Aşere"nin alındığı mahal olan füyuzatlı semânın kubbei
şaşaadan altında, diğer kavimlerin kahredici pençesinden, kurtararak berhayat-ı
istiklâl ile vâyedar bir ömür, huzur ve sükûn ile yaşatmak ve bu amâl-i azîmle
bu gün yaşıyorlar. Dünyanın dört bir yanına saçılmış, mevcudiyet-i
siyasiyye-sini kaybetmiş bir millet-i kadime için bu emel tabii haldendir.
Fakat; vatanın her köşesini ne şekilde olursa olsun, istilâcı kuvvetlere karşı
müdafaa etmek de tabiatıyla mâkul ve meşrudur.
Binaenaleyh;
Siyonistlerin bütün bu emel uğrundaki te-şebbüsatını, adım adım tâkib etmek ve
ona göre memleke-temizde engel olucu tedbirler alalım. Hükümetimizin, daha doğrusu
milletimizin en mühim vâzifei vatanperverânesidir. Bu günkü düşmanın memleketimizi
fethetmek hususundaki amal ve hareketini imâni bir nazarla tetkıyk edersek hiç
şüphe yokki garib bir fikr-i istilânın karşısında bulunuruz. ..Sahai arzda
neşvünema bulan insan neslinin vakit vakit aileler ve kabileler, devletler
kurma hususundaki geçirdiği şekil ne maziye nede günümüze asla benzerliği
olmadığını görürüz. Çoğunlukla harp ve darp ile gasb, yağma ve tagallüple
kurulmuş olan devletlerin, velhasıl mahsul-ü tahakküm ve zülüm olan
devletlerin tekâmül menkıbeleri münasebetleri olamayacağını görürüz. İşte bu
gün kü devleti melhuzenin gelecekdeki varlığı da 20. asrın, bedî-i harikuladesi
gibi yeni bir bedia-i medeniyet, yeni bir numûnei galibiyet olarak, bu asr'ın
ve belki de gelecek asırların bir vaka-i Önemsizi telakki edilecek bir tarzda
hayat bulmak istiyor. Devlet ve milletimizin kudret-i ictimaiyyesi ve
siyasiyyesin-den temenni edelim ki vatanımızın bu kıymetli uzvu şimdi ve
gelecekte, üzerinde böyle bir hâ dise-i harikulade ile imtiyaz alamasm. Arz-i
Filistin ile civarında, Suriye topraklarında, BeriyetüşŞam'dâ ve nihayet
Irak-ı Arab'da, bütün o havali-i kadime-i İsrailiye de geniş arazi satılması,
musevİ muhacirleri iskân etmek ve bu yolla mübarek yerde, gelecekte
istiklâlini elde edecek, İbraniler kavi bir mevcudiyeti canlandırıp, zaman
zaman ihtilâl teşebbüsleri ve de isyanlar ile muhtariyete veya mümtaziyete nail
olarak velhasıl dev-let-i Osmaniyeyi maddi ve mânevi yönden zayıf düşürerek,
onun enkazı üzerinde yeni bir uzviyet-i siyasiye kurmak suretiyle vârisi
ebedisi olmak siyaseti Siyonistlerin esas ül esas, hareketleridir. Bununla
beraber maksada varmak için takip olunan diğer yollar vardır; ki onları da
Siyonist lerce "Musevi Prensi" yâd edilen, Rusyalı Oşiken adlı
yahudinin"Program" unvanıyla yayımladığı eserinden öğreniyoruz.
Oşiken, bunları dört noktada topluyor:
1) Arz-ı Filistin de servet ve marifet cihetiyle
galip gelmek.
2) Yahudilerin bütün kuvvetini ve sermayesini
tanzim edip yükseltmek
3)
Musevilerde milliyet hissini çoğaltıp,yaymak.
4) Maksadı temin için diplomasî yoluyla mesâi
sarfetmek.
Birinci yoldaki başarı
arazi satın almakdan ibarettir. 1839 senesine rastlayan 1255 hicri senesinde
ilân edilen tanzimat "Hatt-ı Hümayunu" ile memleketimiz de hukuk-u
medeniye ve sîyasiyye esasları konarak; müsavat ve hürriyet ikilisi, rüşeym
(cenin) hâlinde meydana çıkınca bundan cesaret bulan yahudiler, iki bin sene
evvel terk ettikleri Ku-düs-ü Şerif Sancağı havalisine hicrete başlamışlar ve
bu ana kadar yüzbin nüfusa baliğ olmuşlardır. Bunların ancak onbini Osmanlı tâbiyetinde
olanlardır. Roçild gibi ünlü yahu-di zenginin yardımları sayesinde, yüz bin
dönüm kadar arazi satın almışlardır. Osmanlı imparatorluğu gibi geniş arazisin
de, yüzmilyon nüfusu bile besleyebilen fakir ve medeniyete ihtiyacı olan bir
devletin muhacir kabulü, memleketin imân nokta-i nazarından caiz hâttâ şâyan-ı
makbulse de, vatanın bir parçasına yerleşip de, servet biriktirip kudret sahibi
olduktan sonra imtiyaz sahibi olma siyasetini güdüp, ica-bındada kıyam edecek
her hangi bir ferdi, kitle hâlindeki muhacirleri hudud-u hâkimiyetten bir adım
ileri geçirme-mekde daha çok elzem ve önemli bir vazifedir. Bu gün Rusya gibi
Siyonizm tehlikesine mâruz kalan bir devlet, yahudi-'erin esasen pek câhil ve
gafil olan moskof köylülerine karşı sahip oldukları üstün sosyal hayatlarını
kendi milletinin saadeti için bir felâket sayarak, onları cidden
uzaklaştırdığını düşünürsek, bizim Siyonistlerin öncüsü olarak telakki edilen
musevi muhacirlerin kabulü ile kendilerinin arazi almalarına razı gelmememiz
icâb ederken aksini yapmamız büyük hatalardan sayılır.
Rusya'dan musevilerin
uzaklaştırılması yeni bir hadise olmadığı gibi bizde istimalin siyasetide yeni
işletilmiş değildir. Komşumuzdaki bu teyakkuz ve şiddete mukabil bizde kötülüğü
affedici merhamet ve gaflet ne kadar üzücüdür. Mâma-afih geçmişte bu merhamet
ve gaflet son zamanlarda "âmal-i şahsiye" endişesine münkalip
olduğuna ve bunun daha ziyade felâkete sebeb olacağına şüphe yoktur. Hâttâ
gizli ellerin bu temayülat-i milliyetperveranelerine inzimam eden ihtirasları
devam ederse kısa zamanda Osmanlıların başına bir Siyonizm gailesi çıkacağından
bihakkın endişe edilmelidir.
Siyonistlik hakkındaki
şu ifadeler evvel ve âhir Beyan ü! Hakk'ın takıyb etdiği esasları iyice
andırıyor. Allah korusun siyonistliğin Filistin topraklarını girmesi İttihatçı
siyasi cemiyetin yardımcısı olan farmasonlukla girdiğini bir çok delil
açıklıyor ki memleketimizde Siyonizm tehlikesi bizi nasıl düşündürüyorsa,
farmasonluk da o tehlikenin aşağısında değildir. Hâttâ doğru olduğuna göre
Filistin topraklarında toplanan Siyonistlerin farmasonluk usûlüne uygun bir
mahkemenin bulunduğu ve bu mahkemenin hükümlerine cümlesi-ninde boyun eğdiği
söyleniyor ki, bu da bütün hukuk kâidelerinin üzerinde bir harekettir.
Siyonistlik ile Farmasonluğu inkâr edenlerin kulağı çınlasın.
(Beyan ül
Hakk-26/k.evveI/1327)
İslamcı bir yayın
politikası olan Beyan ül Hakk gazetesinin yukarıdaki görüşleri hakikati pek
güzel ortaya sermektedir. Siyonizm İle farmasonluğun ayrı ayrı hususlar olmayıp
birbirinin mütemmimi olduğundan bu hususda uzun uzun münakaşa kapısı açmayıb
bir kaç sözle iktifa edeceğim. Farmasonluk ile siyonistlik ve bunlar gibi
cemiyetlerin kurulması birer gizli maksadlarının gerçekleşmesi içindir. En eski
ve insanları aldatıcı cemiyetlerin başında farmasonluk geiir. Farmasonluk
(mason) duvar yapıcısı mânasına gelir.
İşte farmason
kardeşlerin, kurup teşekkül ettirdikleri farmason localarının maksadları güya
biribirilerine yardım etmek ve insanlığa hizmet vermek içinmiş. Mukaddes
kitapların dördünden hiç biri birbibirinize yardım etmeyeceksiniz, demiyor.
İnsanlar kardeş değildir demiyor. Demek oluyor ki İlâhi emir ve irâde kâinatta
mevcudinsanların kardeş ve biri-birlerine yardımla mükellefdirler diyerek
ayrıca vazifelendirmiş oluyor.
Bu bakımdan dört
kitabdan birine bağlanmış olan insanoğlunun bu mason localarıma girmesine
lüzum yoktur. Madem ki Cenâb-ı Hakk hz.lerİ: bizlere biribirİmize yardımı emr
ettiğine göre insanlara yardımcı olmak Allanın emrine uymak vâzifemizdir. Ne
var ki insanoğlu Cenab-ı Allah'ın bu emrine uymak yerine, şunun bunun yazmış
olduğu programa uygun olarak hareket ediyor. Bu teşhisi dikkatle yorumlamak
gerekir. Bu cemiyetin insanlara yardım için kurulmuş olmayıp, gizli ve özel bir
maksada dayanarak kurulduğu görülür. Bu yüzden de insanlar bir şeyin ne
olduğunu iyice öğrenmeden dış görüntüsüne aldanmamak için tetkiklerini güzelce
yapmalı, böyle yapmadan ne bir cemiyete nede bir fırkaya katılmamalıdır.
Hakikat bizim için
meçhul İse de, Öğrendiğimiz kadarı ile farmasonluğu icad edenlerde dünyayı
kandırıp, bütün dinleri ortadan kaldırarak dünya'yı ele geçirmek varmak istedik
leri maksada ulaşmak, menfaat temin etmek istiyenlerdir ki daha sonra ortaya
çıkan cemiyetlerde onlardan hayat bulmuş ve dünyayı bu günkü hâle
getirmişlerdir. Masonluk; elde ettiğimiz bilgilere göre her ülkedeki terbiye
ve seviyei sosyalite-sine göre belirlenir. Bizimkilerin bir istibdad zemini
üzerinde faaliyet gösterdiklerine bakarsak, meşrutiyeti elde ettikleri güne
kadar yapmış oldukları faaliyetlerin içinde yer alan cinayetler de maksada
ulaşmak için vak'i olduğundan, makbul ve memduh kabul edilse bile inkılabın peşinden
medeni bir şekil almağa onları mecbur ederdi. Halbuki bildiğimiz bu reislerin,
her fazilete bir sürü günahlar işleyerek mukabeleyi adet edindiklerinden,
farmasonluğun kabul ettiği esaslara dahi aynı lâubalilikle İhanet etmekden
kendilerini alamamışlardır.
Şu ileri sürdüğüm
görüşlerin esasa pek uygun ve mutabık olduğu fikrini muhafaza ediyorum. Bu
görüşümdeki ısrarın takdirini müsbet ve menfi olarak telakkiyi okurlarıma
bırakıyorum.
Masonluk ve siyonistlikden dolayı ittihad
ü terakki cemİ-j yetinin kısa zaman
zarfında yaptığı kötülükler ve cinayetler dahi, bu ısrarla ileri sürdüğüm
görüşlerin isabetine yeterli delil teşkil eder. Siyonistlere bende olanT bizde
ki ittihatçı kardeşler, güya insaniyete muavenet ve yardım edecek olan bu cemiyetlerle,
koruyucuları olan Almanya imparatorundan aldıkları emirler üzerine ülkemizde
yapmadıkları kötülük ve cinayet kalmamış ve doğrusu kendilerinden olanlara,
mensub oldukları mason cemiyeti programı üzere muavenet ve yardım
etmişlerdir."
Görülüyorki; İttahad ü
Terakki gizli cemiyetinin inkişâfı, gizlilik kaidesine, yeminle işe sarılmaya,
beynelmilel ihanet kuruluşu mason ve siyonist talimatlara uygun olarak kurulması
ve yine bu talimatlar muvacehesinde hareketlerle başarı(!) gösterdiğini İleri
süren Mehmed Selahaddin Bey, bize söyleyecek bir şey bırakmayacak tarzda
meseleyi sergilemiş bulunuyor. İttihad ü Terakki cemiyetinin içindeki çekiş
meler ayrıca kadîmden beri birbirlerine rızay-ı ilâhiyeye önem vererek tartışan
insanlar, hased ve kıskançlık girdabı içine düşerek, birbirlerinin kuyusunu
kazmaktan, karalamaktan içtinab etmemişlerdir.
Nitekim; Mehmed
Selahaddin Bey bizlere şunları ulaştırıyor: "Ahmet Rıza Bey; onseneden
beri kendine rakip gördüğü yüksek şahsiyet sahiplerini, çeşitli müfterîyatia (iftira)
karalamakmakdan geri durmamış olduğu gibi kendiside ülkeye hiç bir fayda
sağlamaya muvaffak olamamıştı. Ahmed Rıza Bey'in uğruna feda edilen hamiyyet
sahibi vatansever insanların içinde pek kıymetli zevatın başında gelen Mizancı
Murad Beyefendinin, kadr ve kıymeti takdir olunup, cemiyetin başkanlığında
tutulsa idi ,plke ve devlet büyük istifadeler te'min eder ve cemiyet de de,
kişiler aklına gelen fenalıkları icra edemezdi. Ne çâreki; merhum Murad
beyefendi gibi ilim ve irfan sahibi olan hürriyyet seven:
"Bilinmez arifin
asrında asla kadr-i asan
Muhikkİ hâkle
sencidedir nakd hüner dâim"
Mazmununca hâlî
hayatlarında takdir olunamayip ebediy-yen kaybından sonra aramla gelmiş
olduğundan ötedenberi yetersiz ellerde kalan kulların işleri lâyıkiyle yürütüle
memiş memleket felâketden felâkete düşerek bu günkü hâle gelmiştir."
Demek suretiyle ittihatçılar hakkında onara yakın kimselerle bir arada bulunmuş
bilgilere nail olarak târihe açıklama borcunu ödemiş bir zat oluyor böylece
Abdülhamid hân'ın şifre kâtibi Mehmed Selahaddın Bey merhum. Bahse konu ettiği
Mizancı Murad Bey'in bahse konu gizli cemiyetin, gizli reisi olarak veya açığa
çıktıktan sonra legal başkanı olarak yüksek meziyetlere sahibliğini ileri
sürerek bu cemiyetin böyle milletimizi can ve mal kaygısına düşürecek oyunlara,
milletimizin târih sahnesinden yok olmasına sebeb olacak ahvale müsaade
eylemezdi demek suretiyle bu zat hakkında aşağıdaki satırlarda şu bilgileri
naklediyor: "Murad beyefendi zamanımızda eşi ve benzeri az görülmüş, yazar
ve ediplerden biriydi. Mizancı Murad Bey; senelerce umumî târih öğretmenliğinde
bulunduğu mekteb-i mülkiye de yetiştirdiği talebenin doğrulayacağı gibi gayet
hamiyyetli, vatansever nâdir bulunan kimselerdendir. Siyasetde; "üstaz-ı
Millet" lâkabına hakkıyla vâsıî olmuştu. Bu zat son derece ahlâklı, nâzik
ve merhametli bir şahsiyetti. Vasıflarım saymak; Murad Bey'in ne kadar muhterem
olduğunu ortaya koymak bakımından isabetlidir. Mizancı Mehmed Murad Bey'in
kıymetli eserlerinin bazıları şunlardır: <Taharri-i İstikbâl (Geleceği
Aramak), Muhtasar ve Mufassal Târih-i Umûmî, Nesl-i Cedid, Mücahe-de-i Milliye,
Târih-i Ebu'i Faruk, Hürriyet Vadisinde Bir Pen-çei Istibdad> vesairedir.
Heiede <Tatlı Emeller ve Acı Hakikatlere eseri cidden nâmını methettirecek
eserdendir."
Murad Bey hakkında öz
bir biigi sunan Mehmed Selahad-din Bey, Ahmed Rıza Bey hakkında da bir miktar
malumat aktarmakla bizlere ikisi arasında bir mukayese imkânı sunuyor:
"Merhum Murad Beyefendi gibi muktedir zevatın ve va-tanperveranın
hayatlarını ifna eden ve şehid edilmelerine se-beb olan Ahmet Rıza Beyefendi
.hakkındada bir miktar malumat vermeği münasip sayarım.Ahmet Rıza Bey, Osmanlı
yazarlarından ve cemi yetinde ilk azalarından Dr. Şerafeddin Mağmumi
Beyefendinin "Hakikat-ı Hâl" adlı eserinde yazılı olduğu gibi,
İngiliz Ali Bey denmekle tanınmış bir zatın oğludur. Ahmet Rıza Bey'in tahsil
derecesine gelince annesi Nemçe (Avusturya)li bir kadın olup, onun terbiyesi
altında büyümüş ve annesinden terbiye-i Osmaniye alamadığı gibi, vatanına vede
milletine karşı bir muhabbet bağlılığı hisset meye yarayacak dersler
alamamıştır. Avrupa mekteplerinde de yedi-sekiz sene kadar bulunmuştur.
Pâris'de ziraat ilimleri tahsil eden Ahmet Rıza bey, bir müddet Bursa idadisi
ve ziraat mektebi öğretmenliği ve müdürlüğü görevinde bulunmuştu. Meşrutiyet
ve hürriyet sever kimselerden olan A.Rıza Bey Bursa'da kaldığı dönemde orada
yayımlanmakta olan edebî dergilerden "Fevaid" ve "Nilüfer"
adlı olanlara gerek nesir gerekse nazım olmak üzere makale ve manzumeler yazıp
neş rine teşebbüse geçerdi. Resmî ve dini bayramlarda Sultan 2. Abdülhamid
hân'ın medhini yapan manzumeler yazardı. Ancak yazdığı bu manzumelerden
menfaat temin edemeyen A.Rıza Bey, Paris'e geçip oralardan buraya yazı yazma
hususuna karar verir. Çok kısa zaman sonunda Bursa'yı ter-Gederek, Paris'e
savuşur. Tabii Paris'e gidişini ilmini ve tahsilini arttırmak bahanesini ileri
sürermiş. Halbuki "Hakikat-i Hâl" risalesinden aynen naklini uygun
gördüğümüz aşağıdaki beyanatta: <Pâris'de yaşadığı müddetçe, ne tahsili
yaptı-9" herkesçe meçhul ve ilmî ziraat öğrenmiş bulunduğu kenelerinin
söyledi ği bir şeydir. Kendisi hiç bir ilmin hiç bir şubesinin ve fünununun
vâkıfı değildir. Ayrıca malumatfuruşluk derecesinde genel malumatdan da
mahrumdur. Riyaziye ve ulûm-u tabiyyenin de kayikine değil, başlangıcına dâir
bir sohbet açılsa, çok büyük bir cehalet sergiler. Osmanlı topraklarının
tarihi ve coğrafi durumu hakkın da, işlerin yapılması hususu hiç aklından
geçmemiştir. Türkçeyi herkes kadar yazar ve okur. Almancayı biraz anlar.
Pederlerinin lakabının lisanı olan ingilizceden bir tek kelime bile bilmez.
Fransızcasi da, ikameti kadar çok değildir. Yazılarını başkasının tashihinden
geçirmeden baskıya vermez. Pâris'de A.Rıza bey'in üzerinde kalan, pozitivizm
felsefesidir. Ömrünü atalet ve tenbellik içinde geçirenler gibi zavallı Ahmet
Rıza Bey'de bilemedi ki anlamadığı pozitivist salonlarında sakal uzatmış
beyhude Ömür geçirmiştir. Bilemediği, anlamadığı diyorum; çünkü felsefe,
zübdei ulûm (ilmin Özeti) ve hülasai fünûn (fenni özet) demek olup, ilimde ve
fenlerde bilgi sahibi olanların meşgul ve istifade edeceği hikmet dersleridir.
Yoksa başlangıcını bilemeyecek kadar ilmî sermayesi olmayan züğürtlükle,
felsefe anlaşılmaz. Bir muarn-ma, karışık bir düstur, içinden çıkılmaz bir
bataktır. Rıza Beyefendi tahsil derecelerini ve iktidarını göstermiş olduğundan
daha fazla bir şey söylemeğe lüzum yoktur. İttihat ve terakki cemiyetinin
medeni ulemasından olan Ahmet Rıza Efendi bu derece cahil olduğunu meclis-i mebusan
başkanlığı ve azalığı esnasında da isbat etti. Ahmet Rıza Bey'de var olan bir
meziyet, kibir ve gurur ile kin vede garazdır. Yukarıda izah edildiği gibi
İstanbul'da hürriyet taraftarları tarafından kurulan ittihat ve terakki
cemiyeti başlan-gıçda zulümlere son vermek, Osmanlı kavmi necibinin muhtaç ve
müstahak olduğu hürriyet ve adaleti taleb ve devlet ile ahali arasında
kesintilere maruz kalan muhabbet ve rabıtayı yenilemek vede kuvvetlendirmeye
çalışmaktı. Vatanperverane, hamiyyetkârane olmak üzere millet işlerini
birleşerek ve gayretle yerine getirmeye davet idi. O zaman bu niyetlerle
kurulan cemiyete, namuslu kimselerin ve iktidar sahiplerinin bir çoğu
katıldığı gibi şahsından ve nefsinden başka bir düşüncesi olmayan, devlet ve
milletine karşı muhabbet hisleri beslemeyen bazı habis hâinler, vatanseverlik
ve maskesi altında bu cemiyete tabiatıyla girmişlerdi. İşte erbab-ı vicdan ve
haysiyyetliler yanına kendilerini katarak ve böylece muvaffak olan bu hâin
habisler âleme kendilerini vatanperver göstermeye başlamışlardır. İşte bu Ahmet
Rıza Beyde kendini bu kisvede gösterenler arasında ittihat ve terakki
cemiyetine girenlerden biridir. Genç münte-sipler, bu gurur abidesi Ahmet Rıza
Beyi yükseK makamlara çıkardılar. Ancak bir müddet sonra da ne mal olduğunu
anladılar. Fakat bu seferde düşmanlarını sevindirmemek için uzun müddet Rıza
Bey'in kötü davranışlarını Örtmek gayretinden geri durmadılar. Ahmet Rıza
Beyefendi hare-ket-i akliye ve cahiliyesiyle, her geçen gün kötülüklerini
zi-yadeleştirmiş, şiddetlendirmiş, avrupadaki cemiyetin bağlısı ferdlere reva
gördüğü hakaretler ve çevirdiği dolaplar ve mefsedet kalmamıştı. Cemiyetin
üyelerinin tamamını gü-cendirmişti. Merhum Murad Bey, bu adamın
değiştirilmesini sağlamak üzere vazifeli kılınmıştı. Ancak; bütün çalışmalar
vede gayretler boşa giderek* A.Rıza Beyde bir salâh görülmemişti. Bunun
üzerine cemiyet Ahmet Rıza Beyin son yaptığı kabahat ve cinayeti ortaya koymuş
ve cemiyetle alakasını kesebilmişdi. Cemiyetten uzaklaştırılıp, ihraç edilin
Ahmet Rıza Bey, süt dökmüş kediye dönerek cemiyetin kararını ne protesto
edebilmek nede masumluğunu ispat etmek için dava açmaya cesaret bulabildi.
Çünkü kendisi de kabahatinin farkında idi. Bunlar; bu noktaya geldikten sonra
artık ne Ahmet Rıza Bey ne de arkadaşları üfke üzerinde oynayacak başka
oyunları kalmadığından ses etmekten mahrum kalmayı seçip, bundan sonra olsun,
felâkete sürükledikleri memleketin üstünden ellerini çekmeleri icâb eder.
İttihat ve terakki cemiyetinin kuruluşu esnasında, Ahmet Rıza gibi kimseler
ile on seneden beri bu cemiyete katılan haydut çetesi azalarını andırır
kimseler bu cemiyette barınmaya imkân bulamasalardı belki bugün bahsekonu cemiyetten
hiç kimsenin şikâyeti olmazdı. İşin garib tarafı şu-rasidır, ki Ahmet Rıza
Beyde, bu kadar cahil ve ahmak olmasına rağmen on seneden bu tarafa iktidarın
içinde, hayatiyetini devam ettirmiştir. Buna akıl sır erdirmek güçse de
doğrusu bu şahsın talihi demek kabildir.> 1890'da İttihad ü Terakkiye vücud
veren Şerafeddin Mağmumi böyle bir mukayese ile kanaatini târihe aksettiriyor.
Yukarıda Avlonyalı
Mehmed Ferid Paşanın sadarete getirilmesinin ardından uzun süre bilme şansı
yakalandı istikrar hususunda. Ülke bir çok atılımlara, bir çok tesislerin yapılmasını
temine muvaffak oldu. Demiryolları ise haylice mesafe almış oldu.
Ne varki; beynelmilel
yahudi plân merkezi, 1897'deki Ba-zel şehrinde yaptığı meşhur siyoniztler
kongresinden sonra kürre-i arz'da bir destabilizasyon gidişatı başlattı. Her şeyi
birbirine karıştırtıyor, büyük devletler arasında meseleler ihdas ediyor,
petrol yataklarını ve boğazlan elinde tutan Osmanlı devleti, muhtemel bir
genel savaşda yıkılması gerececek hedefler arasında yer alıyordu. Bu arada 1897
Bazel Siyon kongresini toplamış olan ve burada kararlaştırdıkları 24 maddelik
protokolleriyle yüz yıllık bir plân tezekkür ettirip, bunu tatbike koyarken,
kapısını çalmaları gereken ilk ülke devleti âliye olduğunun şuurunda olarak
Emanuel Kara-so adlı İtalyan ve Osmanlı tebaalı, Selanikli meclisi
mebusa-nımızın üyelerinden bu yahudi, Teodor Herz'ii Sultan Ha-mid'in huzuruna
çıkartarak, görüştürdü. Osmanlı devletinin borçlarını tekeffül eden Herzl,
Sultan'dan Filistin'de iskân edilmeleri için yahudîlere toprak satılması ve yer
tahsis edilmesini istedi. Sultan Hamid bunun kabil olmayacağını ifade etti.
Böylecede, beynelmilel yahudi hareketi des~ tabilizas-yon, yâni mevcud yapıya
ve nizama anarşi, isyan, soygun, yürüyüş, miting, velhasıl insanları çeşitli
kamplara bölecek ne varsa ve biribirlerine düşman edecek hangi vasıtalar varsa
harekete geçirmek suretiyle ülkeye ve idareye zaaf getirmek böylece de yıkılış
veya yaşamak arasında muhayyer bırakma plânı başlatıldı.
Makedonya meselesiyle
ilgili bölümde, genç zabitlerimizin buradaki yerli hristiyan ahalinin
mücadelesine haklılık payı bulmaya koyulmuş olduğunu belirtmiştik, tşte
balkanların yine kaynamağa başladığı görüldü.
padişah-vçjJahd ve
vefa
Ferid Paşa'nın
sadareti esnasında husule gelen istikrar sayesinde ve padişahın dikkatli ve
ferasetli bir şekilde olanı biteni gözlemesi, milletler arası meselelerde
dengeye çok dikkat etmesi devam ederken, yahudi hareketinin yön değiştirdiğini
görüyor, fikri/fiayat açmış olduğu mekteplerde, ecne-''erden gelmiş
öğretmenlerle bir nev'i batı kültürünün münevverlerimizi sardığını görüyordu.
Fakat; bu arada Yahudi Filozof Durkhaymin ırk- çı görüşleri de, ancak
müslümanlar kardeştir, diyen dinimiz insanları arasında revaç bulmaya başladı.
Bu da yahudilerin yeni bir manevrasından ne'şet etmişti. Osmanlı devleti,
içinde otuza yakın ırk'ın bulunduğu bir halitaydı. Kimisi buna mozaik diyor,
kimileri de, ebru diyorsa da, adil Osmanlı idaresi asırlardır bu ırkları ve
diğer din mensuplarını inşa niyetin muhtaç olduğu şefkatiyle bir arada
yaşatmaya muvaffak olmuşken, ırkçı nazariyenin etrafı sarmaya başlaması,
balkanlarda, Kafkas'ya'da Ceziret'ül Arab'da bu görüşe meyyaliyet tehlike
çanlarını çalmağa başlamıştı. Günlerden bir gün Melingin idaresinde Yıldız
Sarayının bahçe düzenlemesini yaparken, bir bahçıvan yamağı da tarhları tanzim
etmektedir. Acele içinde olacak genç bir zabit, az önce bahçıvan yamağının
tanzim ettiği tarha basarak geçer. Şivesinden Arnavut olduğu anlaşılan yamak,
az önce düzelttiği tarhı geçen zabitin arkasından söylenir: <Bre aptal
Türk> şeklinde. O sırada köşkün balkonundan bu sözü işiten Sultan Hamid
yamağa şöyle seslenir: <işini yaptığın şahisda bir Türk'tür. Utan söylediğin
söz günahtir> mealinde ikazda bulunur. Onun için hiç kimse ırkçılığa
tevessül etmemesi lâzım geldiği gibi başkalarına da başka ırklarada
hakareteamiz beyanda bulunmamalı. Bunu temin edecek husus din-i islâ-mın emir
ve Peygamber! Zişân'ın tavsiyelerini yerine getirmekle olur bir de hangi
ırkdan olursak olalım, Türk milletini İslama bin yıldır kılıç ve kalkan
olduğunu göz önüne alarak bu milletede vefa gösterilmeli diye düşünüyorum.
Sultan Ha-mid'in pek önem vermiş bulunduğu sadakat ve vefa meziy-yetine sahip
Osman isimli bir mabeyncisi vardı. Şişli ilçesinin Osmanbey semtinin adı bu
zattan gelmektedir yine bu semtin â!a ve rânalığı her İstanbullunun malumudur.
İşte bu adın bu semte nasıl verilmişnin hikâyesini nakledelim: "Sultan
Hamid'in bir başmabeyncisi vardır ki iri yarı, doğru sözlü ve biraz da kaba
sabadır. Avrupa saraylarında bu işleri yapacak kişileri narin, nâzik ve güzel
söyleyenlerden seçerler. Hakan hz.leri de, evvelâ sadakati tercih eder. Diğer
durumlara fazla önem vermezlerdi. Sultan Hamid, her hafta daha sonra, halife
ve padişah olacak veliahdı olan kardeşi Mehmed Reşad Efendi ile yemek yerlerdi.
Başbaşa yemek yenip, kahveler içildikten sonra nazik padişah sarayın
iç-merdivenlerine kadar Reşad Efendiyi saray'm uğurlama nezaketini gösterirdi.
İşte bunlardan bir tanesinde veliahdı uğurlayan padişah, biraderinin gidişini
dalgın nazarlarla seyretmekteyken yukarıda bahsettiğimiz başmabeynci aşağıdan
yukarı merdivenleri çıkmaktadır. Mabeynci; veliahdın aşağı inmekde olduğunu
görünce hemen merdivenin sağına doğru çekilir. Ellerini göbeğinin önünde
kavuşturup büyük bir edeble veli ahdi selâmlar. Reşad Efendi hatır sorduğunda,
mabeynci: 'gece gündüz sağlığınıza dua etmekle meşgulüz' cevabını verir. Ne
çâre ki bu sözleri merdiven başında duran padişah duymuş ve çok kızıp geriye
dâireyi mahsusa-sina çekilirler. Başmabeynci merdivenleri çıkıp padişahın
odasına girip arz'da bulunacağı sırada padişahın asık suratıyla karşılaştığı
gibi ateş saçan gözlerle yüzüne bakarak şunları söylemesine maruz kalır: 'Ben
sarayda düşmanım olduğunu biliyordum. Fakat seni bunların arasında saymazdım.
Yazık git gözüm seni germesin' Der.
Başmabeynci şaşkın ve
tek kelime dahi söyleyemez. Bir hıçkırık ve durmadan akmaya başlayan
gözyaşları! Saray'dan çıktığı gibi evine gider ve odasına kapanır. Kimseyle
görüşmeyip ağlamaya devam eder. Bir ay sonra durumu öğrenen Sultan Hamid haber
gönderip vazifeye devam etmesini emreder. Başmabeynci veri- len emre derhal
uyar ve işe başlar. Çok geçmemiştir ki, Reşad Efendi yine mutad yemeğe
gelmiştir ve yemek sonrası hanesine dönmek üzere mahut merdivenleri inmeğe
başlamıştır. Padişah ise; her zaman olduğu gibi merdivenin başına kadar gelmiş
ve baş-mabeyncinin yine merdivenleri tırmanmakta olduğunu görmüş, hafifçe
kendini geri çeken padişah olacakları seyre hazırlanır. Başmabeynci merdivenin
ortasında akıbet veli-ahd ile karşılaşır. Fakat; bu sefer alelade biri yanından
geçiyormuş gibi ne selâm ne sabah yanından yürüyüp geçer. Veliahd; bu kabalığa
şaşar kalır.
Padişahın yanına gelen
mabeynciye Sultan Hamid; aferin bak şimdi oldu. Bir kişiye bir efendi yeter
diyerek memnuniyetini belirtir. Böylece sadakatin ve vefanın, kendince önemini
ortaya koyar. Bir müddet sonra Pangalti ile Şişli arasında bulunan geniş bir
araziyi mabeynciye hediye eder. Geniş arazinin bir köşesine ko nağını yaptıran
başmabeynci daha sonraları buralardan arazi parçaları satar. Yerleşim merkezi
hâline gelen semte Osmanbey adı verilir ki bu Os-manbey, Abdülhamid hân'm
mabeyncisi olan Osman Bey'-den başkası değildir."
İstanbul'umuzun pek
önemli iş merkezlerinin bulunduğu mutena bir yer olan Osmanbey; Cennetmekân Abdülhamid
hân'ın sadakatini mükafatlandırdığı Osman Bey'in adını taşımaktadır. Sultan
Abdülmecid'in, Teşvikiye semtini meskûn mahal kılmak için yaptığı teşvikata,
oğlu Abdülhamid'de bu mükafatlandırma vasıtasıyla iştirak etmiştir. Bizim bu
vefa meselesine temasımız asırlarca devlet-i âliyenin koruyuculuğu altında
imran ömreyleyen gayri müslimler ve farklı ırklara mensup müslümanlar Rus,
İngiliz, Fransız velhasıl dış düşman etkisinde kalarak ayrılıkçı düşünceye
düşerek nice <gajleler açarak insanımızı mahv eden olaylara sebeb olmaya
engel sadakatla, vefa ilaçdır demektir.
Bu çalışmalarımızda
istifade ettiğimiz kaynaklardan olan "Madalyon'un Tersi" adlı eserin,
43. sh.de Sadnazam Meh-med Ferid Paşa'nın oğlu Celâleddin Paşa, Paris'de Sultan
Hamid'in kızı Zekiye Sultanhammdan bizzat dinlediğini şöyle naklediyor:
"Manastır'da
patlayan tabancanın ortaya koyduğu feci-atın gecesinde babam, babanız Ferid
Paşa'yı saray'a davet edip, halvet var diyerek olanı biteni anlatmasını
istemiştir. Biz kafes arkasından konuşulanları dinliyorduk. Babamın (Sultan
Hamid'in), Ferid Paşa'ya ne varsa söyle, saklama dinlemeye hazırım demesinden
sonra, Ferid Paşa 1903 yılını takiben Rumeli'de çetelerin kurulmuş olduğunu
Bulgaristan ve Makedonya üzerinde çalışmalar yaptıklarını, çeşitli adlar
altında kurulmuş gizli cemiyetlerin azalarının dörtte üçünü küçük rütbeli
subayların teşkil ettiğini, vaziyetin vahim olduğunu nakilden sonra
gözlerinden akan yaşları silen pe deriniz (sadnazam Ferid Paşa), Padişahım!
maiyetinizde askerin sevmediği kimseler vardır. Onları feda ediniz! Nice büyük
kimseler etrafındakiler yüzünden felakete maruz kalmışlardır. Bu ülkenin
târihimde son sözü daima asker söylemiştir." Diye nakleden Zekiye Sultan
muhavereyi nakle şöyle devam ediyor: "Padişah sert bir sesle; Paşa doğru
söylüyorsun! Amma hiç isim vermiyorsun! Askerin istemediği kimlerdir? Sadnazam
ise: Efendimiz! Rüşvet, irtikâb, iltimas o kadar çoğalmıştır ki size hangi
ismi vereyim? Asker deyince bir kaç paşa, bir kaç miralayla ifade olunamaz. Ordunun
hepsi mühimdir. Küçükleri dikkate alınız. Onların isimleri yoktur! Fakat
cisimleri vardır. Onlar sessiz ihtilâldirler."
(/temmuz/1908 gecesi
konuşulanlar bundan ibaret değildi herhalde! Biz mevzuumuza dahil olanı alıp
sunduk. 9/tem-muz/1908 sabahı Mehmed Ferİd Paşa istifasını sunmuştu. Padişah da
nâzik bir teşekkür mektubuyla istifayı kabul ettiğini bildiriyordu. Böylece
14/ocak/l 903'de başlayan, 22/temmuz/1908'de son bulan ve 5 yıl, 6 ay, 8 gün
süren ve kısa sayılmaz bîr zaman dilimini kapsayan sadaret dönemi son bulmuş
oluyordu. Yukarıda Ferid Paşa'nın istifası ile verdiğimiz tarih elbette
doğrudur. Anca o dönemde de, bugün olduğu gibi başvekillerin istifasını
sunduktan sonra kabulün bildirilmesiyle birlikte yeni kabine teşkil olunana
kadar vazifeye devam ricası bildirildiğinden, Ferid Paşa'nın son sadaret günü
Küçük Mehmed Said Paşa'nın 7. sadaretinin ilk gününe denk gelir.
Meşrutiyetin
kaldırılmasından ziyâde tatile sokulmasının ne büyük isabet olduğu,
İttihatçıların ülkede estirdiği anarşi rüzgârı sadece sivil kesimde değil,
askerlerde de hem de mektepli ve alaylı diye ikiye münkasım olmak şartıyla
vücud bulmuştu. Az yukarıda yazdığımız gibi, Arnavut Şemsi Pa-şa'yı gündüz
ortasında postane çıkışında şehid edenin Atıf adlı bir mülazım olduğunu
hatırlatalîm. Resneli Niyazi'nin dağa çıkmasını müteakip, Enver ve Eyüp Sabri
Beyler de aynı metodu takip ederlerken bu arada ittihatçı subaylar ile olmayanlar
arasında mücadele o kadar gelişmiştiki, çok daha sonra babıâlî baskınında
vurulacak olan Mustafa Necip, Enver Bey'in (daha sonra Paşa) eniştesi binbaşı
Nâzım Beyi katletmekle vazifelendirilir ve başına gelecekleri ummakta olan
Nâzım Bey değil sokağa çıkmak taburuna bile gitmemektedir. Bu vaziyet
karşısında da Enver Bey'e eniştesini vurulabileceği alana getirmek vazifesi
verilir. Enver Bey'de yeğenlerini, kızkardeşini hiç düşünmeden bu görevi
kabullenir. Evinde kaldığı eniştesini bir evrak imzalatma bahanesiyle Mustafa
Necib'in rovelverini çekip vurabileceği bir cam kenarına getirir. Ancak atılan
mermi durumu fark eden Nâzım Beyin kendini bir kenara atmak suretiyle
ayaklarından yaralanmakla ucuz kurtulduğunu görüyoruz. Bunlar olurken Şehid
Şemsi Paşanın yerine Manastır'a gönderilen Osman Fevzi Paşa bu göreve
geldiğinde iki bin kişilik asker sivil karışık bir ittihatçı çete tarafından
esir edilip, dağa kaldırıldı. Posta -hanelere ardarda telgraflar veriliyor,
bunlarda meşrutiyetin ilânı isteniyordu. Küçük subaylar hareketlenmiş ve gerçek
bir ihtilâl baş göstermişti. Yukarıda yer alan Zekiye Sultanha-nımın Avlonyalı
Celâleddin Paşa' ya anlattığı, Sultan Ha-mid'in dikkatle dinlediği sadrıazamın
dedikleri çıkmaktaydı.
Hüseyin Hilmi Paşa;
Rumeli genel müfettişliği uhdesindey-ken vazifesinde bir kusur görülmemekle
beraber İttihad ü Terâkki cemiyetinin, masonların ağuşunda neşvünema bulmasında,
engelleyici rol oynadığına dâir bir çaba gösterdiği ileri sürülemez. Orhan
Koloğlu Bey; Abdülhamid'in başşehirde masonların tepesine öyle siyasi tarzda
bindiğini beyan eder-ki, cidden fevkalâde bir tesbittir ve de Abdülhamid'çe
alınabilecek tedbi rin böyle olabileceği herkesin takdir edeceği
hususattandır.
Cennetmekân masonların
içinde ve dışında aldığı tedbirler sayesinde nefes alışlarını Yıldız Sarayında
duymaktaydı. On-'ann yapacağı çalışmaları devamlı iane yapmaya dönük işlere
yönlendiriyordu. Siyasete dönük işlere kalkıştıklarında başlarına açacağı
gaileyi çeşitli sebeb ve yollarla aba altından soba göstererek hatırlatıyordu.
Bir çok zevat vede bunlardan mason olmalarına ne lüzum nede inanç bakımından
gerek duyacak kimselerin masonluğa girdiğini görüyoruz. Bunların başında da
Sultan Hamid'in dünürü olan, Plevne kahramanı Müşir Gazi Osman Paşa, dini bütün
bir mü'min olmasına rağmen girdiği mason derneği sandalyesinde, padişahın
eli-kulağı olarak bulunma ile görevliydi. Kıymetli araştırıcı ve Osmanlıdan
yana olduğunu hiç bir zaman söyle-meyen Prof. Orhan Koloğlu, tarafsız
görüntüdeki hüviyetiyle doğru bir tesbit olarak ileri sürmüştür. Orhan Koloğlu
hoca bu tesbitinin hemen arkasından da ilâve eder: İstanbul'da padişah
hazretleri, masonları bir hayır derneği mesabesinde tutmayı başarırken taşrada
vede bil hassa baikan vilâyetlerinde haylicede, elviye-i selâsede masonlar cirit
atıyor, jön-türk anlayışına yatak ve dayanak olmak suretiyle me'şum plânlarını
adım adım tatbik zımnında yol almaya başlamışlardı. Hüküm olarak söylemek
gerekirki, bir hukukşinas olan Hüseyin Hilmi Paşa, Selanik, Manastır, Yanya
velhasıl bütün Rumeli yakasında ittİhad cemiyeti hafi'yesinin yaptığı teşkilatlanma,
sabotaj, suikastlarına engel olabilecek vasıf tan noksan olduğunu söylemek
yanlış olmaz.
İşin diğer bir fecaati
ise; Bulgar komitecileriyle, Makedonya meselesi münasebeti ile Yunan
palikaryaları ile yaptıkları çatışmaların sonunda şehid düşen savunmacı silah
arkadaşlarını fazla düşünmez, kendilerini uğraştıran hasımların, kendi
ellerinden koparmaya çalıştıkları toprakları, dörtyüz şu kadar senedir bizimdi,
diye düşünmeyip, benim burada ne işim var"? Psikozuna girmiş olmaları,
İslâm fetih anlayışındaki, insan ve adalet, medeniyet ile inanç hürriyeti
getirme emellerini, artık kendi şuurunda bile taşımayan köksüz ve ruhu
desteksiz kalmış bir muharip haline gelmelerinden kaynaklanmış ti. Bu ampirikçi,
pozitivist anlayış, 1880 sonrası maarif sistemimizin ve askeri mekteplerimizin,
Prusya disiplini adı altında, masonların kucağına düşmüş ve de bir hayli yerli
ve yabancı öğretim üyelerinin tedris ettiği derslerin dayandığı farklı
anlayışın ürünü olarak görmek o dönemin ye-tişdirdiklerine iftira sayılmaz. Çok
kültürlü, şâir ruhiu, dış görünüşe Önem veren, mevki ve makama haris, dini
ibadetlere soğuk entellektüeller, kendilerini şarkın münevverleri değil, garbın
şark'a memur ettiği medeniyet elçileri gibi görmeye başlamışlardı.
Bilindiği gibi Hüseyin
Hilmi Paşanın genel müfettiş unvanıyla balkanlardaki vazifesi meşrutiyetin
ilanıyla son bulmak iktiza ederdi. Ne varki o hay huy içinde üç ay daha devam
etti. Daha sonra 1908'de 36 bin krş maaşla dahiliye nâzında oldu. Ülkenin
karıştığı bölgenin umum müfettişi, sonunda isteklerinde muvaffak olan bölgeye
hâkim bulunan ittihatçı asker ve sivili, şüphesizki altı yıla yakın sürdürdüğü
müfettişlik unvanı ile asayiş dahil, her şeyi tam yetki ile teftişe selahiyeti
ve ayrıca da buna muktedir tecrübe ve askeri güce sahib olduğu halde,
paşaların postane kapılarında vurulup öldürüldüğü, katil genç mülazımın elini
kolunu saliıyarak kaçıp gitmesi ve ismi bilindiği halde ele geçirilememesi,
muhalif gücün dereceİ ahvalini belirttiği gibi en selahiyetii sivilin kılına
halel gelmemesi üstüne üstlük, bahse konu cemiyetin üzerinde gölgesi olduğu
kabinede, dahiliye vekâletine getirilmesi, esnay-ı görevde zâtın, ne şiş
yansın ne kebâb kabilin den görev yaptığına işaret ederde, ne var ki sonunda
milletimiz bu bâziçede yandı gitti küi oldu. Dünya müslümanlarının boynu bükülü
kaldı.
Reval Mülakatı adıyla
bilinen bir toplantı yapılmış ve bu toplantıya Rus Çar'i 2.Nikola İle İngiltere
kralı 7.Edward, Reval deniz kasabasında buluşmuşlardı. Konuştukları husus
İn-giliz-Rus birlikteliği ve Almanya karşıtlığı idi. Ancak Almanya'yı
ürkütmemek içinde konuşulanların Makedonya meselesi olduğu, gerek Rusya
gerekse İngiltere mesulleri tarafından efkârı umûmiyeye lanse edildi. İttihatçılar
lanse edilen Makedonya meselesini görüşüyoruz yalan haberine mal bulmuş
mağribî gibi sarıldılar ve Osmanlı paylaşılmakta bunu meşrutiyet kurtarır
velveleleriyle ortalıkta haylice gürültü koparttılar. T.Yıl maz Öztuna Bey,
kıymetli eseri Büyük Türkiye Tarihinin 7. cildinin 216. sahifesinde aynen
şunları söyleyerek, İttihatçıların yaygaralarının iç yüzünü ortaya seriyor:
"..İttiahtçılar İngiltere ile Rusya'nın Türkiye'yi paylaşmaya karar
verdiklerini,rejimin devrilmesinden başka hiç bir şeyin bu paylaşmayı
önleyemeyeceğini yaymıya başladılar.
Böyle bir şey bir defa
mantıkân imkânsızdı. Başta Almanya olmak üzere diğer büyük devletlerin kesin
muvafakati alınmaksızınİngiltere ve Rusya, Türkiye'ye karşı hiçbir paylaşma
teşebbüsüne geçemezlerdi, ikiye ayrılan Avrupada da büyük devletlerin ittifak
edebilmeleri tamamen imkânsızdı. Ancak Türkiye'de ortam, bu basit siyasi
meseleleri bile kav-uyabilmekten uzak olduğu için, Reual'de Türkiye'nin paylaşılma
kararı alındığı hâlâ bâzı yeni yayınlarda geçmektedir. Halbuki, Reval
mülakatının zabıtları artık yayınlanmıştır ve bu zabıtlarda,Türkiye'nin
paylaşılması üzerinde bir tek kelime yoktur."
Görülüyorki; değerli
okuyucularımız İttihatçılar bir asılsız İstihbaratın, Özellikle şüyuu sağlanan
bilgileriyle hareket etmişler ve Reval'i kendi ihtilâllerine basamak
yapmışlardır. Aynı kadro daha sonra babıâlî baskınını yaparlarken, sadrazam
Kâmil Paşa'yı Edirne'yi düşmana veriyor, o karan imzalamaktan men için
hareketi yaptık diyorlar. Fakat ne he-yet-i vükelâ böyle bir şeyi konuşmuş,
nede Kâmil Paşa böyle bir kâğıd imzalama dığı sonradan ortaya çıkmış, ancak
işin başka bir tasavvuru oiduğu vâki ise de, bunu bahsi geldiğinde açıklarız.
Ancak, Öztuna Bey'in Reval'de Türkiye paylaşılması yoktu demesi de pek fazla
iyimserlik, çünkü her belge, bir başka hakikatin setr edicisidir diye
bakılması târih ilminin bilhassa diplomatik vak'alarda daha da fazla gerekmektedir
diye düşünüyorum. İttihatçıların, Osmanlıyı bitiren önlenemez yükselişi,
masonların ağuşûnda gerçekleştiğinden, üst seviyedeki mason olup aynı zamanda
İttihatçıların ileri gelenlerinden bir kaçının meselâ Emanuel Karaso, Talat Bey
(Paşa), Manyasîzâde Refik Bey gibilerin işin hakayıkmadan haberleri vardır
belki de böyle bir açıklamayı bu vesile ile yaptırmak ayaklanmaya sebeb teşkil
ettirmek, Talat Bey gibi cidden serdengeçti ve komitacı bir şahsın akledip
yaptırmakta tereddüt etmeyeceği işlerdendir. Cebinde bomba taşıyıp, daha
sonra başvekil olmuş bir politikacı yoktur tâaki askerler hâriç.
Bütün bunların sonunda
Sultan 2.Abdülhamid, Avlonyalı Ferid Paşanın halvetde anlattıklarından sonra
tatile soktuğu meclis-i mebusanı, milletin meşruti idareye alışabilecek kıvama
geldiği bahanesini kullanarak, yeniden mer'îyete koy-mağa karar verdiğini
açıkladı böylecede, mason-siyonist-itti-hatçı üçgeninin plânladığı kanlı bir
ihtilâlle padişahı devirme zevkini kursaklarında bırakmayı başardı. İstifa eden
Avlon-yalı Ferid Paşa da yeri ni Küçük Said Paşa'ya teslim etti. Ay-nı zamanda
1897 savaşından beri Seraskerlik makamında bulunan Mehmed Rıza Paşa vazifeden
alındı yerine Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi Müşir Ömer Rüşdü Paşa getirildi.
Rumi/10/Temmuz/1324-miIâdî
23/Temmuz/1908'de meşrutiyet İlân edilmiştir.
Sultan Hamid'de bu
İlânı yapmakla karşısındakilerin bütün kozlarını elinden şimdilik almaya
muvaffak olmuş, millet ve Orduy-u Hümayun mensuplarının bir avuç bölümü hâriç,
padişahım çok yaşa diye bağırmaktaydılar. Yıldız Sarayı önlerine gelip
tezahürat yapıp ömrünün uzun olmasına dua ediyorlardı. Bu arada otuz yılı
aşkın süren dönemin haklı-haksız sürgüne gidenleri, hapislerde olanları bir
aff-ı umûmiye nail ediliyorlar bu sebeble de, bu gibi insanların evlâd ü
iyâlleri de padişahın bu lütfûna teşekkür ediyordular. Dikkat edilmesi gereken
bir husus ise gazetelerde yer alan yazılar umumiyetle, gizli teşkilat
ittihatçıların bu oluşun banisi, Enver ve Niyazi Beylerin bu işin müncî'i
olduğu kafalara çakılmağa gayret ediliyordu. Tabiiki karakter bakımından
maluliyeti olanlar duruş ve davranışlarında değişiklik meydana getiriyorlar,
kimisi devr-i istibdadın menhus kimseleri olmalarına rağmen saf değiştiriyorlar
yalanlarla efkâr-1 umumiyeyi bulandın yorlardı. İlân-ı meşrutiyetten bir
müddet evvel Bur-sa'ya sürülmüş olan Fehim Paşa'aha li tarafından linç edilmişti.
Adlan hafiye'ye çıkanlar büyük sıkıntılara uğruyorlar-dı. Şimdi biz,
meşrutiyetin ilânından sonra "Babıâli'nin İçyüzü" adıyla kaleme
alınmış bir risaleyi ilk defa Osmanlıca'dan latinize edip, bir miktarda
sadeleştirerek sahifemizi süsle-yelim diyoruz. O günlerin sıcaklığı içinde
yazılanları öğrenmiş olalım.
"Kalmasın dünyada
hiç bir şey rifhan" diyen şâir bence meçhul olmakla beraber, söylediği
beyitten yola çıktığımızda bunun târih ilmi açısından pek doğru bir tesbit
olduğunu kaydetmekle bu çalışmayı bilgisayarımda tuşlamaya başlamayı tercih
etdim. İstanbul 'un fethinden sonra dünya devletlerinin gerek büyükleri,
gerekse ikinci ligdekileri vede bunların birlikte üzerlerine.;zülüm ile
gidilen bilhassa ada devletçiklerinin yalvaran bakışları bu şehirde dünya
nizamını sağlamayı kendine inandığı din ve kitabın yüklemiş olduğunun İdraki
içindeki Osmanlı Devleti yönetimi günü geldiğindebnb!-âlî'den ida re olunmağa
başlamıştır.
Bu satırlarda
karşınıza geçtiğimiz çalışmaya bağlı olmayan ve devrin kendine has hâli
hasebiyle, kendi zaviyelerinden görüşlerini r. 1324/m.l908 tarihinde
başlıktaki adla Artin Asaduryan matbaasında tâb olunmuş yazarı meçhul mütercimi
T. ÎS rümuzlarıyla verilmiş bir kitabı sadeleştirmek ve buradaki yazanları
sizlere aktardıktan sonra bu hususda kendi kanaatlerimi çalışmayı
tamamladıktan sonra aynı eserin tenkıyd ve tahlilî adıy la sizlere okutmaya
çalışacağım. Bunu da dikkatle tetkik ederseniz bilhassa Sultan cennetmekân
Abdülhamid-i Sânî dönemi hakkında bir mülahazaya daha sahip olmuş olursunuz..
Sevgili okurlarım; biz
eskilerin, cennetmekân demek suretiyle safımızı belirttiğimiz Sultan
Abdülhamid hân devrini ve idaresini mümkün mertebe his cephesinden nakle
çalişmı-Şizdır. Böyle yaptığımız esnada da insanımızın kimi kısmı bu devir
hakkında ağzını açar açmaz "devr-i istibdad"da diye söze başlaması
zaman zaman dikkatimi çekerdi. Bunların arasında nice edip, devlet adamı ve
askerî rütbelerin evci bâlası olan müşirliğe gelmiş ve yüksek karakter sahibi
ve destansı bir ömür sürmüş Çerkeş Deli Fuad Paşa'nında olduğunu derhâtir
ettiğimde, hemen aklıma 1878 savaşının Şıpka Kahramanı adını almış bulunan,
Sultan Aziz zamanında askerî mektepler nazırıyken bu padişahın tahtdan
indirilmesinde rol oynamış Süleyman Hüsnü Paşa düşüverdi.
O Süleyman Hüsnü Paşa
ki Osmanlı batı cephesi kumandanlığına tayin edilmiş genç Mehmed Ali Paşa'yı
dinlemiş olup çağrısına uymuş olaydı, dünya târihi daha o gün bambaşka bir
yola girebilirdi.. Bu itaatsizliği onu kerameti kendinden menkul Şıpka
Kahramanlığına taşıdı amma savaş sonrasında muhakeme ve bir daha İstanbul'u
görememe cezasına çarptırıldı. Fetihten sonra Çandarlı Hâli! Paşayı cellâta
veren Sultan Fâtih hz. lerini düşünürseniz, Abdülhamid hân'ın Süleyman Hüsnü
Paşayı katlettirmemesinde yatan merhamet duygusu ve ölüm emri verecek güçlülüğü
taşımamaktan kaynaklandığı düşünülebilir.
Görüyoruz ki;
istibdadın sıkıştırdığı iki müşir ki bu emri dinlememezlik vukubulduktan sonra
Süleyman Hüsnü Paşanın, Mehmed Ali Paşanın yerine başkumandan tâyin edilmiş .
olduğunu hemen buraya sıkıştıralım. Buna karşılık Çerkeş Deli Fuad Paşada aynı
savaşın gerçek bir kahramanı olup Elena meydan muharebesinin besalet sahibi
ulvî bir kahramanıdır. Devr-i istibdad denilen dönem bu ayrı taraf insanını
aynı cezaya müstahak görmüştür.
Bütün bunları
geçenlerde sevgili dostum Mustafa Özdamar beyefendiyle görüşür iken, onun pek
güzel bir tâbiri oldu aynen benimsediğimden sizlere de duyurayım: "Bazen
tarihçiler ve tarihle meşgul olanlar meylettikleri taraf lehine, bok
örtücülüğü yapıyorlar" demek suretiyle işin bam teline bastı.
İşte biz bu kitapçığı
sizlere sunduktan sonra hemen üst satırdaki tesbite uygun tarzda, tenkıyd ve
tahlile geçeceğiz.
İstanbul'un en güzel
tepelerinden birinde padişah sarayından iki adım mesafede bulunan geniş ve
hantal bina'ya yenilikçi padişah addolunan 2. Mahmud döneminden beri babıâlî
denile gelmiştir. Bu harabzâde kervansaray, hem İstanbul Boğazına, hem Halic'e
hem de Marmara ve adalara bakar. Vezaret de denilen, vükelâlık yâni bakanlar
kurulu devlet işlerini görüşmek ve kararlaştırmak için eskiden toplandıkları
yere Dîvan tâbir olunurdu. Buradaki İşlerin en mühimmini meselâ bulûğ çağına
gelen şehzadelerin saçlarının traş edilmeğe başlanılması veya başlanılmaması,
başlanacaksa ilkbaharda mı yoksa sonbaharda mı başalanılmasının daha uygun
olacağı gibi şeyler Dîvan'ın ruznamesini teşkil ederdi! Aslında bu gibi
meselelelerde son söz herhalde Müneccim-başı'na düşüyordu!
üç çeyrek asırdanberi
yâni 75 senedir babıâlî terkibi Dîvan kelimesinin yerine kullanılır oldu. Bu
çelimsiz, ibtidai ve uygun durmayan görünüşlü binada şimdi sadnazamlık, iç işleri
bakanlığı, Şurayı Devlet yâni şimdiki Danıştay vede Dışişleri bakanlığı
bulunmaktadır. Daha eskiden Harbiye ve Bahriye bakanlıkları hâriç olmak üzere,
bütün dâirelerin üst mercileri burada toplanmıştı. Ayrıca sadnazamlann kışlık
ikametgâhlanda bu bina dahilinde idi. Yeniçerilerin muhtemel saldırılarına
karşı savunmaya yardımcı olacak bir de iç kalesi vardı. Alemdar Mustafa Paşa;
3. Selim'e hizmet ve onu indirilmiş olduğu tahta yeniden oturtmak için
İstanbul'a 9e'ebilmek için çıktığı yoldan varış biraz geç olduğunda 3. selim
şehid edilmişti. Alemdar'a düşende genç şehzade
Mahmud'u padişah
yapmaya gayret göstermesi oldu. Padişah 4. Mustafa'yı bağıra bağıra kafesine
gönderir- ken padişah olan Sultan Mahmud'dan sadaret mührünü de almış oluyordu.
Alemdar Mustafa Paşa,
bahsettiğimiz bu binaya aile efradıyla birlikte yerleşmişti. Ancak üç ay sonra
Koca Alemdar Paşa, bu büyük vatansever yeniçeriler tarafından bir ramazan
akşamı ikametgâhında muhasaraya alınmıştı. Bin kişiyi aşan muhasaracilara üç
gün kahramanca karşı koyan sadrı-azam, yardım yetişmediğini gördüğünde gözden
çıkarıldığını anladı ve hiç esef etmeden ailesini ve servetini iç kalede muhafaza
altına al-dıktan sonra yeniçerileri püskürtmek için baryt mahzenlerini ateşe
vererek binbeşyüz kişiye varan yeniçeri ve yağmacıları havaya uçururken,
kendine hanımına ve hareminin hadım ağasına kıymayı göze aldı. Bu patlama bu
facia ile babıâlî'yi bir enkaz yığınına döndürdü.
Bu günkü bina nİsbeten
yenidir. Babıâli'nin kapısı; padişahın sarayına bir kaç metre mesafedeki bâb-ı
hümayunun bir benzeridir yâni her iki kapı birbirine benzemektedir. (Gülha-ne
Parkına bakan Salkımsöğüt tarafındaki kapı kastediliyor olmalı M.H) Bâb-ı
Hümayun; Jüstinyen Sarayının yerine yapılmıştır. Şimdi; geçmiş padişahların
ailelerine ve hizmetinde bulunmuşlara bir melce, bir yaşama yeri olarak tahsis
edilmiştir. (Tabii bahse konu yerin şimdi müze olarak kullandığımız Topkapı
Sarayı olduğunu söylemek zait olur değilmi efendim? M.H)
Babıâlîye gelince
burası bütün müfsitliklerin yapıldığı menzilei mefsedet yâni entrika merkezini
sıkıntı meydanını andıran bir yerdir. Sultan '.Mehmed'in; İstanbul'u feth
etdiğı gün âsar-ı beşeriyyeye yâni insanlığın eserine gösterdiği hissiyat
meşhurdur. Merhum ve mağfur sultan şimdi yattığı yerden başını kaldırıp fethine
mazhar olup pek sevdiği bu şehrin geldiği hâli görse: "âsar-ı beşeriyye
nasıl fenayab olur ise, devletlerde öylece karin-i fena olurmuş!"
hakikatini çaresiz söylemeğe mecbur kalırdı.
Mehmed Emin Alî
Paşanın vefatına kadar hükümet,bu büyüleyici füsûnkâr babıâlî'de idi. Daha
önceleri padişahlar uzun müddet icrayı hükümet etmişlerdir. Hâttâ bunlardan
bazıları zaman zaman bir musahibinin veya haremağasımn telkinleriyle istibdad
ve baskı hissiyatına mağlup olur bunların telkinleriyle sadrıazamı astırır
veyahud vezirlerden birini kestirirdi. Ancak bu hırsları birini bulduğunda
sükûnet bulur yine zevk-ü sefalarına çekilirlerdi. Böyle olduğunda da babı-âlî
yeniden nüfuz ve kuvvetini, gücünü istimale yâni kullanmaya başlardı. Böylece
de ülkenin ruhu ve kuvveti olması tekrar kendini gösterirdi. Bunun sonu 1870
senesinde gelmiştir.
O döneme kadar
padişahlar dolaysıyla saray, işlere ve muamelâta pek nâdir müdehalede
bulunurdu. Asla hükümet şekline temas etmez, ancak kişilerin değişmesine dâirdi
bu müdehaleler. Mülkî idare, silahlı kuvvetler, ecnebi devletlerle müzakere ve
siyasetin idaresi babıâlî'nin işlerindendi. Bütün daîrelerin reisleri, doğrudan
doğruya sadrıazamın emrine tâbi idî. Velhasıl sadrıazam demek her şey demek
idi. İlân-ı harb edildiğinde sadrıazam; kumandan olarak, ordunun başında sefere
çıkar, hemen hemen bütün bakanları savaş alanına götürürdü. Dersaadet'de bir
kaimmakam bırakılırdı. Bu ka-ırnmakamın en az akıllı, en te'sirsiz kişiler
arasından seçil-meside ayrı bir bahisdir.
Ancak bunlar arasında
o zamana kadar kendini saklamış, açık gizli her şeye boyun eğmiş kişilerde
olduğu görülmüştür. Bunlar kaimmakamlık gibi bir yere kendilerini sakla
ya-bilmeleri yüzünden getirildiklerinde maskelerini sıyırmış, hem vekili olduğu
sadnazamı hâttâ padişahı dahi tahtından etmeyi bilmişlerdir. Buna hemen bir
misâl vermek gerekirse akla ilk gelen Köse Musa Paşa olur. Bilindiği gibi 3.
Selim'in hâl'ine ve katline sebeb olmuş ve yapılan nice askerî yeniliklerin
önüne geçen kimsedir.
Yukarıdan beri
saydıklarımızdan hareketle biz burada Na-polyon Bonapart'm Şark Meselesi'ni
hercümerç yâni allak bulak eden fecayiiden bahsedecek de değiliz. Bundanda
maksad-ı hakikimiz sadrıazamlarin eskiden umu miyyetle gerek sulh döneminde
gerek se savaş zamanındaki işleri tamamen istiklâliyet içinde yürütmekte
olduğunu ifade etmektir.
Bir zamanlar
sadnazamlann bir lakabı da Lala olması idi ki, bu ismi, bunların padişah
nezdinde bir nasihatçi, bir müşavir hatta bir mürşid payesinde
kabullenildiklerini gösterir. Babıâli'nin nüfuz yâni te'siri ve iktidarı
bakımından hiçbir sekte verilmemesi, Sultan Abdülaziz Hân'ın devrinin sona ermesine
kadar kabil olmuştur.
AİT Paşa'nın
irtihalinden sonra ikbal mevkii, hayırlı kabiliyetlerden mahrum olarak doğmuş
bulunan Mahmud Nedim Paşa'ya intikal etdi. Bu Paşa da, bu ulvi mazhariyet için
lâzım gelen ne tecrübe, ne zekâ bilhassada maharet ve münevver hâl
bulunmamaktaydı. Sadrıazamlık makamında, Mahmua Nedim Paşa, bu makama lâzım
gelen hasletlerden voksunluğu
ile belki en zengin misâl olarak gösterilebilir. Mahmud Nedim Paşa'nın en mühim
cinayeti, önce devleti iflasa sürüklemesi, ondan sonra ki cinayeti de,
Abdülaziz Hân'ı sanki Âlî Paşanın oyuncağı olmuş hâline sevketmiş olmasıdır.
Bu zehrini de umu miyyetle siz hükümdarsınız nasıl isterseniz öyle olur
kabilinden sözler söylemek suretiyle, aklınca hükümdar gibi davranmasını temin
edecekti. Böylece bu padişahı, babıâlî' nin bir serseri yatağı olduğuna, bütün
vükelâ, vüzera, ve müşirân'ın kendisinin kulu kölesi memlû-ku olduğuna inanması
istikametinde yönlendirmiştir ki bu da apayrı bir cinayeti teşkil eder dense
yeridir.
Mahmud Nedim Paşa yine
padişaha devletin gelirinin kendisine aid olduğunu telkin etme hususunda bir
yola koyulmuş, müslim, gayri müslim bütün tebâ'nın yaratılış sebebi,
padişahın hislerine ve arzularına hizmet etmekle ve kendisine kulluk yapmakla
mükellef olduklarını sık sık ileri sürerek habaset çenberini daraltıp
durmuştur. Bu müfsid davranışını olaylarla takviye edebilmek için, devletin
bütün mekanizmasını ve devlet adamlarını iradei seniyyenin esiri hâline getirmek
onları oyuncak gibi sağa sola atamak suretiyle ülkenin felâketine zemin
hazırlamıştır. Onbeş ay süren sadareti esnasında kabine arkadaşlarını yedi defa
azlettirmiştir. Hele; o dönemde hiç bir vali gitdiği yerde, bir ayı tamamlayamamıştır.
Yanya Vilâyetine onbeş günde beş tane ayrı zâtı vali olarak tâyin etmiştir.
Henüz^hayatda bulunan (1324/1908) Rauf Paşa; bir hafta zarfında Biga
Valiliğine, Selanik Valiliğine oradan Yanya Valiliğine ve de oradan Bahriye
Nazırlığına tayin olunup, peşinden azledilerek sonunda Manastır'a 3. Or-du ya
tâyin edilmiştir. Rauf Paşa daha bir yere indiğinde ba-vulları açmayıp, başka
bir yere tâyin olduğu haberini alırdı. fğer valiler, müşirler yâni ordu
kumandanlarıda aynı talihin zebunu olmuşlardır. Ayrıca Mahmud Nedim Paşa, küçük memurlara da
sataşmaktan kendini menedemezdi Bunun sebebi, otuz milyonu bulmuş Osmanlı
nüfusunun her birinin padişahın kuklası olduğunu ispat etmeye kalkışmış
olmasında aramak lâzımdır. Bu şeytanî ve çocuk oyuncağına benzer davranışı
Sultan Aziz farkettiğinde çok gecikmiş, tacını, tahtını hâttâ haya tını
kaybetmesine ramak kalmıştı. Bu farkına varış padişahın acı sonunu önlemeye
yeterli olamadı..
Mahmud Nedim Paşanın
haddinden fazla kabiliyetsizliği; 30/mayıs/1876 buhranını getirmiş ve böylece bü-tün
vatan için, millet için ve de düşünen bütün insanlar için müstebid bir idarenin
kurulmasına sebeb teşkil etmiştir. O sıralarda; Midhat Paşa, babıâlî'nin
güçlendirilmesi için mesai sarfet-mekteydi ne var ki bu hayırlı teşebbüs
karşısında ortaya çıkan engeller pes dedirtmesini bilmiştir. Böylece
müteşebbis de inkisar-ı hayale uğ-ramaktan nasibine düşeni almıştır.
Malum olduğu üzere;
istibdad ve tagallüp politikası evvelemirde hükümete düşmandır Bütün
kuvvetleri ve meşruiy-yetin yâni kanuniliğin gücünü düşürmek ister. Böyle
yaptığı takdirde ferman ferma yâni dediğim dedik, çaldığım düdük diyebilir!
Şevket-İ güçlendirmek, kudreti muhafaza edebilmek için istibdad'a, elastiki
vicdanlı, en kan dökücü işleri yapmaya hazır vasıtalar, aç ve haris her türlü
cinayetleri yapmaya hazır gönüllüler lâzımdır
Babıâli'yi büsbütün
ortadan kaldirmakda ne caiz ne de kabil idi.. Tam tersine görüntüde yaşayan bir
müessese hüviyeti vermek, avrupanın nazar-ı dikkatini, kuvvei kanuniyye ve
idari kuvveti babıâlî'de göstermek lüzu muna hükm olunmuştu. Öyle bir
babıâlî'nin varlığına hükmolunuyordu ki, pa-ravanlık etsin, ortaya çıkacak
kusurlar ona yüklensin! Eblehçe olduğu kadar da câniyane olan bu hattı
harekâtı takip etmek için istibdadın bu son zulmünü, kuruluşundan beri evvelemirde
tanıdığı bilhassa tanımadığı kimseleride mihenge vurmuş, namuslu kabul edilen
her ferdi, kalburdan geçirdikten sonra hâlâ yola gelmek istidadını
gösteremiyenlerden icab edenleri sürgün ederek yurd dışına kovmak, icâb edenleri
mahv ve ifna yâni perişan edip yok etmek gerçekleştirilmiş, işlenen suçlarda
ortaklıkları esasında muhakkak olan kimseler üst makamlara geçirilmişlerdir.
Ancak insanlığın
tabiatı ne kadar derin bir zillet çukuruna düşerse düşsün, zaman zaman faziletli
davranışlara dönmeye eğilim gösterir. İnsanın; fenalığa karşı isyan emareleri
göstermesi şânındandır! Nitekim seçimleri ne kadar ustaca ve iyice tetkik
edildikten sonra yapılsa bile,mütegallibe idaresi seçicileri, kendilerinden
mutlak olarak beklediği mutlak itaate sokamamış, seçiciler de zulüm ve
istibdada karşı mukavemet ve çatmak değilse de, defalarca tereddüt ve çekingenlik
gösterdiklerine şahid olunmuştur.
Hülasa ederek beyan
edelim ki; Said Paşa 3. defa sadaret mevkiinde bulunduktan sonraya girdiği
yolun vahametinin sıkıntı ve tehlikesini gözönüne alarak, veya uzun müddet tazyik
altında kalmaktan dolayı boğulan vicdanının son bir teyakkuz ve intibahı
neticesi olarak bir aralık terk-i vazife ile ingiltere sefaretine ilticaya
lüzum hissetmişti.
Daha evvel Berlin
konferansı andlaşmasının yapılmasından sekiz sene sonra, 1301/18- 85 senesi
6/eylülünde Ru-rnelişarkî meselesinin zuhurunda, Yıldız sarayında bir Özel
meclis toplanmış ve otuzaltı saat müzakereden sonra, Said haşada ortaya oy
birliğiyle kararlaştırılmış bir mazbata koymağa muvaffak olmuştu. Bu mahut
mazbata bir zarfa konup, zarf mühürlenirken, mektep sıralarını yeni terk etmiş
nevzuhur kâtip Reşid Bey, arz-ı endam etmiş ve seraskere bir pusula uzattıktan
sonra mazbatayı alıp, süratle bir göz attıktan sonra pek büyükçe hayret içinde
kalmış ve yazının beşde dördünü sildik-ten sonra yerine dört-beş satır yazı
yazmış ve sadrıazama dönüp: "Paşa! Efkârı şahane şu merkezdedir! Zâten
serasker paşaninda. aynı fikirde olduğuna şüphe yok! Bu mealde bir mazbata
kaleme alınsın." demek suretiyle bir heyulây-ı mezalim, fecî bir kâbus
gibi odadan çıkıp gitmiştir.
Hazirun bu muammalı
elemin hâl çâresini bulmak üzere serasker'e dönmüşler; o kızarmış, sol eliyle
sakalını tutmuş, sağ eliyle burnunu kaşımış, sonunda sahte bir sesle:
"Ordunun sefere girmek üzere hazır bulunmadığını meselenin savaşmadan
düzeltilmesine çârelerin aranması" gereğini bildirmiş ve Said Paşa ancak:
"Fakat bu balkanların suret-i katiyyede kaybı demektir. Hem daha şimdi
bizimle birlikte aynı rey beyanı dahilinde bulundunuz! Bir kaç dakika içinde
böyle bir değişikliği meydana getiren kuvvet nasıl bir şeydir? Diyebilmiş ve
merak ettirici sahne neticesinde kabine düşmüş ve Said Paşa sıkı bir tarassuda
yâni gözetlenmeye alınmıştır.
Said Paşa; eskidenberi
her şekil ve renge girmiş ve de elastikiyeti ile tanınmıştır. Hâttâ Midhat
Paşanın mahkemesi münasebetiyle adından sık sık bahsedilen kimselerdendir.
Fakat sonunda Said Paşa kimbilir servet sahibi olduğundan mı, yoksa muvakkat
bir vicdan sızlamasıyla mı nedir? Midhat Paşa meselesinde biraz hassas
davranmışsa da, büahire yoluna devam etmekte bir beis görmemiştir.
Son otuzüç sene
zarfında Said Paşa'dan başka on kadar sadrıazam gelmiş ve bunlardan bir kısmı
hayatlarını fecii surette tamamlamışlardır. Said Paşadan sonra sadaret
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşaya verilmiştir. Paşa bu sadaretini beş sene devam
ettirmiştir. Kâmil Paşa bu vazifede beş sene kalırken, gizli hafiye
teşkilatına hayli kolaylıklar göstermiştir. Başhafiyelik görevini ise gayriresrm
olarak kendisi uhdesine almıştır. Kâmil Paşa her tür işini bİlmekde de darbı
misal ol-muştur(!) Hal böyleyken Kâmil Paşa da dünyalığını, evlâd ve ahfadının
yâni çocuklarının, onların çocuklarının da azığını hazırladıktan sonra ahali
fırkasına katılmıştır veya Ahrar adı ile anılan partiden addolunmuştur. Bu
halkçılığı, Sultan 2. Abdülhamid'e bir ıslahat lâyihası sunmasına kadar
varmıştır. Bu layihanın belkemiğini saray adamlarının devlet işlerine müdehale
etmemelerini öngörmesi teşkil ediyordu.
Hakikaten mabeynciler
yâni sarayın memurları sivil olsun asker olsunlar hükümet ve devlet adamlarıyla
rekabete girişmiş omuz omuza yol alıyorlardı. Müessesei milliye, babıâlî
erkanından birine bir münasebetle sekiz yüzbin frank (takriben bu günkü
paramızla 160 milyar.M.H) hediye verdiğine göre mabeyn erkanının aynı
münasebetle neler neler aldığı duyulmuş idi. Fakat; "eglonuvar"
nişanını taşıdığı Almanya'nın bilhassa İngiltere'nin müdehale ve himayeleri
olmasaydı ıslahat hakkındaki layihası yüzünden şimdiye kadar Kâmil Paşanın da
bir sürgün* yerinde hayatını tamamlayacağı kesindi.
Sevgili okurlarım
yazımızın başlığında yer alan "sadr'ları kelimesi sadrıazam efendileri
sembolize ediyor. Siz değerli okurlarımıza ulaştırmaya çalıştığımız "Babıâli'nin
İç Yüzü" adlı sözde tercüme risaleden sadeleştirmeye devam ediyoruz ve
günümüzde yaşadığımız cumhuriyet döneminin devlet adamlarının ve hükümet
börokrat ve teknokratlarının zaman zaman basın kanalıyla efkârı umumiyyeye
akseden hâl ve davranışları gibi, Osmanlı içtimaî hayatı da, bu minval vakalara
şâhid olmuştur. Hemen şunu İlâve edelim ki dün de, bu gün de cemiyet hayatında
çeşitli görüş ve anlayışlar kendine yakın olana destek, uzak hatta düşman olana
ise adamakıllı tenkıyd oklarını fırlattığını hiç ama hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.
X görüş için pek makbul ve mergub olan birisi Y' görüşü İçin son derece tatsız,
ahlaksız, karaktersiz olarak vasıflandırılır. Üzerinde çalıştığımız risale
yazarı bizce meçhul kişi, umumiyyetle bu genelleşmiş kaideden ayrı olarak
yazmış değil risalesini... Diyor ki:
Almanya imparatoru
Kayzer Wilhelm tarafından Mehmed Kâmil Paşa defalarce himaye olunmuştur.
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'dan sonra sadaret genç bir zabit olan Cevat Paşaya
tevcih edilmiştir. Vatan sevgisiyle dolu bir şahıs olan Cevat Paşa 43 yaşında
hayata veda ederken o güne kadar hiç bir hastalık çekmediği hatırlanmalıdır.
Bu zâtın peşinden
hemen aklımıza Halil Rıfat Paşa gelmektedir. Bu zat; elli şu kadar yıl bir çok
vilâyetlerde bulunmuş olduğundan vücudça ve fikren bitmiş bir kimseydi. Adetâ
bir enkazı andırıyordu. Kendisinden bir fikri terakki ve asla ıslahata dönük
bir teşebbüs beklenemezdi. Nitekim o da
b"vle bir şey
göstermedi. O kadar aşağılanmıştı ki, oğlunun âlum olan sebebden dolayı öldürülmesinden
sonra da sad-rıazamlığı iki sene daha sürdü.
Hele son otuzüç. sene
içinde babıâlî'nin önemini, sadrı-azamların şeref ve itibarını kesinlikle
düşüren bir zaman dilimi olarak kendini göstermiştir. Yıldız Ormanlarında
kurulma fırsatı bulan bir çete, vekillere ve hükümete aid bütün imti-vaz ve
selahiyetleri kendi ellerine almak suretiyle adetâ gasb etmişlerdir. Babıâli;
varlığına sahte bir görüntü verilmiş bir müessese sıfatına düşürülmüştür. Bu
unutturulmuş müessesede işitilen kavgaları biraz anlatmaya çalışalım. Eğer
resim yapma usûlümde diğer bir tâbirle tasvir san'atımı gösterirken bir kusurum
olursa, paletimi fırçamı kırıp istifaya razıyım!
Avlonyalı Ferid Paşa
boyu ortadan uzunca, vücud azaları bir birine uygun halde olup, yaşı elliyi az
biraz aş mış ve Ar-navud.. Zamanında 2. Mahmud'u hayli üzüp başına gaileler
açmış bulunan meşhur Fransız diplomat ve şâir Lâmartin ile görüşen bir kişiymiş
Yanyalı Ali Paşa ailesindendir. Ferid Paşa uzun zaman pek küçük hizmetlerde
kalmış, sonunda İstinaf mahkemesi azalığına daha sonrada Şurayı Devlete getirilmiş.
Oradan da güzel idare etdiği söylenen Konya Valiliğine getirilmiş idi. Rumca
ve Fransızca bilir bir kimsedir.
Son mazhariyeti yâni
makamı sadarete getirilmeden önce bir elçilikle taltif edilmeyi temjn için
hayli kapıyı aşındırmiş-tir. Beyoğlu'nun hatır sahibi kimselerinin kapılarını
çalar, bütün sefarethanelerin özel günlerini bilir ve sefirelerin isim
günlerini teşbih çeker gibi bir nefesde okur ve onları tebrik etmek ve
sevgilerini kazanmaya vesile olacak hiç bir işin,hiç bir fırsatın kaçmasına
imkân bırakmazdı. Fransız sefarethanesinde Frankfurt muahedesini tenkıyd,
Alman elçisiyle Fransa
politikasının entrikalarından şikâyet eder, İngilizlerin yanında Rusları
çekiştirir, Ruslarla bir olup İngilizleri gülünç ve deli olarak tavsif ederdi.
Avlonyali Ferid
Paşanın hariciye siyasetini göstermek üzere yazılanlar küçük fakat doğru bir
ölçüdür. Bu Paşa'nın dahili siyasetine gelince; uzun zamandan beri kendini
me'sud addetmektedir. Kabiliyeti, rikkati ve yardımlarıyla ve her şeye uygun
davranışı sonunda bir sadrıazam olarak uyanması kabil oldu. Büyük iştahına
Nişantaşın'da bir konak aylık maaş olarak, 40 bin frank (günümüz parası olarak
hesaplarsak sekiz mil yar, yüzyirmi milyonu bulmaktadır.M.H) Para meselesinde
Ferid Paşa'nın dürüstlüğünü muhafaza edip edemediğini söylemek mühim bir
meseledir. Ferid ve İzzet Paşalar bu zâtların her ikisi de en yüksek iktidar
mevkiine gelinceye kadar birbirini ısırmaya, paralamaya hazırken, iki dev
düşman gibiyken birden bire, bu hâli bırakarak, birlik için de olma lüzumunu
hissettiler. Bu sadece ve birbirlerine karşı değil,dışarıdan gelecek
tehlikelere de birlikte göğüs germek şeklinde yapılan bir antlaşma olduğu
söylenmiştir. Netice de bu gün her ikisi de, birkaç milyonluk servetin
sahibidirler. Sık sık da, bu servetin menbâının padişahın ihsanı olduğunu
söylemekten geride durmazlar. Ferid Paşanın vasf-ı mümeyyizi ve en önde gelen
tarafı, Tan Gazetesini alenen okuma-sidir. Paşa; Ruvo gazetesinin son sayısını
dâima yanında bulundurur. Önceden kararlı olmadığı takdirde, Bank-ı Osrnânî
ile iş yapmakdan nefret eder. Hasbihalleri esnasında söylediklerine bakılırsa
kendisinin sosyalist olduğundan Amele cemiyetine dahil olmak üzere Fransız
doğmadığına pek teessüf eder. Kıymet mahrumu olmayan bu adam; bir çok vasfıyla
büyük bir adam olabilirdi!...
Mevcud İdare bu zâtın
elinde yoğrulmuş ve Paşa'nın dile-didi şekle girmişti. İstibdad idarelerinde
görüşler net olup, Osmanlı istibdad idaresinin net görüşü şudur: "Ya
tezellül ve istihkar ile kolay servet veyahud şeref ve i'tibar ile fakr u
zaruret!" Osmanlı devlet adamları emri seçmekte hemen hemen tereddüt
etmemişlerdir
Ferid Paşa'dan sonra
Hariciye nâzın Ahmed Tevfik Paşa'dan bahsedebiliriz. Tevfik Paşa, şahsen çok
temiz ve saf olması hasebiyle tam bir Türk nümunesidir. Yüzündeki beyazlık,
bakışlarındaki berraklık ve netlik, yüz hatlarının pek düzgün olması salına
salına yürüyüşünde mevcud o.-an ahenk ve duruşu ile muvazenesi me'sud günlere,
sakin gecelerden başka bir şeye ehemmiyet vermez olduğunu göste-
rir.
Osmanlı-Rus Savaşının
başladığında Petersburg'da maslahatgüzarken oradan Atina'ya, Atina'dan Berlin
elçiliğine nakl etmiş, tam bir işe yarar kişi olduğu keşfedilerek, mümtaz bir
mevkii olan hariciye'ye nasbedilmişti. Bu makama gelişinde Berlin hatıralarının
rolü olduğu asla unutulamaz. Tevfik Paşa vazifesini parlak surette ifa
etmiyorsa da diğerlerinden de aşağı kalmıyordu.
Tevfik Paşa; bir
terazinin kefelerinden birini teşkil eden müsteşar Naum Paşa ile Divân-ı
hümayun baştercümanı Da-vud efendinin teşkil etmiş olduğu diğer kefeye, ok
vazifesi gören bir teraziyi tamamlar. Naum Paşa; Katolik olup, Suriye lidir.
Bu zatın meziyetide Osmanlı devletinin yapmış olduğu bütün antlaşmaları başda
1. Fransuva ile akdedilmiş olan ahidnameden tutun da, daha geçen sene neticeye
bağlanmış olan gümrük vergisi
antlaşmasına kadar yapılmış bütün antlaşmaları tamamen ve harfi harfine ezbere
bilmiş olmasıdır.
Eğer Tevfik Paşa bir
meselede sıkıştığı takdirde, hemen düğmeye basar. Karşısında hemencik Naum Paşa
peyda olur. Naum Paşa hiç bir şey sormadan, herhangi bir şey dinlemeden
bahismevzuu olanın ne olduğunu Öğrenmeğe lüzum görmeden, farz ve tahayyül
etdiğİ mesele hakkında on çeşitli yerde Öne geçmiş, on çeşit târihi misâl sayar
ve bunları antlaşmalara tatbik etmeğe başlar. Çok defasında halledilecek
meselenin, ne sayılan misâllerle nede dayanılan mu-ahedenamelerle hiç bir
suretde alakası olmadığı görülür. Fakat Naum Paşanın işi antlaşmalara
dayanarak bahsi yürütmektir. Bu sebeble netice ne çıkarsa çıksın Naum Paşayı
en-terese etmez. Yanlış ve kabili tatbik olmayan tarzda yürüttüğü bahisleri
fark eden olsada oimasada, sonunda işin müsveddesinin kendi elinden geçeceğini
düşünür ve bununla teselli olmağa muvaffak olur.
Davud Efendiye
gelince, bu zat hakikaten iyi bir adamdır. Yahud fena adam değildir. Ciddi,
mülahazalı yâni düşünceli, fevkalade sır saklayabilen, pek namuslu yorulmak
bilmez çok gayretli bir kişiliğe sahiptir. Her yönüyle müstakim yâni dosdoğru
bir kişidir Kendisini ziyaret ettiğinizde odasının en güzel koltuğunu size
ikram etmeye hazır bulursunuz! Sel gibi akıp giden tebessümleri insanı
rahatlatır. Fakat kendisinden bir lutûf beklemekten çekininiz. Hâttâ ve hatta
sigaranızı yakmak için bir kibritlik lutfû dahi ummaktan uzak olunuz. Hiç bir
husus da önünüze gelecek gayet mukni yâni, ikna edici ve bir çok meşru sebebe
dayanan engel ifade etmekten, makul mazeretler yığmakdan, (b+h = L) tarzında
kat'iyveti riyaziye ile talebinizi yerine getirmesinin elinde olmadığı-, isbat
etmekten asla ve asla aciz kalmamıştır ve kalmaz. Babıâli'nin siyasî târihini
herkesden iyi bilir, Davud Efendi ile [Saum Paşa bir hususda, aynı reyde
buluştukları takdirde, Tevfik Paşaya düşen yalnız tasdik etmek ve imzayı basmaktır.
Jön-Türkler yaklaşık
kırk sene evvel varlıklarını sergilemiştir. Yâni 1868Mİ yıllar ki; Sultan
Abdülaziz devridir ve bu padişahın Avrupa seyahati öncesinde Jön-Türkler olayı
pek hafi yâni gizlilik içinde neşvünema bulmağa başlamıştır. Bunların ilkleri
Paris'de bir merkez teşkil etmişler ve bu eğilimin yâni Jön-Türkler
anlayışının yüksek nesli bunlar addedilmişlerdir. Bu insanlar eskidenberi
İstanbul'da Aksaray semtinde küçük bir evde toplanarak müşavere ederlerdi. Evin
adını Dâr'ülmüsamere adıyla telaffuz ederlerdi. Bu topluluğun edebi sanatlarla
ilgisi hayli olup başlarında da hem edebi hem de siyasî olan bu cemiyeti edîb-i
âzam Namık Kemal Bey etrafına toplamıştı.
Namık Kemal ve arkadaşlarının
toplandığı evin müdavimlerinin isimleri şunlardan ibaretti: Namık Kemal Bey'le
Ziya (Paşa) Bey başda olmak üzere, Harabeler mütercimi Ayetul-lah Bey,
Meyşo'nun Ehl-i Salip Târihinin mütercimi Pertev Efendi, Arif Bey, meşhur
gazeteci matbua-i müceddidinden yâni matbaacılık ve gazeteciliğe büyük
yenilikler ve terakki-ler taşımış bir insan, Ebuz Ziya Tevfik Bey, meşhur Ahmed
d Efendi, Ekrem Bey ve de Memduh Beyefendilerden ibaretti. Sonunda istibdad idaresi bu değerli
kişilerin bir çoğunu sürgünlerde perişan eyledi.
Yalnız Ekrem Bey ile
Ahmed Midhat Efendi dolgun maaşla İstanbul'da kalmanın yolunu bulabildiler.
Memduh Beyefendiye gelince; bu gün Dahiliye Nezareti gibi en mutena ve mühim
memuriyetde oturmaktadır. Sağır Memduh Paşa lakabıyla da anılan, bu zat da çok
kültürlü biri olup, Paris'de Sen nehrinin lâtif bir sahilinde ortalığa cevher
saçan biri olsaydı mutlaka eski zadegandan birinin düşkünlüğünü, kendi dizleri
üstünde terbiye olduğuna hükmettirecek şekilde, usûl-ü telbisi yâni ayıplan kapatıcı,
muaşerete ve İlm-Î musahe-beye, kendisine en lakayd olanları bile hüsn-ü kabul
fennine uygun vukufiyetle karşılar. Bizde buraya mühimler listesi adıyla bir
liste tanzim eden meşhur şâir Yahya Kemâl (Be-yatlı) merhumun beyanını koyarak
sahifemizi süsleyelim:
1- Murad Bey
(Mizancı)
2- Ahmed
Rıza Bey
3- Prens
Sabahaddin Bey
4- Mahmud
Celaleddin Paşa
5- Hoca
Kadri
6-
Sâmipaşazâde Sezayi
7- Hüseyin
Siyret
8- Kemâl
Midhat,
9- Hüseyin
Tosun, . \
,
10- Ali
Haydar Midhat
11- Salih
Cemâl (Kaanun-ı Esasiyi çıkaran)
12 -Bekir
Fahri
13- Ali
Kemâl
14- Süleyman
Nazif
15- Rahmi
16-
Çürüksuiu Ahmed
17- Midhat
Şükrü (Bleda)
18- Halil
Muvaffak
19- Nâzım
Verdâni
20- İsmail
Kemâl (Fraşeri)
21- Fazlı
22- Halil
Ganem
23- Ahmed
Saib
24- Mehmed
Ali Paşa
25- Kaptan
Rıza (Hak gazetesinin sahibi)
26- Nihad
Reşad (Dr.Belger)
27- Ahmed
Celaleddin Paşa
28-
Şerafeddin Mağmumî
29-
Bahaeddin Şâkir
30- Hüsrev
Sami
31 -Ke'nan
32- Ömer
Naci
33-Ressam
Gâlib
34-Mühtedi
Yaşar
35-Yürekler
acısı Sabri
36-Dr.Rıfat
37-Refik
Nevzad
38-Halil
39-Kardeşi
Murad
40-Halil
Menteşe
41- Konsolos
Şefik
42- Çerkes
Kemâl
43-Abdülhalim
Hikmet
44- GâlibÂta
45- Doktor
Re'fet beylerdir.
Yahya Kemâl bey'İn bu
listesi bizim gördüğümüz kadarıyla siyasette aksiyon ve fikir sahiplerini
tesbit ve bunların tahliline hazırlık olmalıdır. Nitekim listede yer alan
zevatın adını duymadıklarımızda buna adetâ şâhidlik ediyor.
Memduh Paşa; orta
boylu, karnı az çıkık yâni hafif göbekli, vücudu sağlam ve gösterişlidir. Yaşı
altmişsekizi bulmasına rağmen elan gözlerinden deha kıvılcımları saçılıyor.
Fakat bu deha, bir dâhî-i hayr mıdır? Şer-mî'dir? Bu pek ayrı bir meseledir!
Hiç bir Osmanlının, Memduh Paşa ile ne kalemle nede sözle çarpışabilmesi kabil
değildir! Zerafeti pek seven, nüktedan olup, anlatımı son derece fasih olan en
basit sohbetinde bile hezelliyat yâni ciddi olmayan ifadeler kullanmaz. Pek
çok hikâyeleri vardır. Süfera yâni sefirler dünyasının hanımları hakkında
yazdıkları ancak avrupada emsaline rastlanacak güzelliktedir. Zaman zaman şiir
söyler, evdeşinin hayretlerini, meftuniyetlerini, hasımlarının hürmetlerini
fâtihane bir şekilde kabul ederler.
Sivas Valisi olarak
görev yaptığı zaman; pek menfaatına düşkün işler yaptığı anlatılır. Haklarında
buraca da bu yolda bir şayia bulunmaktadır. Esas görevi hâlihazır olarak,
sadrı-azamlan kontrol altında bulundurmaktır. Ne var ki; bu mevkii doldurmaya
kâfi gelememişlerdir. Yirmi seneye yakın bir zamandan beri meyveli yolu takip ediyorlar.
Memduh Paşa her şeyi bilir, her şeyi tanır ve duyar. Geçen bir gölge, uçan bir
sinek, dönen bir tekerlek, susan bir seda, onun fezadan dahi haberdar
olmasındaki esrarı gösterir!
Bakışları parlak,
te'sir edicidir. Her şeyi bilmesi ve tefsir etmesi ve de tasnifiyle akşamlan
Yıldiz'ı uçurur! Fakat hislerine mağlup olduğunda bu keşiflerden, akiı
giderici karıştırıcılardan gerek görüş olarak gerekse meşrebi olarak tamamen
buna karşıdır. Bulunduğu mevkıiye falan ve filân vazife ile mükellef olarak oturtulmuş,
bunları yerine getiriyor. Memduh Paşa için 1. rütbe 1. dereceden Lejyon Dönor
nişanı yazıldığı söyleniyor.
Ormanlar ve Maadin
nâzın Selim Melhame bu türün 2. rütbesini taşıdıktan sonra, Memduh Paşa için
1. rütbesi de azdır. Vazifesinin bir kısmı gizli olmakla beraber Memduh Paşa,
bunu yerine getirmekle bozuk ahlâk sahibi kimse ile arasındaki farkı azaltıyor
ve böylece Memduh Paşayı biraz gagaladıktan sonra bir başka recüle geçelim..
Babıâli'nin ihmâli
asla caiz olmayan mühim çehrelerinden birisi de, Şura-yı Devlet Reisi Büyük
Said Paşa, 80 yaşında olmasına rağmen bir delikanlı görünüşündeydi. Mütebessim,
saf ve tamamen ak-pak olmuş sakallarıyla, biraz neşeli olduğunda hayli
sevimlilik kazanırdı. Vatan'ın çöküp, yıkılıp gitmesine bir tedavi çâresi
üretebilmekten âciz idi. Ayyuka çıkan rezaletler önünde sessiz kalmış bir
şâhid sıfatıyla hiç olmazsa iyi yaşamaya eğilimli evlâdlarını, yetiştirmeğe
azmetmişti. Bu evlatlarından büyüğü 26 yaşında ferik, yâni korgeneral
rütbesini hâiz olmuş bulunanı Stokholm'da elçidir. Kı-Şin Kahire'de yazın
Paris'de ve Trovil'de vaktini geçirir. Küçük evlâd ise 22 yaşında olup liva
rütbesindedir yâni tuğgeneraldir ve ayrıca yaverdir...
Istibdad idaresi; Âlî
Paşa'nin hayatının yegâne eseri bulunan Şura-yı Devlet bu adam tarafından,
yâni Said Paşa tararından aşağılık bir mücadele alanına çevirilmiştir. Halbuki
Âlî ^aşa. Said Paşa'nın hazakatine tamamen itimat etmişti. Said
Paşanın yemesi içmesi, yatması, kalkması
ve uyanması iie aksırması, sümkürmesi bu müstebid idaresinden önceden alınmış
müsaadeye bağlı bulunuyordu. Said Paşa; Berlin Elçiliğinden hâriciye
ne-zaretine geçmiş olup, hikâye meraklısı olduğundan, elçilikteki tercümanlar,
Figaro'dan, Şaryorden ne bulurlarsa toplayıp getirir ve hediye ederlerdi. Said
Paşa vefat etdiğinde de Şura-yı Devlet Hasan Fehmi Paşa' ya tevcih olunmuştur.
Şimdi kalem elimde,
fakat kulaklarım müthiş ve sağır edici uğultuların saldırgan olduğu müthiş
tarakkalar ile adetâ patlamak üzere.. Orman ve Maadin (Orman ve Maden) ziraat
dâireleri ve porselen fabrikası nâzın, sanayii sergileri kurucusu, mâliye
müsteşar-ı husûsisi vede Osmanlı Siyasî İşleri Müdürü Selim Melhame Paşa ağzını
açmış, gözünü yummuş tepinmekte, bağırıyor ve telâş içinde: "Ne? Diyor
bütün arkadaşlarımı tasvir edi yorsunuz da bir benrni unutuluyorum? Benim
onlardan farkım ne? Hakkımı isterim! İsterim!" Esasında Paşanın hakkı
var.
Paşayı unutmak, kurmak
istediğimiz şu kolleksiyon yapısını eksik bırakmak yerine geçer. Fakaat!
Müsaade Paşam!.. Bir kere hatıraları hafızama toplayayim. Bir de ricam;
netice-i tetkikim aleyhinize çıkarsa, bana bir kusur isnad etmeyiniz. Bir kere
boyunuz bir metro yüzseksen santimetrodur. Teninizin rengi safrani olup,
hüzünlü bîr hindi'yi andırır. Vechiniz yâni yüzünüz geceleri beyzi(oval) olup,
bir gün evvel verilen jurnallerden bir şey çıkaramamışsanız sabah olduğunda yüzünüz
uzunlaşır! Alnınız basık, burnunuz çıkık, gözleriniz pırıltılarla ışıldıyor!
Sesiniz kısık,
kollarınız sarkık, bacaklarınız içe doğru bükük doğrusu ise paytak halde!
Konuşmanız daima fikrinizin aksinden ibaret ve dudaklarınız sahte bir
tebessümle aralık, mutlaka yalan olan sözleriniz zaman ve mekân ile uygun hikâyelerle
süslüdür. Şu aralık bir hayli fazia olan servetiniz, Hâmidî' dir.
İşte Paşa;
varlığınızın tasviri bundan ibaret olup, bir noksanım varsa kusuru yine size
aiddir. Herhangi bir fark ancak sizin son mülakatımızdan beri değişmiş
olmanızdan Ötürüdür. Saray'ın bir çok mensubunun olduğu gibi zât-ı
mübarekeni-zide. Suriye Güneşi, yetiştirmiş olmakdan elemlidir. Avrupa-nın;
Osmanlı ülkesindeki hiristiyanlannda devlet hizmetinde bulundurulmalarını
gözlemesi ile temiz vücudunuz sayesinde saf saf rastla nılmaya başlanmıştır.
Tıfıllığınız yâni küçüklüğünüz Beyrut Cizvit mektebi sıraları üstü veya
altında geçdi. İstanbul'a gelip Mekteb-i Sultaniye yâni Galatasaray Lisesine
mubas sırlık yâni talebe gözetleyicisi olarak yerleşdiğiniz zaman henüz 22
yaşındaydınız!
Bir aralık da,
Rumelîşarkî hududu tahdit heyetine refakat etdiniz. Orada vazifeniz ne idi?
Meçhul! Bence malum bir şey! Avdetinizde o aralık yeni açılmış bulunan Duyûn-u
Umumiyye merkezi idaresine tercüman sıfatiyle yerleştirilecek şansı İsbat-ı
hüner ile yakalamış oldunuz, işte bu memuriyette serpilip açıldığınız kudret
eli; size bir sahayı göstere-fek çeşitli meziyetleri gözleyip, hararetle
aldığınız feyzlerle başarınızı genişlettiniz. Yıldız Sarayına her akşam
maruzatınızı zarf zarf değil, etek, etek, kucak kucak sundunuz. Du-yun-u
Umumiyye Meclis-i İdaresi, vazifelerine dahil olan, olmayan, olacak olan
olmayacak olan her şeyin dakikası dakikasına, hatta daha evvel sarayca malum
olduğunu görüp, nihayet zâtıâliyyenizî keşfedip, kuyruğunuzdan tutturup kapı
dışarı attılar buraya kadar olan hayat
safhanızda geleceğe yani atî'ye intikal edecek pek mühim ve parlak hususlar
yoktur. Hududsuz sayıdaki arkadaşlarınızın hayat tarzlarından başka bir şey
değildir. Fakat bir kaç senedir siz büyüdünüz! Adetâ vükelâ payesine
yükseldiniz, ülkenin ticaretine, siyasetine, mâliyesine hâttâ her şeyine
burnunuzu sokar oldunuz. Vekiller meclisinin kararlarından hiç biri önce sizin
reyiniz alınmadan yerine getirilmez oldu. Şu durumunuz avru-palıyla alakadar
bulunduğundan hakiki durumunuz, hafifliğiniz avrupalıiarca da bilinmek
gerekir.
Orman ve Maadin
Nezaretine tâyin tarihinizden beri zât-ı şahaneye her sene güzel idareniz
sayesinde gelir arttırıcı bir lâyihanın takdimini itiyad ettiniz. Ortaya maden
hakkın da, ülkenin en zengin madenlerini sizin payınıza çok düşmesini
sağlayacak bir kanun atdınız. Hırsını tatmin için denizlere yakın bütün maden
menbalannı da, elinizle sattınız.
Dünyanın en zengin
ocaklarını, işinize gelen en bayağı serserilere, İştirakiniz olarak mâl
eylediniz. İmtiyazlar en aşağı bedellerlede diğer serserilere intikal etdi.
Borasit, kurşun, Manganez, kömür, antimon gibi bütün silsilei maden, sizin o
bin marifetli ellerinizde değişik şekiller alıp, Mısır tahvilatına, Almanya ve
ingiltere eshamına, Süveyş Kanalı hisse senetlerine vesairlere tebeddül
ediyor! Bu ne sihir!
Transval madenlerinin
hâl-i galeyanına karşı devlet-i âliye Maden Nâzın olmak sıfatıyla lakayd
kalamazdınız, kalmadınız! Bank-ı Osmaniyi hesabınıza paket paket kâğıd almaya
mecbur ederek bir çok tasfiyelerde piyasa farkların] muhafaza etdiniz. Vakta
ki bu kâğıdlar düştü.. O zaman bankaya dilinizi çıkarıp göstermekle iktifa
etdiniz. Banka hayatta oldu-âunu ve size karşı çıkmak durumuna geçtiğinde Borsa
işlerine bakmaktan mahke-me meneder iradesi çıkarttınız. Sizin bu hâle razı
olmamanız ecnebi sefirlerden çokça saygı görmenize engel teşkil etmemiş.
Sefirlerin sizi paylaşamamala-nna fasıla verdirmemiş, sizi her akşam, her gece
ziyafetlerine, müsamerelerine, Balolarına diğerlerini boş vererek, davet
etmekten alıkoymamiştır
Süferânın yâni
elçilerin her biri sizi kendine mâl etmiş sanır. Her biride ayrı ayrı aldanır
ve nice gösterdiğiniz müsavi-likten yaralanır ve mutazam olurlar, ingiltere,
sizin entrikalarınızla baş edebilmek için bir filo sevk etmek mecburiyetinde
kaldı. Fransa ise; gümrük tarifeleri hakkındaki tezviratınızla baş etmek için
fevkalade mesai sarfetmeğe mecbur kaldı. Mevcud sadnazamın tırnaklarınızı bir
derece kestiğini rivayet ediyorlar. Fakat rivayet başka, inandırmak yine başka!
Nice Suriye Arabları, Yanya Arnavutlarına galebe ederler. Önünüzün
belirlenemeyecek kadar sisli olduğu görülüyor. Son zamanlarda anlaşılmaz bir
takım tehlikelerin kokusunu almış olacaksınız ki büyük çapta bir sefirlik
yakalamak için gayret gösterip, mesai sarfettiğinizi duyuyoruz ancak hemen
haber vereyim ki, ne Paris nede Londra sefaretlerine kabul edilmeyeceğinizi
öğreniniz. Peyda etmiş bulunduğunuz yakınlıklar sayesinde Roma'ya hâttâ
Berlin'e gidebilirsiniz! Yalnız Fransa ve İngiltere'yi unutunuz. Aslında
unutmamış olmanız gerekir ki Fransa kardeşinizi sefaret müsteşarlığına kabul
etmedi. İn-gütereye gelince; Sir Vansen Kayar cenahları sizin Manş Denizinden
geçmenize müsaade etmeyecek buda malumunuz dahilindedir!
Daha önce 3. Viktor
Emanuel'e hanedan-ı âlî Osman nişanını götürmek üzere Roma'ya gitdiniz. Bu
vesileyle gösterdiğiniz ahval ve etvar yâni durum ve davranışınız size o kadar
istekli olduğunuz mevkii Roma'da hazırlıyor. İlk adımı atmış bulunuyorsunuz.
Gerisini Kardinal Merari de Loval temin eder. Bu sayede bir derece kudsiyyet,
muazzeziyet yâni az bulunur şeyler elde edersiniz! Düşünün bir kere: Paşa;
saltanat-ı seniyyenin Ro-ma Sefiri, sen Melhame Paşa! Aman Yarabbi! Ne güzel
bir kartdövizit olur!
Bizim kalemimiz son
derece bitarafdır. Kimsenin ne lehinde ne de aleyhinde değildir. Bazı
sahneleri tasvir ediyor, neticede alakası olanlar kusurlu yıkıyorlarsa,
fotoğrafın kabahati ne? Vükelâ-yı Osmaniye haftada iki defa, pazar ve çarşanba
günleri meclis toplantısı yapar. Hizmeti süfliyelerine yâni mühim olmayan
işlerine dilsizler bakar. Salon asker muhafızların koruması altındadır.
Vükelânın endişe duymadan, mesuliyetinden çekinmeden nelerden
bahsedebildikleri ve müzakeresi ile neye karar vermeye selahiyetli oldukları
ötedenberi birçok kimseleri düşündürmek, birçok zihinlere durgunluk vermek
istidadında bulunmuştur.
Filvakıa Almanya
elçisi; hükümetin göz yummasından hâttâ câniyane teşvikinden bezerek,
İstanbul'u bir Fehim Paşanın tahammül edilmez ve kokuşmuş varlığından, hempalarının
yaptığı haydutluklardan temize kavuşturmak için sa-ray'a müracaat ediyor,
Bağdad Demiryolu'nun uzaması müzakeresini saray ile yürütüyor. Mühimmat-ı
Harbiye alış veriş hususunu Yıldız'la kararlaştırıyor. Fransa elçisi; hükü-
metin Fransız teba'ya mevcud veya mevcudu farz olan dinin eda edilmesini
mabeyne (saraya) yazıyor. Odasından Fransız gazeteciler için istediği nişanları
Saray'a inha ediyor.. İngiltere elcisi; hükümetin Makedonya ve gümrük vergisi
hakkındaki aörüşlerini Cuma selâmlığından sonra en üst mevkıide beyan ederken,
Amerika sefiri protestan mektebi hakkında yazdığı ültimatomu hükümete,
babıâlî'ye değil yukarıya yâni Saray'a yolluyor.
Büyük olsun küçük
olsun bütün devletlerin elçilikleri bu yolu tutturmuşlar. Hükümetin mihveri,
babıâlî'den Yıldız'a yâni 2. Abdülhamid'in sarayına nakletmiş olması alakadar
olan ecnebi devletler için pek elverişli bir yol! Çünkü Yıldız; tehir eder,
tereddüt eder, kırmak, çıkarmak teşebbüsünde bulunur, fakat sonunda azamî
hadd-i hasarla! Teslimiyet gösterir. Vükelâ-yı askeriyye hakkında hiç bir
kelime kullanmamak, bunların (asker lerİn) vekar ve azametlerine yâni ağırbaşlılıklarına
ve büyüklüklerine söz etmek hata demek olur. Bu bakımdan projöktörü şöyle veya
böyle, bunlarında yâni askerlerin de üzerine tutmamız lâzımdır.
Vükelâ-yı askeriye
seraskeri yâni kumandanı Rıza, Tophane müşiri Zeki, Bahriye nâzın Rami
Paşalardır üzerlerine prö-jöktör tutacağımız.. Rıza Paşa; vücuden güzel,i ri
yarı şişman bir zattır. Yüzü müdevver yâni yuvarlak, gözleri siyah, kirpikleri
çanik, rengi esmer, sakal ve bıyık sık ve krantadır. Kabil olsa da dünya'da bir
seyahat etmesi lâzım gelse pasaportuna şerh konması icâb eder. Ahlaken
emsalsiz derecede latif-dir. Altmışbeş yaşında olduğu söylenmektedir. Nâzik,
iltifat eden, sahih gayri sahih yâni yanlış veya doğru ifrat derecede zühd ve
takva sever kimsedir. Bir Türk için kabil olduğu derecede tertip ve intizamı
sever. İktidar mevkiine gelmeden önce Yıldız Sarayı civarında ahşab bir konakta
yaşamaktaydı- O zamandan beri iktisad edebildiği paralarla bir çok mülk satın
aldı. Asma bahçeleri vesaire perilere yaraşır, esatiri görüntüde öyle bir saray
yaptırdı ki; mef ruşatı Paris'den getirilmiştir. Daimi masrafı için
Bahçekapı'daki yirmi bin lira kıy-metindeki mağazalarla birlikte, doğumhane
olarak bağışlanan kasr-ı muazzam budur.. Dikkat li bir bakış bu saray'in
içinde her ne kadar initaf etse yâni saklasa her köşesinde iki misli olan
zarafetden, nezahetden, altundan, billurdan, nurdan, ışıkdan başka bir şey
göremez. Çünkü her noktasından bir gösteriş fışkırıyor, her köşede bir nûr
dünyası büyük bir haş- metie müşahede olunur.
Sarayca mütevatır
olduğuna göre bu kasrı müdebdeb yâni gösterişli konak ve içindeki mobilyalar
ile ikimilyon frank (bugünkü paramızla 400 milyar m.h) tutar. Bu para ne kadar
mânâsız şeydir ki Paşa, bir kaç ay önce hastalanıp yataktan çıkamazken, hâttâ
Paris borsası bir tarafın tahvilatla basılmak korkusundan öyle şiddetli bir
kokuyla sarsılmıştı ki, senetler hızla düşüşe başlamıştı.
Hava değişimi için
Trablusgarb'e Jül Vern'in denizaltındaki seyahatini ve deniz hakkındaki
nazariyatını kontrol etmek için yola çıkarılmak lâzım gelenlerin tâyin emrini
Rıza Paşanın irfanının takdirine bağlı olduğu bildiriliyor. Dilini güzel bilir,
Fransizcaya da, Almancaya da vukufu olup, yalnız başına öğrenmiştir. Servetinin
derecesini tahkik edemem.
Bu paşa; Tophane
Müşiridir yâni kumandanıdır. Zeki kelimesi zekâ'dan gelirki. Saf, hâlis, salih
hâl sahibi demektir. Zeki Paşa daha 1875'de henüz otuz yaşlarındayken, devlet-i
âliye hizmetinde bulunan bir ecnebi zabit, Zeki Paşa'dan
bahsederken,
devlet-iâliyyenin istidad ve intibah-ı tealisi varsa. Zeki'nin eliyle
muvaffakiyyet-i nâsibedar olabilir!" Demiştir.
O zamandan beri
memleket daha ziyade kötü duruma düşmüş, zulümler çoğalmış, feryatlar her
tarafdan duyulur olmuştur. Zeki Paşa da, daha çok bankaları istila etmek
yo-İuvla bir yenilik ve değişikliğe yol açmak istemiştir. Tophane müşirlik
dâiresi Beşiktaş'a giden başlıca yol üzerindedir. Zeki paşa'nın en önemli
vazifesi bu şiryan-ı kebirden yâni kan damarı gibi yoldan kimlerin geçtiğini
gözetlemek ve gördüklerini padişaha ulaştır-maktır. Askerî Mektepler nazırlığı
da bu zâtın üzerindedir. Dolayısıyla müstebid hükümete, sadakat üzere olan bu
zat, programlar üzerinde oynanmasına lüzum görülen oyunlarda bu paşanın elinin
yüksekliği ve yüceliği görülür.
Hasan Rami Paşa
Osmanlı siyaset âleminde henüz yeni yeni görünen bir kişidir. Osmanlı ufkunda
dolaşan fikri yapısı içinde, Rami Paşa en büyük denizcilerden biri olup, İngiliz
donanmasına bile komuta edecek iktidara sahiptir. Bir hayli zamandır ülkenin en
önde gelen bahriye zabitlerinden biri olmasına rağmen yakın zamana kadar
komuta mevkiine getirilmemesi, paşanın kendisi için bir şeref meselesi olarak
yorumlaması yeridir. Devlet-i âliyye-Yunan Savaşında (1897 Osmanlı-Yunan
Savaşı nâmı diğeri Dömeke Meydan muharebesi ve zafer, dünyaya parmak ısırtacak
bir Osmanlı zaferi olduğunu fakirin bu hususda basılmış bir kitabı olduğunu
iftiharla hatırladım. M.H) büyük zorluklar içinde Haliç'den çika-nlan harp
gemilerine kumandanlık Rami Paşaya tevcih edilmiştir. Paşa gemileri hemen
Marmara denizinin açıklarına Çekmiştir. Kimsenin kimseden vede hiçbir şeyden
doğru bir haber ahnamıyan memleketde, Rami Paşanın o devrin bahriye nazırına
hiç bir itimadı bulunmadığından, gemilere ufak bir tâlim yaptırmak istemiş ve 2. sınıf krovözörlerden
Mecidiye ise atış yaptığı topu ile fena halde olmak üzere, yine kendisini
yaralamıştır
Bunun üzerine Rami
Paşa donanmayı alıp Gelibolu önlerine çekmiş ve hiç kimse Hasan Rami Paşa'ya
bir şey sora-mamıştır. Rami Paşa'nın oradan sökülüp çıkarılmasına da teşebbüs
edilememiştir. Bu da, Osmanlı târihini bir zillet-i şaibeden kurtarmak,
hizmeti olmuştur. Hasan Rami Paşadan evvel Bahriye nezareti adliye
memurlarından gelen birine ve-rifmişsede, amele ve askerler bu zâtı kaçırmışlar
Rami Paşa, bu göreve kerhen ve kaydı ihtiyatla getirilmiştir. (Bahse konu
savaşda Hasan Hüsnü Paşa 3/aralık/1882'de geldiği Bahriye nazırlığında
onbeşinci senesini aralıksız sürdürdüğü gibi, yedi yıl daha bu savaştan sonra
bahriye nazırlığında muammer olmuştur. Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşanın ilk
bahriye nezaretinin sonuçlandığı l/aralık/1882 târihinde Bahriye nazırlığına
getirilen Mehmed Ratıb Paşa da, bu makamda en kısa müddet kalan Bahriye
nâzındır ki, yukarıda yazarın bahsettiği adliyeci, bu olsa gerekdir. Ancak bu
dönemin bahsettiği Yunan harbiyle arasında yine onbeş sene vardır. Anlaşılan
odur ki yazar bütün olumsuzlukları bir araya getirip, devirleri uymasa da bir
olumsuzluk sansasyonu meydana getirerek devrin insanını aldatmağa çalışıyor
hükmünü çıkarmamız yanlış olmaz. Bizim bu tip risaleleri neşre gayretimiz bu
küçük görülen neşriyatlarla, münevverlerimizin iğfal edildiği ve elan günümüzde
de, buna müracaat eden zihniyete'kananlar az değildir olmasındandır.M.H)
Halbuki ülkenin çok büyük çoğunluğunun gaflet uykusunda olduğu şu sırada bir
iki kişinin ne yapabileceği sual edilse yeridir.
Fransızca risalenin
yazılışı 17/ocak/1908-Tercüme târihi 29/kasım/1908 Böylece bu risaleyi iâtinize
etmiş bulunuyoz. Şimdi bu risale üzerine mütalaaımızi takdimle okurumu-n
efkârında meydana gelmiş tereddütleri varsa gidermeye gayret göstereceğim,
efendim.
Bizden önceki kuşak
rahmetli filozof Cemâl (Hatipoğlu); merhum Hilmi Oflaz, Kaymakamlıktan emekli
Melih Yuluğ beyefendi merhum, 2. meşrutiyetin 2.Abdülhamid tarafından meri'yete
sokulmasından sonra, devlet-i âliyye ve hanedan taraftan devlet ricali
aleyhinde yazılmış satırlarla dolu kitaplara fazla önem vermeyin! Bunlar; bir
bölüm yazarın kendini kaptırdığı batı düşünce ve yaşayış tarzına imrenmesinin
getirdiği hezeyanlar, bir başka bölüm yazarında veya anekdot sahibinin, yeni
anlayış ve İttihad ü Terakki cemiyetinin savurması muhtemel devlet
imkânlarından yağlı bir kuyruk yakalamak iste yenlerin yazdıklarıdır.
Buna da, 1877/1878
Osmanh-Rus savaşı fecayiinden sonra, Sultan Hamid'in te'sis etmiş olduğu ülkeyi
tek elden idare etmek, devlet adamlarını nezaret eden, yâni yapılanların neticesini
kendisine bildirme tarzına dayalı idaresinde meşru veya gayri meşru, doğru veya
yalan, essah veya iftira münasebetiyle başına gelen bir felâketin getirdiği,
elem ve ızdırabın tevlid etdiği ve bu çektiklerini, bir maddi refah temini
hususunda kendine sermaye edinmek istiyenlerin, târihi ve cemiyeti ifsad eden
yazılarıdır. Derlerdi.
Her şeyden evvel bahse
konu risalenin tercüme eser olduğu kapağında yazılı olmasına rağmen, fâil-i
yazarın,yâni yazanın adı bulunmamaktadır. Mütercimi ise iki baş harfle
belirtilmiş: T.N! Gel çık işin içinden! Adetâ imzasız ihbai
mektubu! Hem de meşrutiyetin yeniden
mer'iyete konmasının ardından yayımlanmış. Sansür kalktı diye de bayramı elan
devam eden günden sonra yayımlanmış, fakat bu sefer de fâsik zihniyet sahipleri
kendileri sansür uygulamışlar. Hâlbuki, eskimez yazı okumasını bilenler
kitapların kapağında maarif vekâletinin müsaadeleriyle tab olunmuştur
ifadesinin yer aldığını hatırlayacaklardır. Böylece kitabın yayımlanmasının
maksadı, bazı zevatı meşrutiyet nigâhbanlığma yâni, yeni usûlü desteklemek için
gözlemcilik vazifesini kendilerinden menkul bir anlayışla, görev addedenlere
bazı 'eski dönem insanını, hedef göstermek gayretinden ileri geldiğini ifade
edebiliriz.
Babıâli'nin İç Yüzü
adlı risalede adı geçen eski sadnazam-lardan Mahmud Nedim Paşa, Said Paşa,
Cevat Paşa ve Meh-med Kâmil Paşaların ve de eserde, daha ziyade hariciye nazırlığı
unvanıyla ele alınmış bulunan son sadnazam Ahmed Tevfik Paşa hakkında bile
tahlile girişmeği lüzumlu bulmadık. Bu zatların defaatle gelmiş oldukları bu
yüksek makamı adı sanı belirsiz, niyeti hâlisanesi tesbit olunamayan ve tam
buhran dönemlerinin yol şaşırtan kör kandili vazifesini ifa için, kaleme
alınmış böyle varakpâreler her zaman olmuştur ve olmaya da devam edecektir.
Ancak meşrutiyet İlânının 2.sinden sonra dahi ülkemiz, dünya büyük
devletlerinin danışıp, görüşlerini kaale aldığı bir ülkeydi.
En ekâbir siyasetçi
dahi, "Boğazdaki Adam; bu husus da acaba ne düşünüyor" diye
tahminlerde bulunmakta ve dikkatle Sultan Hamid'in, söz ve davranışını takibe,
kendini mecbur hissederdi.
ülkeyi batı dünyasının
fırtınalarından devamlı menfi şekilde sallanan bir sefine olmaktan çıkarmayı
kendisine gaye edinmiş bulunan halife/hakan takip etdiği çok yönlü ve hipeaktif
siyasetle meşgul bir siyaset dahisi olduğundan dünya-aörüşlerine itibar etdiği
bir siyaset üstâdıydı. Osmanlı Devleti târih sahnesindeki yüksek mevkiini
1683'den, i922'ye kadar müdafaaya gayret göstermiş, bunu yapar-kende her bir
karış toprağı uğruna can vermiş, baş almış, yi-a\t].:" Kaybetmiş nâm
almıştır.
Dünya askerî liderleri
arasındada mühim ve parlak bir sima olarak kabul edilen ünlü Napolyon
Bonapart; "Türkler öl-dürülebilir fakat asla mağlup edilemezler!"
dediğinde de takvim yapraklan 1800'den sonrayı göstermekteydi. İşte bahse konu
risalede yukarıda bir bölümünün adının geçtiği sadnazam efendilerin babaları
milletimizin bir neslini teşkil etmekteydi ve Napolyon bu ku sağın kahramanca
direnişini bizzat müşahede etdiğinden, Cezzar Ahmet Paşa'nın önünde aldığı
Âkkâ'daki kötekten; avrupaya, Paris'e kendini dar atmış ve oradan da, İlk
sürgün yeri olan Elbe adasını boyla-mıştı. Böyle değerli bir neslin çocukları
olan yukarıda adlan geçen sadnazamlar hususunda mezkûr risalede, ileri sürülen
iddiaların üzerinde kalem yürütmeyi abes görüyorum. Her şeyden Önce, bu zevat-i
kiram siyasi hayatlarından menkub olduktan sonra, yazdıkları hatıratlarla
sübjektif suçlamalara dâir cevap vermiş bulunanlarda vardır. Biz bunların artık
maziye ve oradan da rûzî mahşerlik işlerden olduğu kanaatında-yız. Ancak şunu
da itiraf gerekir ki; bir cihan devleti dün-ya'ya ferman verdiği 1453'den
1622'ye kadar bütün dünyanın arzularına muhalefetsiz rıza gösterdiği bir
devletti. Ancak o kadar adil ve ahali denen kuruma pek büyük saygı beslemekteydi
ki bu bakımdan yüzaltmış yılı mütecaviz tek başına hükümran olma, dünya
târihinin bir daha kolay kolay yaşayamayacağı zaman dilimidir!
Bakınız; 1990'Iarda
inhilâl eden Sovyetler Birliği Komonist idaresi bir kutup, ABD' bir başka kutup
görüntüsü verdikleri yıllarda birlikte ancak 1946 ile 1990 arasında
başpehlivanlık yapabildiler. Bunun mecmu kırkdört sene yapar ki kimse işin
tadını veya tuzunu anlayamadı.
Günümüzde yâni 1990
ile aradan geçen onbir yıl diğer bir deyimle 2001 seneleri arasın da ABD'de
sevilmek şöyle dursun, ahalisinin kökeni olan devletlerin bile, hasımlığını
üstüne çekmeğe başladı. Günümüzde ise henüz bütün ecramıyla ortaya çıkmamış
asrın insanca en ağır hasan sayılan, Hiroşima ve Nagazaki'yi hatırlatacağı
ileri sürülen bir kıyıma çıkmış böylece de müttefikleri dahi içlerinden bu
dengesiz çıkışlı patronun karşılaşacağı zorluklan tesbite çalışmağa başlamışlar
ve kendisini bu sona getirecek, arkalama yi yapmaktan da geri
durmamaktadırlar.
Ezcümle söylediğimiz;
günümüzün her alanda vardığı teknolojik terakki dönemimizin olayları ile
mâzidekileri mukayeseye kalkışma imkânı bırakmamışsa da, son kertede dâima
esas olan insan ve insaniyyet olunca, devirlerin mukayesesi fazla İddialı
olmamak şartıyla denenmelidir. Münsif bir liderin, yâni insaf sahibi ve
insanlık düşmanı olmayan bir diktatörün, demokrat ruhlu olduklarını söyleyip
de milletlerini temsil eden yöneticilerinin kısm-ı âzaminin siyonizmin aldatıcı
hümanist idaresinden çok daha iyi olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Tabiiki netice
itibarıyla ortada 622 sene temadi edip nihayetinde târih sahnesinde yerini
Türkiye Cumhuriyetine bırakmış veya bırakmak zorunda kalmış Osmanlı devletinin
izmihlalinde suçun büyüğü devletin en üst mevkiini temsil edenlere çıkarılması
kadar isabetli bir başka görüş İleri sürülemez! Amma şunu âa unutmamak icâb
ederki; büyük ve Küçük
hatalar bir araya geldiğinde bilançonun zarar hanesinde karşılaşılan netice
târihin derinliklerine doğru yol almaya başlandığını göstermiştir. Bunu
görenler çeşit çeşit tedavi usulleri uygulamışlar ve geçici başarılarda
bulabilmişlerdir.
Nevşehirli Damad
İbrahim Paşa ile Damad Mehmed Ragıp Pasa savaşı aramayan bir Osmanlı devleti ve
savaşsız geçen yıllan, değerlendirecek bir organizasyona gitmek istikametinde,
yol alırlarken, Damadlann, İbrahim olanı Patrona Halil isyanının mazlum ve
mağduru olarak hem de hayatını kaybetti. Ragıp olanı ise her adımına bir altın
koyarım, Rusya'ya savaş açalım diyen padişahı dizginlemeyi bilmekle beraber, bu
rind ve tedbirli vezir ecei-i mevuduyla dünya hayatından çekilirken, iki sulh
dönemi haylice ıslahata vesile olmuşsa da, Rusya'nın Ortodoks ve hristiyan
hâmisi olarak balkanlarda ve Osmanlı ülkesi dahilinde yaşamakta olanlar bahane
edilerek sık sık teklif ve saldırılarla rahatsız edilmeye başlamış ve haylice
sıkıntılı dönemlere düşen Osmanlı devleti, Mahmud Nedim Paşanın komşu ile iyi
geçinme yâni dostu yakında arama mantığına eğilimi, hristiyan ve ırkçı slav
ruhu taşıyan moskof, Mahmud Nedim Paşaya bu deneyimi yap-tırtmâmış veya
sadrıazama durmadan ihanet ederek,ahalinin bu zâta "Nedimof" lakabını
vermesinin se bebini teşkil etmiştir.
Risalede yer alan
sadnazamlar arasında Mahmud Nedim Paşanın hakkında yapılan suçlamalar, bizim
savunma mecburiyetinde olduğumuz hususdan değildir. Çünkü; Paşa bu dostluğu
kurmak isterken geçmiş yılları, bu milletin can düşmanı moskof mezalimini
aklına getirmediği gibi, balkanlardaki ırkdaşfarını ve Ortodoksların ancak
Rusya tarafından dfije edileceğinide hesaba almamıştır. Böyle bir hesabdan haberi
olduğunu söyleme durumunda da değiliz. Çünkü; Sultan Abdülaziz döneminin bu
sadnazamı, efendisine bağlı bir kişi olmakla beraber, iktidar anlayışı, padişah
karşısında zaaf halindeki tu tumu zâten mutlakıyetin, şeyhülislâm önünde bir
parça frenlenebildiği ortamda, padişahın yetkilerinin la-yüselliği mânasına
gelecek ifade, tahrirat ve de yaklaşımlarla, avrupalılaşmanın makulleşmesini
sağlamaya çalışan Sultan Aziz'i hakikaten risalede yazılı olduğu gibi bir
afitab-ı cihan mertebesine teşvik etmiştir. Bunun sonunda padişah hayatını
kaybederken Mahmud Nedim Paşa ise sadaretden olalı bir hayli olmuştu. Bu
bakımdan risalede adı geçen Mahmud Nedim Paşa, Âlî Paşayı harem kıyafeti ile
karşılayamayan ve bir defasında deneyipde, durumu gören Âlî Paşanın hizmetlilere,
kızım sana söylüyorum! Gelinim sen anla misali: "Efendimiz istirahat
halindeyken niçin rahatsız edip, beni huzura alırsınız diye çıkışmış ve girdiği
huzurdan geri geri çekilip, sarayın bahçesindeki güllüğü gezmeğe başlaması
padişahın redingotlarını giyip huzura çağırmasını intaç etmiştir ki, bu bir
üstlük ve astlık değil sadece ciddiyet diye anılmalıdır.
Yukarıda ileri
sürdüğümüz mülahazaları tasdik makamına değilse de, işaret etmek babında, yine
dahiliye eski nazırlarından Ahmed Reşid Bey (Rey) Canlı Tarihler adlı
eserinde: "İzzet Abid Holo Paşanın müntesiblerindenken, İttihad ü Terâkki
cemiyetine de hulul eden Hüseyin Hilmi Paşa, bu yeni intisabının sayesinde
Kâmil Paşanın riyasetinde ki kabinede dahiliye nezâretine sokuldu.."
demektedir. Hemen ilâve edelim ki; İzzet Holo Paşa mabeynde 2. kâtib olup, Sultan
Abdülhamid'in devrilmesine sebeb olan kötü idarenin en ileri gelen malum
şahıslarından bir tanesidir. Ancak devlet idaresinin padişahın ellerinde olduğu çok uzun dönem
etrafındaki kişiler hizmetlerini hasbetenlillah ve millet ve devlet-i din için
ifâ etmiyorlar, mevki ve makam, para, servet kazanma vesilesi olarak telâkki
etmekteydiler. Arab İzzet'de denen, bu sivil paşa, bu vasıfda adamların
başında geldiği gibi, devletin valisi, kaymakamı, mutasarrıfı padişaha
arzlarını sarayın ki tabeti aracılığıyla yaptıklarından, ya birinci kâtip
Tahsin Paşaya yahut da 2. kâtip İzzet Paşa ya hulûs çekmekle karşı karşıya
kalıyorlardı. Hüseyin Hilmi Paşa'yı bu münasebetle Ahmed Reşid bey'İn
suçladığı tarzda suçlamak, ne derece isabetli olur onuda biraz dü şünmek
gerekir diye noktalamak istiyorum.
Sultan Abdülhamid
Hân'ın meşrutiyeti yeniden mer'iyete sokması kendisini devirmek İsteyen gayri
milli güçlerin, onların şeriki olan ittihatçıların hesaplarını allak bullak
etmişti. Millet; hanedan-ı âlî Osman'a bağlılığının bir nişanesi olarak her
yerde padişah lehine alkışlar ve padişahım çok yaşa avazeleriyle kendini
göstermesi, meclisin teşekkül çalışmaları Sultan Hamid'in iktidardan
uzaklaşmasının teminini 8 ay, 20 gün sonraya tehire sebeb olmaktaydı.
Ancak hemen ilâve
edelimki; İttihatçılarda dâhil olmak üzere, hilafetin ve saltanatın devamından
muazzep olan bir tek siyasetçiyi bu|mak kabil değildi. Ne varki ilk
meşrutiyetin keyfini Osmanlı milleti 1293/1877 savaşı yüzünden süremezken,
2.meşrutiyetin keyfini de, 2 ay, 13 gün sonra Avusturya'nın, Bulgaristan'ın ve
Girid Adası meclisinin yâni 5/Ekim/1908 târihinde Bulgaristan Prensliği Osmanlı
camiasından ayrıldığını, Avustur ya, Bosna-Hersek'i ilhak ederken, Girid
Adası meclisi de, 6/Ekim/1908'de Yunanistan'a iltihak edeceğini kararlaştırması
bu seferki meşrutiyetinde keyfinin çıkarılmasını önleyici bir sebeb teşkil
etti. Bulgaristan bizden ayrılık manifestosunu yayımlamakla beraber ve bunu
fiiliyata koymasına rağmen, bize nüfus olarak 4 milyon, 338 bin kişilik bir
eksilme getirdi bu ayrılık. Arazi bakımından ise yüzbin kilometre kareye yakın
bir araziyi de elden çıkarmış oluyorduk.
Bosna-Hersek'le ilgili
kayıplarımız, insan sayısı olarakda, 1.935.000 (lmilyondokuzyüzotuzbeşbin)
arazice, 51bin kilometre kare idi. Girid'e gelince, 8379 kilometre kare arazi
344.000 nüfusu kaybediyorken önemli bir deniz üssü elimizden gitmiş oluyordu.
Burayı hukuken kaybetmemizde 1913 senesine kadar sürdü.
Bilhassa milletimizin
Bosna-Hersek'i ilhak etme meselesinden dolayı Avusturya için epeyi
protestolar, yürüyüşler tertiplediği görüldü. Avusturya mensucat fabrikalarında
yapılan ve ülkeye ithal olunan fes için bir boykotaj düzenlendi. Bu boykotaj
sayesinde de, Eyüb'de bir Fes'hane açılmış oldu. Beyoğlu cihetinde bulunan
Avusturya B.elçiliğinin önüne giderek protestolarını duyurmak isteyen ahalinin
önüne çıkan ve meşrutiyet dol- ayısıyla Beyoğlu Komiseri tâyin edilmiş o!an
Filozof Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Bey, heybetli vücuduyla buradan geçmek için
benim vücudumu çiğnemeniz lâzım şeklinde ava-z-ı bülend ile seslenmiş,
yumruklarını bir boksörün gardım alması şekline getirmesi şaka gibi görünmüş,
daha sonra Filizof'un ciddi duruşu da ahaliyi bir hürmete doğru
istikametlendirmiş, ahali dağılmayı tercih etmiştir.
Bütün bunlar olurken,
17/Aralık/1908'de Meclis-i mebu-san'in küşâdi yapıldı. Bu meclis için yapılan
seçimler ilk seçimler olup, hayli acemilikler ve hilelerle yapıldı. Askeri ve
mülkî idarenin kısm-ı azaminin İttihad ü Terakki zihniyetine meyletmesi,
tabiatıyla bu çetenin zorbalığımda benimsemelerine yol açmış bulunduğundan,
ahali üzerinde müessir oluyorlardı. Böylece iki dereceli yapılan seçimlerin
tercih meselesinde bilhassa azınlıklar ve de Rumlar üzerinde Atinadakİ Yunan
hükümeti, Fener Patrikhanesi Rum mebus namzetlerine yardımcı'oluyor,
siyasetlerini yönlendiriyordu.
İttihatçılar
karşısındada Prens Sabahaddin Bey'in başlarında olduğu Ahrar Fırkası vardı.
Gazetecilerin her seçime müessir olduğu öteden beri bilinen hususattan olduğu
bu seçim de de kendini gösteriverdi. İstanbul'da münteşir aznlık gazeteleri
ülke içinde nüfuslarını katbekat yüksek iian etmkte, böylece fazla sayıda mebus
çıkarmayı elde etmeye çalışıyorlardı.
ülke içinde
İttihatçıların meşrutiyeti teminden sonra unsurların birleşmesi, yâni İttihadı
Anasır politikasını medhü senaya ve tatbike başlamadan evvel zihinlerde bu
anlayışı müntesibi oldukları beynelmilel mason teşkilâtlarının kucaklarında
yaşatmanın verdiği diyeti taleb ederek bunları ikna-aya muvaffak olduğu bu
me'şum fikriyat, Osmanlı devletinin ana yapısını teşkil eden müslümanlığın
vijdan hürriyeti içinde teemmülüne, ittihad-ı anasır politikasını tartışmaya
başlayan münevverler, islâm anlayışı yerine ırki anlayışını öne geçirdiklerinde
memleket de*şapa oturmuş oldu. Bundan da en Çok azınlıklar ve devletleşmeyi,
müstakil olmayı hedefleyen ırkların mensupları istifade etmiş oldu. ileride
göreceğimiz gibi bu unsurların birleştirilmesi politikası, müslüman olup
bağımsızlık peşinde olan ırkî toplulukların ayrıcıhğa başlamasını
getirirken,gayrimüslimler arasında mevcud olan ihtilafların ortadan kalkmasına
yol açtığından balkanlardada Sırp, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan ile
Romanya ittifakının doğduğunu göreceğiz.
Meclis-i mebusan
seçimden sonra 275 mebus ile teşekkül etmiş oldu. Bunların 140 tanesi Türk, 60
tanesi Arab, 25'i Arnavut, Kürtler ise 2 mebus çıkarmışlardı. Arab mebusların
içinde bir tek hristiyan mebus varken, Arnavutların içinde bir kaç kişi de
hristiyan idi. Hristiyanlar içinde cemaatlere göre dağılımları şöyle idi: 23
Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Ulah olup, tamamı 48 kişiyi
bulmuştu. Okurlarımızın birazcık tebessümlerini temin için, şunu da anlatalım.
Arnavutlukta İpek adlı şehrin mebuslarından birisi kürsüde günlerden bir gün
şöyle konuşma yapar: <Efendiler, gidiyoruz geliyoruz, Meşrutiyet Efendi'den
konuşuyoruz. Fakat kendilerini bir türlü göremiyoruz. Artık lütfedip ortaya
çıksin-da cemâlini görelim. CJzun boylumu, yoksa kısa, şişmanmi veya zayıfmı,
esmermi, yoksa sarışınını? Şeklindeki konuşması belki bir espri olabilirmi?
Fakat şahısların meşrutiyet hakkında malumatları olarak değerlendirilirse ne
acip bir şeyle karşı karşıya olduğumuz rahatça anlaşılır.. Tebessümden ziyâde,
düşüncelere gark ettik galiba..
Meclis-i mebusanın
açılış günü olan 17/Arahk/1908 günü padişah,yanında oğlu Burhaneddin Efendi
olduğu halde ve refakatinde de sadnazam Kâmil Paşa olduğu halde Ayasofya
meydanındaki mebusan binasına geldi. Altun saltanat arabasıyla gelen hünkârı
ahali büyük bir sevgi gösterileriyle karşılamaktaydı. Padişah, hazırlattığı
konuşmasını hâvi yazıyı Ma-\ beyn
Başkâtibi Cevdet Bey'e verdi. Cevdet Bey nutk-ı hümayunu okuduğunda Sultan Hamid'in
işaret ettiği husus pek mühimdi. Çeşitli milliyetlerden gelen mebusların
ayrılıkçı bir tutum güdeceklerini İfade ettiği görülüyordu satırlar arasında.
Padişa-hın, işaret ettiği diğer ve önemli bir husus, 31 sene evvel devletin
idarecileriyle yapılan müzakere sonunda meclisin seddedilmesi hususu karara
bağlanmış ve ona riayet edilmiştir, dedikten sonra da, şimdiki açılışa da,
devlet adamlarının karşı çıktığını fakat kendisinin meclisi açmakta kararlı
olduğuna işaret etmesi mühimdi.
23/Temmuz/1908>den
aylar geçmesine rağmen İttihatçılar, ülkenin kaderini tam olarak ellerine
geçirmeye muvaffak olamamışlar. Kabinelere daha kendilerinden tam manasıyla
olan birini henüz sadnazam yapamamışlardı. İlk meşrutî kabineye, adliye nâzın
olarak hayli yüksek dereceli bir mason olan Manyasizâde Refik Bey'i sokmaya
muvaffak olmuşlarsa da, bu nâzır'da ölüm hastalığına yakalanmış olması hasebiyle
koltuğuna oturma şansı bulamamıştı.
Posta müdürlüğünden
gelen ve gözü pek, kabadayı ve mert birisi olan Talat Bey dahiliye nazırlığına
gelebilmişse de, ahali bu ittihatçıların beyni bâlâsı olan bu adamı pek
se-vememişti. Eski rical,ittihatçılara farklı yaklaşımlardaydı. Abdülhamid'in
gedikli sadnazamı Küçük Mehmed Said Paşa, bunlara sıcak bakarken, Hüseyin Hilmi
Paşa biraz daha net; yaklaşımı sergiliyordu bunlara, fakat Kâmil Paşa düşmanlıkla
tavsif edilebilecek bir hâ!et-i ruhiye içindeydi. Buna mukabil,Ittihatçlann
çoğu, meşrutiyeti biz elde ettik, fakat hâla Sultan Hamid'in vezirleri
memleketi idare ediyorlar, Biz bize ait programlan nasıl ve ne zaman tatbike
başlayacağız şeklinde parti içinde, evlerde, kurulan her sohbet platformlarında
bunları konuşmaya başladılar.
Bu arada matbuat
sansür idaresinden kurtulmuş, herkes insafı bir kenara bırakarak içindeki
biriktirdikleri cifeleri kimin için olursa olsun ortalığa saçmaya başladılar.
Tabii bunlar siyasetin yenileri olan ahalimizde çeşitli hislerin meydana
gelmesine vesile olduğu gibi ittihatçıların askeri kanadının siyasetten
anndınlamaması olayların sözle bir sonuca bağlanması gerekirken, beden gücü ve
mermilere bırakılmasına se-beb olmaya başladığı görüldü.
Günümüz insanlarının
1977 ile 1980 yıllan arasında şahid olduğu anarşiyi gözünün önüne
getirebilirse, bu dönemde yâni ittihatçıların, başda İsmail Mahir Paşa olmak
üzere, Hasan Fehmi ve Ahmed Samim Bey adlı gazetecileri öldürmekten
çekinmediler. Çok yıllar sonra bu suikastların, İttihatçıların
silahşörlerinden biri olan Yakup Cemil Bey tarafından kurşunlandığı tesbit
olunduğu yazılıp çizildi. Bu Yakup Cemil Bey, çok mert birisi olup,a yni
zamanda pek nişancı bir İnsandı. Ermeni Tehcir hareketi esnasında Ermenilere
karşı sert tutumlar gösterenleri, sarkıntılık yapan muhafızları
ceza-landırrnasmdaki şiddeti, bir ibret olması hasebiyle hayli caydırıcıydı.
Hemen bu arada
yukarılarda da hatıratından bir alıntı yaptığımız, Yakub Kenan Necefzâde
1967'de yayımladığı: "Sultan 2. Abdülhamid ve İttihad ü Terakki"
adlı kitabında 50. sahifede, <NasıI Geldiler?> arabaşlığında şunları
söyler: <Ni-ya>zi ile Enver ve meşhur Bulgar çete reisi Sandanski '
31/Mart da Taşkışta<da pek çok Türk subay ve askerlerini öldürüp ve
cesetlerini kefensiz ve namazsız şimdiki Hilton oteli civarındaki Surp Agop
Ermeni mezarlığına üst üste gömdüler ve ittihatçılar bu hakiki şehidlerle
birlikte nahak yere astıkları insanların kanlı ve boğulmuş, donmuş cesetleri
üzerine tahtlarını kurdular> demektedir. Daha sonra Şemsi Paşa ve Enver
Bey'in eniştesi Selanik merkez kumandanı Nâzım Bey'in yaralanmasındaki
ittihatçıları anlattıktan sonra şöyle
devam ediyor:
<Öçüncü Ölüm ve kurşun Manastır polis müfettişi Sami Bey'e, dördüncü
cinayete kurban gitme piyangosu Topçu Alayı İmamı Mustafa Efendi'ye isabet
ediyor> dedikten sonrada, İttihatçıların reisleri İstanbul'a geldikten sonra
nice insanları Bayezid ve Sultanahmed meydanlarında İpe çekiyorlar demektedir.
Yakub Kenan Necezâde'nin nakli olan hassas şâir Ali Hadi Okan Bey'in çı
karmakta olduğu Yeni Cephe adlı haftalık gazetesinin 23/7/1951 tarihlisinde neşrettiği
şiirinden şu mısra ile Sultan Hamid'in dokuz defa sad-rıazam yaptığı Said Paşa
hakkındaki beyti sayfamıza alarak ziynetlendirelim:
"Padişah lûtfiyle
konmuşken mürüvvet, devlete Münki'i inam olup kıydın veliyi nimete" demek
suretiyle Şapur Çelebi (Said Paşa) hakkında târihi hükmünü şâir yüreğiyle veriyor.
Meşrutiyetin ilânı
peşinden gerek heyet-i askeriyede gerekse, mülkiyede yapılan tensik
çalışmaları, hayli mağdur ve mâzul meydana getirmiş, hâttâ sadaret binası
karşısında bulunan bir kıraathaneye, Mazûlin Kıraathanesi adı verilmişti.
Burada görevlerinden alınmış bulunan mutasarrıf, kaymakam, kâtibler, kadı'ları
bulmak kabildi. Burada yeni bir göreve atanabilmek için toplaşıyorlardı.
Ote yandan da Kıbrıs
kökenli biri olan Derviş Vahdeti isimli zat, bu gün bile hakkında yazılmış
makale ve araştırmalara bakılırsa tam bir hüküm verilemeyenler arasında
bulunmaktadır.
Ancak; yazdıklarını
Volkan adlı gazetesiyle okuyan dindar insanlar, memnun kalıyor ve
yanlışlıklardan haberdar olurken, dine mübalaatı zaif olanlar ise, yazılanları
milletin mukaddesatını istismar ediyorlar demek suretiyle, bu gün yaşadıklarımızın
tıpkısını yaşıyorlardı. Yalnız Vahdeti, İttihad-ı Muhammedî adlı bir cemiyet
kurupda manevî başkanlığına İki Cihan Serveri (s.a.v) Efendimizi seçtiriyordu.
İşte bu haber pa- dişah Sultan Harnid'e ulaştığında, padişahın <Bir bu
ek-siktî> dediği kuvvetli rivayettendir.
Bakınız Öztuna Bey,
Büyük Türkiye Târihi adlı değerli eserinde nasıl bir yorumla 31/Mart
Vak'asına, Derviş Vahdeti'nin Volkan gazetesi olmak üzere Sultan Hamid devrinde
mevcud bulunmayan tam mürteci bir kısım basın, halkın mukaddes hislerini tahrik
etmiştir, dedikten sonra şu satırları döşüyor: "Buna rağmen Rumi takvimle
31/ Mart/V aka'ası'denen 13/fİisan/1909 irtica hareketi, milletten oe halkdan gelmemiştir.
Türk milleti, târihin hiç bir devresinde irticadan yana olmamıştır. Hâttâ Mart
ihtilâlinin başına az ve çok ehemmiyetli bir tek kişi bile geçmemiştir.
Hareketin en büyük lideri Hamdi Çavuştur. Asiler kendilerine subaylar ve devlet
adamları arasından bir lider bulamamışlardır.
31/Mart olayı, tam
manasıyla aydınlığa çıkmaktan uzak kalmıştır. Başta Şeyhülislâm Cemaleddin
Efendi olmak üzere, devrin bir kısım ricali, bu olayı Suttan Hamid'i devirmek
ve iktidarı tam manasıyla ele geçirmek için İttihat ve Terakkinin
hazırladığını ileri sürmüşlerdir.
Dayandıktan delil
isyanı çıkaran Avcı Taburlarının bir kaç hafta önce Selanik'ten İstanbul'a
getirilmiş olmasıdır. Gerçekten padişahın şahsına çok bağlı 1.Orduya
güvenemeyen bu ordunun subaylarına nüfuz edemiyen ve merkezi Selanik'de bulunan
3.Orduya dayanan İttihatçılar, irtica olaylarını çıkartan
taburları<nlgâhban-ı hürriyet>, <muhafız-ı meşrutiy-yet gibi şaşaalı
ve demagoji kokan isimlerle İstanbul'a sev-ketmlşlerdi. 1.Ordunun başına
getirdikleri genç Müşir Mah-mud Muhtar Paşa, İttihatçıları tutuyordu. Sonradan
İttihad ve Terakkinin en azılı muhaliflerinden olan bu zat, Gaazi Ahmed Muhtar
Paşanın oğludur.." diyen Öztuna bu eserini tab ettirdiğinde târihler 1978
yılını bulmuş, nice hatıratlar, nice hatıralar, araştırmalar yayımlanmış
tertibin hedefinin yarım kalan Sultan Hamid'in tahtdan indirilmesini ikmâl
etmek olduğu büyükten küçüğe herkes tarafından kabul edilmiştir. Öztuna Bey'de
bu maksad-ı hakikiyi şüphesiz bilir ne varki bu cümlelerle geçirmeyi lüzumlu
bulmuştur. Hele hele, İtti hatçıların vurucu bir silahşoru olan Mustafa
Turan'ın itirafları yayınlandığında bu hususun artık gizli tarafı kalmamıştı.
İrtica kelimesini
burada islâmla özdeşleştiren masonlar ve onların bu hesaplarına dikkat
etmeyenler bu ihtilâli irtica diye vasıflandırmakla mason plânlarına yardımcı
olmuş c!u-yorlar. Meselâ padişahı çok seven Avcı Taburlarına yapılanlar,
onların abdest almalarını bile önlemeye suları kesmek suretiyle tahrike dönük
hareketler, meşhur Ömer Naci'nin din adamı kılığına girerek Taşkışla'da yaptığı
konuşmalar, askeri fötr şapka giymeye mecbur edecekleri hakkında yaptığı
konuşma ir tica olmuyor, fötr şapka giydirilecekleri söylenenlerin buna
itirazları irtica oluyor. Bu bakımdan dönemin en iyi tarihçileri arasında yer
alan Öztuna Bey, burada her ne kadar Sultan Hamid Hân'ı vikaye ediyorsa da,
sessizce irtica adını İsiâmi bir itirazın üzerine kötüleme şalı olarak atmaktan
imtina etmiyor.
Şimdi Meşrutiyetin
2.defa meriyete girmesinden sonraki safahatın bazı mühim bölümlerini Sadaret
telgrafhanesi Şifre kâtibi Mehmed Selahaddin Bey merhumun Bildiklerim adlı
eserinden takibe alalım:
Yukarıda kısaca ifade
ettiğimiz gibi sadrazam Said Pa-şa'nın istifası üzerine anayasanın ilgili
maddesince tarafı es-raf-ı cenâb-ı padişahîden meşrutiyetin ilk hükümetini kurmak
üzere vazifelendirdiği gerek sadaret, gerekse hariciye gerekse de dahiliye
işlerindeki büyük birikimi ve dehası münasebetiyle Kâmil Paşanın getirilmiş
olmasına inzimamende şeyhülislamlık, onsekiz yıl aralıksız bu vazifede şerefle
hizmet etmiş bulunan Muhammed Cemaleddin Efendiye veril-mişdi. Yine evvelce
olduğu gibi alay-j vâla ile babıâlî' ye gelinmiş dualar okunmuş, böylece de
meşrutiyetin ilk kabinesi meşrutî hükümlere uygun olarak kurulmuş oluyordu.
Kâmil Paşa gibi dış
dünyada olsun, içişlerimizde olsun ehliyeti herkesçe kabul gören bu ihtiyar
zâtın te'siri kabinede müsbet mânada işlerin yürümesine yol açdı. Ayrıca
meşrutiyetin getirmiş olduğu ecnebi devletler mütebessim, ilişkiler kurabilme
şansını denemeye kalktıklarında müşfik ve açık görüşlü bir idareyle muhatab
oldular. Osmanlı devleti, mülkünde bayındırlık işlerinde bir hayli yapılacak
iş olduğunu görmüş bulunmalarından dolayı ve bu işleri yapmak İhalelerini
alabilmek için avrupa para kasalarının idarecileri İstanbul'u cemm-i gafir
halinde ve sık sık ziyaretlere başladılar.
Bütün bu olumlulukları
gören İttihad ve Terakki cemiyetinin reisleri, menfaatperest kişilerin servet
ve sermayenin kasalarını açıp devlete her türlü yardımı davet eden hâlin, hükümetin
hâiz-i itimad ve emniyet olmasından doğmayıp, meşrutiyetin ilânının temin
eylediği bir hâl olduğu ve kendileri dahi hükümet-i idareyi ele alsalar, hem
şahıslarının hem rnernjeketin
istifade edeceği zannı bâtılı, kötü düşüncelerini bulandırmış olmalı ki
inkılabın başlangıç döneminde, cemiyete dâhil olan bir takım kötü niyetli
kişiler, meşhur eşkiyala-rı baslarına toplayarak kabinenin
disiplinperverânesine taban tabana zıd, dini âdaba ve islâmiyyeye ve de kanuni
mevzuata tamamen muhalif olan gasp, yağma gibi hallere cesaretle eski
vekiller ve devlet memurları ile milletin zenginlerinin hanelerine hücum etmek,
bazılarını çeşitli zulüm ve işkence ile sokaklarda sürüklemek ve de mevcud nakit
paralarını zorla alma ve gasp eyleyerek memleketi anarşi ortamına oturttular.
Türlü türlü
bahanelerle de yardım almağa ve bunları toplayıp kendi keselerini dol durmaya
başladılar. Böylece de hükümeti müşkül bir duruma sokmuşlardır. Kâmil Paşa
Hz.leri sadaret makamında bir hayli yorulmuştu. Çünkü bir tarafdan
saydıklarımızın irtikâb ettiği günahların önünü almak, bir tarafdan da devlet
memuriyetine dahil olmayacaklarını beyan eden, cemiyet-i ittihadiye reisleri ve
âzalarının, müsteşarlık ve valilik gibi vazifelere yerleştirilmesi için
hükümete baskıya ve bunların kanunî vasıflara hâiz olmayan câhil ve değersiz
bazı kişilerini de ayan meclisine sokmak gibi biçimsiz müracaatlarına son
vermek ve asayiş ve de disiplini memleket mihverinde devam ettirmek çâresini
temine pek gayret göstermiştir.
İttihatçıların çeşitli
suçlarına ve memuriyet talebi ile babı-âlî'yi sıkıştırma teşebbüslerini iyice
tedkıyk edersek, Kâmil Paşa Hz.lerinin sadaret makamında bulunması, birliği
gerektiren gizli cemiyetlerin hastalığına uygun gelmediğinden, KâtiliPaşa
hakkında da, var olan iç ve dış âlemdeki itimadı izâle ettirerek Kâmil Paşanın
infial ve iğbirarını celbedip makamını terke mecbur kılma çâresinin
aranmasıydı. Bahse konu
cemiyet bu hususda emir vermiş olup, hâl bundan başka bir şey değildi.
Selâmet-i vatan ve
milletin saadetinden başka bir düşünce taşımayan ve hiçbir kimseye karşı kin ve
düşmanlık taşımayan siyaset tedbirlerinin bu pîr'i, Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa
ilk önceleri, ittihadçılarında aynı his ve fikri taşıdıklarını zannederek,
meşrutiyetin gözcüsü ve koruyucusu demek olan meşrutiyet-i nigehbân zannetmesi,
bu vasıflardanda pek uzaklaşmış olan cemiyet azalan yüzünden, ülkenin göreceği
zararı ve tehlikeleri kovalamak için gereken nasihatleri yaparak, düzelmelerinin
çâresini aramaya teşebbüs etmişse de, bahse konu haşaratın, reva olmayan
muamele ve müstebid tarzdaki hareketlerinden vazgeçilemeyeceğini, şahsi ve nefsi
düşüncelerinden başka dünyada bir düşünceleri olmayan, memleket ve millete
karşı en ufak bir hürmet hissi ve muhabbeti taşımayan ve her türlü faziletden
mahrum ve çeşitli cinayetler ile fenalıkları yapmaya hazjr ve eğilim taşıyan sadece
vatan ve millete değil, insaniyet âlemi için varlıkları bir belâ ve tehlike
olan ve de vatanperverlik örtüsü altında ve kisvesi tahtında şahsi
menfaatlerini elde etmeye çalışan bu rezil ve hâinlerin vatan ve millet ile
katiyyen bir alâkaları olmadığını anlamış bulunuyorlardı.
Muazzez vatanımızı bu
gibi haydutların eline terk etmek asırlardan beri bu hâli keşmekeşde yuvarlanan
devletin ve ülkenin süratlenen bölünme ve izmihlalinin sebebi olacağını
düşünerek bunların başka bir güzellikle ayıklanıp İslahları çâresini denemiş
buyurduklarından, haberdar olan İttihadçı-ların Reis takımı bu haberden
fevkalâde ürkmüşlerdi.
İstanbul'da bulunan
Osmanlı askeri ile lâzım gelen tehdid-leri yapıp bunları yerine
getiremeyeceklerini anladıkları için ellerinde silahlı bir kuvvet bulundurmayı
düşünerek, bir bahane ile Rumeli de bulunan "Nigehbân-ı Hürriyet"
dedikleri Avcı Taburlarını Selânik'den getirtip, bu tavırlarla sarayı ve
babıâlî 'yi tazyik ve tehdid küstahlığına da cü'ret edip, Kâmil paşa
kabinesinin düşürülmesi çâresini aramakdan geri durmadılar.
İçlerinde en tanınmış
olanı ve cemiyet-i ittihadi'yeyi kuran reislerden ve kabinede adliye nazırlığı
görevinde olan ve cemiyetin takip ettiği tarzı tasvip etmeyen Manyasizâde
Refik Beyefendiyi bile tehdide kalkıştılar. Refik Bey'in önce kalbini yordular
az sonra da adamın ölümüne sebeb oldulardı! Kâmil Paşa kabinesinde, dahiliye
nâzırlığıyla görevli Hüseyin Hilmi Paşa, bu hain serserilere boyun eğiyor ve
onlara uymakdan kendisini bir türlü almamaktaydı. Bunların; kendisini (H.Hilmi
Paşayı m.h) makamı sadarete getireceklerini vaad edenlere, makama kavuşmak
hırsı ile gözleri adetâ kör olmuştu.
Geleceği, milleti ve
devleti feramuş (unutmuş) ederek, bu hezele ile birleşerek kabinenin düşmesi
için bütün kuvvetini, bazuya verip çalıştığından vatan ve milletimizin bu hâl-i
felâketi ve bölünmeye maruz kalmasına H.Hilmi Paşanın böyle davranışı sebeb
olmuştur. Bu sebeb, yegânedir desek yeridir.
Böyle taarruz, tazyik
ve tehdid ile müdehaleye uğramadan bir anı geçmeyen Kami! Paşa kabinesi,
tabiatıyla ümmid olunan icraatı yapamadı. İslahatı ise; tamamiyle tatbike
koymaya meydan bulamamışsa da, anarşi hâlinde olan ülke asayişi temine ve
seçimleri yaptırmakla mebuslar meclisinin açılmasına korkmadan çalışmış idi.
H.23/zilkade/l 326-R. 4/arahkl324-M.17/aralık/1908 de mebusan meclisinin açılmasına
muvaffak olmuştur.
İngiltere devlet-i
muazzaması, dersaadet büyük elçiliğine tâyin buyurulup meşrutiyetin başlarında
şehrimize gelen Sir Levatr cenahları hakkında İstanbul ahalisinin, ittihad ve terakkinin bir kaç âzası müstesna
olduğu halde, bahse konu cemiyet diğer azalarıyla beraber gösterdikleri eserler
hüsn-ü kabul, hürmet ve fevkalâde muhabbetden ve İngiltere deviet-i
muazzamasıyla, devlet-i âliye' nin eski dostluk ve muhabbetleri olan bazı
avru-pa düvel-i muazzamasınin, kabine hakkında perverde eyledikleri eser-i
muhallesat yâni biribi-riyie iyi geçinmeleri dostlukları şark'daki siyasî
menfaatlerine menfi tesirler etmesinden telâşa düşmüşlerdi.
İttihad ve Terakki
cemiyetinin yegâne koruyucusu; Almanya imparatoru 2.Wilhelm ile İttihatçılar
arasında, önemli ro! oynayan gizli cemiyetin, özellikle memurlar göndererek
hükümetin behemahal sükût etmesini sağlanmasına bakılması, bunu temin için
hiçbir fedakârlıktan kaçınılmaması için talimat verilmiş ve bu emrin
tatbikatınada göz kulak olmak için ayrıca kontrol memurları tâyin edilmişdi.
İstanbul'daki Doyçe bankın ve Ana-dolu şimendifer idâresinin kasalarını
İttihad ve Terakki cemiyetine açarak, Türklerin ha kiki dostu ve eskiden beri
böyle olan İngiltere devleti fâhİmesi-ninde, te'sir ve politikası nın Osmanlı
ülkesinde tutunmama-sına gayret edilmesine rağmen Anadolu şimendiferleri direktörü
Mösyö Heknin vazifelendirildikten sonra, İstanbul'daki Alman sefaretinede
Berlin'den verilen emirde, sefaretin cemiyetle dâima temasda bulunarak
menafi-i siyasiye ve ikti-sadiyelerine külliyen münafi olan böyle bir halde
cemiyetin kurucuları ve reislerinin men edilmesi için takyidat-ı basiret-'
kâranede bulunulması emir ve işaret edilmişdir.
Gerek Almanya devleti
gerek bahse konu cemiyetler bu uğurda yüzbinlerce liralar sarf etmekden
çekinmeyerek; İttihad ve terakki'nin, o dinsiz ve imansız üç-beş kişiden
ibaret olan reis ve kurucularının mühim olanlarını daha önceden hazır etmiş
bulundukları plân mucibince hareket ettirmeye muvaffak olmuşlardı. Malum ve mâhud bu ileri gelen
şahıslar; meclis-i mebusan azalarına verdikleri talimatlar istikametinde
Kâmil Paşa kabi nesine, kanun-î hakkını: <Kanun-u Esâsîi ahkâm-ı münifesini
ayaklar altında bırakarak> yâni; anayasanın güzel hükümlerinin ezilmesine
aldırmayarak, bu kanunlara uygun harekâtı önlediler. Kâmil Paşa'nın; üç gün
sonra vereceği izahatı da beklemeden, Paşa'nında meclis de bulunmadığı gün,
hükümet hakkında itimad oylaması yaptırdılar ve böylece Kâmil Paşanın
istifasını sağladılar. Padişaha da, başda olmak üzere, herkesin tazyikler
yapmağa başladığı görüldü. Israrlar sonucunda Kâmil Paşa kabinesi düşürüldü,
fakat Kanuni Esâsı yi getirenler(î) onu ilk önce kendileri yaraladılar. İttihad
cemiyetinin reislerinin affı kabil olmaz hareketleri yüzünden devlet ve
ülkemiz bölünme felâketine doğru ilk adımı atmak zorunda bırakıldı.
Kâmil Paşa kabinesine
güven oyu verilmeyen gün sadrazam Hz.leri meclis'e gelmiş olsalardı, meclisin
kapılarında ve koridorlarında hâttâ Ayasofya Meydanfnın çeşitli yerlerine
yerleştirilmiş ittihad ve terakki cemiyetinin eşkıya ve fedaileri tarafından
katledilecekdi. Bu cinayet plânının baş tertipçi-leri Almanların İstanbul büyük
elçisi Baron Mareşal Dö Biyberştayn ve Almanyalı Müşir Golç Paşa'nın gizli
tertibatına uyan ittihatçılar idi.
*
Kâmil Paşa Hz.lerinin;
meclisde anayasaya aykırı bir tarzda, kabinesiyle beraber sükût etmesinin
arkasından makamı sadaret, daha Önceleri ittihatçılar tarafından vaad etmiş bulundukları
Hüseyin Hilmi Paşa Hz.lerine verilmesini temin etmişlerdi. H.Hilmi Paşa bu
vaadin yerine getirilmesinin karşılığını, ittihadçılann ileri gelenlerini
kabineye vekil (bakan) alarak ödedi. Böylece ittihad ve terakki devletin kalbi
olan babı-âlî de de, bir merkez daha kurmuş oldular. Mülabei Sıbyan; yâni çocuk
eğlencesi de denen bu kabinenin oynadıkları feci oyunların iki tanesini,
okurlarımıza nakletsek, anlatmak istediklerimiz derhal anlaşılır.
1 Bunların birincisini
31/mart hadisesinin hazırlanması ve tatbike konulması teşkil eder, İkincisini
ise, Sultan 2. Abdül-hamid hân'ın gayri meşru ve gayri kanunî şekilde tahttan
indirilmesidir. Bu iki mühim olay hakkında; bilgilen olmayanları, ikaz ve
dikkatlerini çekmek için bir miktar izahda bulunalım.
Kötü bir âlet olarak,
her hususda istihdam edilip kullanılmak üzere Selânik'den getirildiği beyan
edilen Avcı taburlarının 31/mart hadisesinin meydana getirdiği vede Sultan
Ab-dülhamid hân hz.lerinin, tahtan indirilmesi için oynadığı rol; fesad
cemiyeti ittihatçılarının minettar oldukları hâldendir. İlk anlatacağım olan
bahsi bu teşkil edecektir.
Çünkü; bu taburların
kumandanları; Selânik'li dönmelerden (Avdeti), Remzi Bey gibi muhtexem(!)
kardeşlerin reislerinden ve subayları da o kardeşlerin, Rumeli ve İstanbul 'un
sokak aralarında ve ana caddelerinde
öldürülüp şehid edilen hakiki vatanseverlerimizin katilleri oian ittihad ve
terakki cemiyetinin ün yapmış fedaileriydi. Böyle kumandan ve subaylardan
meydana gelen bir heyeti muhteremenin(!) sevk-ı idaresinde, bulunan taburların,
erleri de aynı his ve fikre tâbi olduğu, gibi askerin tamamının pek büyük bir
kısmı da, Rumeli ahalisinden Rum ve Bulgar eşkiya çeteleri mensubları
olduğundan, cinayet ve eşkıyalıkta da pek ustaydılar.
Ne derece itimada
lâyık ve emniyetine inanılırlığı belirsiz bu taburların yapacakları hizmet,
diğer taburların subay ve erlerinin yapamayacakları işlerden olduğu,
ittihadçılarca malumdu. 31/mart hadisesini, orduyu hümayun içinde vazifeyi
bunlara yüklemek, İstanbul da bulunan diğer askerlerin düşüncelerini tahrike
ve kafalarını karıştırmağa başladıar. İttihatçılar bu ve başka yollarla
ahalinin saf takımını teşvik ve iğfale muvaffak olduğundan, 31/Mart isyanını
çıkartmağa muvaffak oldular. Avcı taburlarının subayları, 31/ Mart günü er
elbiseleriyle sokakları dolaşarak isyan ve kıyam eden asa-kir-i şahane ile
ahaliyi tahrik edip daha sonra vak'anın inkişâfı üzerine bir hayli rol
oynadılar. Zâten tertib içinde olduğundan Selânik'den yola çıkan Hareket
Ordusuna katılmak üzere Çatalca ve Hadımköy istikametlerine firara başlamışlardı.
Birinci ve ikinci firka-i hümayunların da bulunan taburlar, mektebli ve
ittihadçı subaylar bile mukaddes vazifelerini terk edip firar yolu ile
Hareket^Ordusunu karşılamağa Çatal-ca'ya gittiler. Başlarında kumandan ve subay
kalmayan taburların askerleri, tabiatıyla arkadaşlarına iltihak eylediklerinden
olay bir hayli büyüdü. Böylece de olması icâb etmeyen vak'aların, meydana
geldiği görüldü.
Bu fetrete ve isyana
yâni emir ve kumandasiz kalma durucuna yedi sekiz ay süren cemiyetin akıl ve
hikmete uygun düşmeyecek
faaliyetini gören, bundan meydana gelecek vahameti anlamaya başlayan bazı
kişiler iltihak etmiş kadro hâricine çıkarılan eski subaylar dahi kendilerine
kumanda etmek için isyan etmiş askerler tarafından evlerinden zorla
getirildiğinden, işler ittihatçıların aleyhine dönmeğe başlamıştı.
Hüseyin Hilmi Paşa
kabinesi oynamış olduğu bu oyunun kendi aleyhlerine dönmüş olmaları yüzünden
korkuya düşüp herbiri birer tarafa kaçışmaya başlamışlardı. Nefislerini kurtarabilmek
için Sadnazam H.Hilmi Paşa ve kabinesi istifalarını verir vermez, adetâ sır
oldular. Bu sebebdende memleket hükümetsiz kaldığı gibi isyan içinde kalmakda
ya şandı. Sultan Abdülhamid derhal Ahmed Tevfik Paşayı makamı sadarete
getirdi.
Sadaret makamına
2.Abdülhamid hân hz.Ieri tarafından getirilen A.Tevfik Paşa, kabineyi ülkenin
tanınmış kişilerinden meydana getirdi. Karışıklığın; uyandırılan ümidfer sayesinde
giderilebileceğini düşündüğünden olacak, hemen tedbirleri almaya başladı.
Kabinede Harbiye Nezaretini üzerine almış bulunan büyük Müşirlerden Gazi Edhem
Paşa hz.leri-nin gayret ve himmetiyle isyan hâlinde bulunan askerlerle, ahaliyi
ikna eyledi. Arkasından genel af ilânının getirdiği ümidleri arttıran hususlar,
isyanın önünün alınmasını sağladı.
Fakat bütün bunlar
olurken; Hareket Ordusu adi altında, Selânİk'den yola çıkan ittihatçıların
ordusu, İstanbul'a duhul edivermişdi. Şehre hiç bir mukavemete maruz kalmadan
giren bu, isyancılar taifesi hâline gelmiş ordu, büyük bir eşkıya çetesinin
yapabileceği terörü ifa edeceklerden farksızdı...
Rumeli de; meşrutiyet
ilânından sonra teslim olmuş, ne kadar Bulgar ile Rum ve Arnavud çeteleri
varsa, bunların tamamı bu hareket ordusunda mevcutdu. Selânik'in Dönme Yahudileri
ve buna benzer haşaratda, bu orduya katılmış olduğundan, bu gibi haydutlar ile
teşekkül etmiş olan ittihatçılar çetesi İstanbul'a girdiklerinde karşılarına
çıkan müslüman kıyafetinde olan herkese saldırıp katletmeğe başladılar. Her
tarafı yağmalamağa koyuldular. Kışlalarına çekilerek vazifelerini ifâya
çalışan askerlerimizin kışlalarını abluka altına alarak, düşman ordusunu top
salvosuna tutar gibi bombardımana geçdiler. Bu hengâmede otuz bin askerimizi
toprağa düşürüp büyük bir cinayetin mürtekibi oldular.
Bu yapılan şüphesiz ki
bir "alessultan-ı huruç îdi" buna cüret eden Mahmud Şevket ve Ferik
Hüseyin Hüsnü Paşaların kumandasındaki eşkıyalar güruhu, komutanlarından en
küçük neferine kadar askeri ceza kanunlarının uygun maddelerine binaen, idama
götürülmeleri icâb ederdi ve bu kokuşmuş cemiyete ubudiyet ve hulûs çakmak
için bahse konu canileri alkışlıyan elleri de icab eden cezalara çarptırmak
gerekirken şaşılır ki; bu haydutların yol açısıyla halife-î rûyi zemin ve
padişah-ı islâmiyan olan Sultan 2. Abdülhamid han hz.lerini tahtdan indirmeleri
ümmetin büyükleri ve milletin vekilleri ve hükümet ile ayan (senatörler) için,
İlelebed çatıl-nıak da haklı olunacak durumlardandır.
istanbul'a girdikten
sonra yaptıklarını bir miktar yukarıda-da anlatmağa çalıştığımız bu şekavet
topluluğu üstelik is-yancılıkdan çıkıp hem itham eden, hem de cezalandıran
yargıç makamına geçtiler. Çünkü kurmuş
oldukları örfî idare ve buna bağlı
1 ve 2 numaralı divan-ı harb-i
örfî adlı askerî mahkemeler, eski vükelâ-yı ve askerleri, devlet memurlarını ve
sarayın erkânını, ittihatçıların menfaatlenmelerini önlemeyi, hizmet-i millet
ka-bul edenleri ve bunların (İttihatçı çetenin) hareketine karşı hareket
yapmayı tasavvur ed enleri, bir çok muharrir ve iktidar sahibi kimseleri,
Sultan Mahmud'u sâni'nin sonunu getirdiği yeniçerilerin, "tut-kap"
usûlüne uygun olarak, rastladıkları yerlerde yakalayarak Harbiye Nezâ-reti'nin
bahçesinin Süleymaniye Câmü kapısına yakın yerindeki Bekirağa Bölüğüne
hapsetmekteydiler. (Tabii bu günkü İstanbul Üniversitesinin olduğu yeri tarif
ettiğimizi biliyorsunuz. M.H) Yakalanıp da, hapse konan kişilerin gün begün sayıları
çoğaldığından hapishanenin üst katındaki itfaiye teşkilâtı dâhil, bir kaç
asker koğuşu boşaltılarak çâre arandiysada neticede zulme uğrayan kimselerin
sayısı durmadan arttığından daha sonraları Dâire-i Askeriyye-Î ümur-u
Nezâret-i binası karşısındaki, Çifte Saraylar bile hapishane olarak kullanılmağa
başlandı. Yapılan bütün bu işlerin mağduru olan kişiler büyük eziyyetler ve
açlıkla mücadele edip dayanmağa çalıştılar. Ancak .yapılanlar akla hayale
gelmez cinstendi ve milletimizin insanına reva görüldü.
İttihatçıların
cemiyetinin o rezil kurucu ve reisleri ve de meşrutiyetin kurucusu ve kahramanı
addedilen Enver ve Niyazi'ler ile onların cânilikde, bir hayli ileri olan
fedaileri, tarafından tutukluların ve hükümlü mazlumların bazıları, gündüz
veya gece ve belli olmaz zaman diliminde bu ahlaksız canilerin bulundukları
harbiye nazırlığı binasının odalarına getirtilir 'çeşitli hakaretlere maruz
bırakılarak bu esere almaya utandığımız sözlerle izzet-i nefisleri rencide
değil, adetâ ayaklar altına alınmaktaydı.
Bu sakim anlayışın,
kendi düşünce ve yollarındaki engel, sağ duyuyu ortadan kaldırmak için, her
gizli ve açık darbelerin taşıdığını, bir daha ortaya koyduğunu görüyoruz. Bunu
yapacakları vasıtaların başında da adaleti ileri sürerler, fakat adalet yerine
talimat almaya amade hâkimleri tercih ederler. Ve de; bu aradıklarını
bulduklarını târih dâima önümüze koymaktadır.
Buradan hareketle bu
rezil ittihadçıların kurmuş oldukları yukarıda adı geçen divânı harblerin
birincisini teşkil eden heyette yaşlı başlı, namuslu ve erkânı askeriyyeden
hakkıyla haberdar, vicdan sahibi kimseler, zamanlı zamansız sorguya alınanların
durumlarından haberdar olduklarında ve adalet ilkesi anlayışına aykırı
bulduklarından böyle gayrihukukî davranışlara cesaret edenlere, yaptıkları
hâinane davranış yüzünden öyle ağır azarlamalarda bulundular ki ve tekrarında
da, pek ağır şekilde kanunu tatbik edeceklerini bildirerek, yönlendirilmelerine
kalkışacaklara cesaret vermediler.
Bir de; Topçu Hasan
Rıza Paşa divan-ı harbî de denilen 2.divan-ı harbî heyeti hâkimesi vardıki, ittİhad
ve terakki heyetinin yirmiüç-yirmibeş yaşındaki azalarından olan genç subaylardan
meydana gelmişti. İşte bu heyet-i hâkime, diğer heyet gibi yapmak şurada
dursun, kendilerini cemiyetlerine beğendirmek gayesiyle her türlü haksızlığa
geçid vermekten başka, gayrikanuniliğe saparak bir iki sene hapis cezası verilebilecekken
veya hiç de ceza almaması gereken mazlumlara idam cezası vermekten, yüzlerce
insanı Ayasofya ve Ba-yezid meydanlarında, asılarak hayatlarına son vermek
kara-rını almaktan çekinmediler. Böylece kendi vicdanlarını yakıp ahiretlerini
berbat ederlerken cemiyetlerine yaranmak onlara tatmin verdi mi? Cemiyete karşı böyle gayrimeşru yolla
hizmet veren 2. harb-i örfî divan reisi ve heyeti yaptıkları gayri kanunilik
yüzünden Osmanlı hukuk tarihini de kirlettiler
31/Mart/1325-14/Nisan/1909'da,
meydana gelen meşhur vak'a, Osmanlı devletine bir miktar saygı ve sevgi duyan,
maziye cesaretle sahiplenen insanların yüreklerinde izdıra bi hissettiği
günlerden bir günü yâd ettirir. Târihin en siyasî padişahını tahtdan
indirenlerin milletimizin kol ve kanadını kırmaktan başka hem islâm âlemini
hernde bütün cihanı pusulası bozulmumuş bir geminin dalgalı denizlerde seyr-i
sefain etmesine benzettiler.
Bütün bunlar 1909
senesinden beri yazılıp çizildi. Lehde ve aleyhtekiler kalemlerini oynattılar.
Biz 93 sene sonra târih çalışmamızın sayfalarına taşıyarak, hatıratlardan ve
makalelerden gelen bilgiyi belki de ilk defa Osmanlı târihi içine sokmuş
oluyoruz. Böylece eğer talebe evladlarımız ders kitaplarından ayrıca yardımcı
kitap okuma alışkanlığı kazandığı takdirde olanlara daha çok vâkıf olabilecek
insan sayısı ziya-deleşecektir.
Şimdi; 1 7/Nisan/1919
senesinde bir mânada menfur 3l/Mart olayının lO.senei devriyesinde İKDAM
Gazetesinde aşağıya alıntıladığımız yazı neşredilmiştir: "Hareket ordusu;
Sultan Abdülhamid'i, tahtdan indirdikten sonra yaptığı Yıldız Yağmasında,
5'erlik 500 bin Osmanlı banknotu, 25 bin adet beşibiryerde Osmanlı altunu
almıştır. Yağma hakkında resmi rapor, 17/Nisan/1919 tarihli İkdam Gazetesinde
neşre dilmiştir. Buna göre Mahmut Şevket Paşa, çeşitli pan-tantif taç yüzük,
bir altun manfal, Hüsnü Paşa, murassa tütün tabakası, bir gerdanlık, Hareket
ordusu erkânn-ı harp reisi Mirliva Ali Paşa müteaddit küpe ve yüzükler, Hasan
İzzet Paşa, halılar, seccadeler, kravat iğneleri, murassa taç, Enver ve Cemâl
Beyler (sonra paşa) damad İsmail Hakkı (Okday), en kıymetdar eşyalar, mobilya,
vazolar, muhtelif pırlantalar ve çok miktarda zümrüt ve külliyat. Ahmet Rıza
Bey (Ayan Reisi) kıymettar yemek takımları, murassa saat, zikıymet çeşitli
eşyalar. İsmail Hakkı Bey (Bursa Valiliğin-deyken vefat eden) 2 bin altunlira
kıymetinde bir zümrüt yüzük. Emniyet eski müdürü Hicaz eski valisi Galip Paşa
muhtelif cins kadın murassa süs malzemeleri. İsmail Hakkı Bey'in biraderi Cafer
Tayyar (Eğilmez paşa) ve Mehdi Beyler inci küpeler, pırlanta yüzük, kıymetli
rovelverler (tabancalar) Elmaslı ve incili gerdanlık. Yakup Cemil mühim miktarda
tahvilat. Karasi mebusu Hüseyin Kadri Bey zümrüt kol-yeli murassa bir hançer.
Çerkeş Kemâl Bey müteaadit ve kıymetli külliyat (kadın eşyası) Hüseyin Cahid
Bey murassa hokka takımı, iki adet murassa saat. Cavit Bey ve Karaso Efendi
mühim ve muhtelif miktarda kıymetli elmas. Bolu eski mebusu Habib Bey; muhtelih
cins tahvil. Vehib Paşa çok miktarda hisse senetleri kıymetli ve murassa kravat
iğneleri. Hareket ordusunun fedaileri de pek çok kıymetli eşyayı yağma
eylemişlerdir. Bir rivayete göre Abdülhamid Hân'ın Selanik'e gönderilirken
çantası elinden alınmıştır. Bu çantadaki mücevherleri^ kıymeti 900 bin
altundur. (1919'daki kıymetle 125 milyon lira etmektedir) Bu çantayı o
târihlerde Hürriyet Ordusu kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ile oğlu eski Taşlıca
kumandanı Ali Rıza Paşanın, Abdülhamid Hân'ın elinden zorla aldıkları
kaydedilmektedir. 16/nİsan/1919 tarihli İkdam Gazetesinde bu çanta mevzuunda
dikkate değer bir yazı vardır. (Sonradan bu çanta eski
şehremini Tevfik bey ile İstanbul reji
müdürü Hasan İzzet beyler ile Ayan reisi Ahmet Rıza bey, Cemâl ve Hafız Hakkı
Paşalardan müteşekkil Yıldız tahliye heyeti tarafından Hareket Ordusuna teslim
edildiği söylenmektedir. Bu mücevher ve nakit paranın Hareket ordusu erkânı
arasında taksim edildiğinin tevatüren söylendiği bir gerçektir. Not: Bildbilan
elmas kolleksiyonları Midhat Şükrü'nün hanımı vasıtasıyla Paris'de bir Ermeni
kuyumcuya satılmıştır.
Mazlum milletimizin
insanlarını çeşitli sıkıntılar, açmazlar içinde hapishanelerde ve
darağaç'lannda zulme maruz bırakarak masonların talimatlarını yerine getirmeye
çalışan İttihatçılar çetesi; bir tarafdan da İslamların halifesi ülkenin padişahı
Sultan 2. Abdülhamid'i tahtdan indirip yerine geçirecekleri yaşlı ve hasta
Sultan Mehmed Reşad'ın elinden devlet yönetimini, kendi arzularına kullanma plânına
son rütuşları yapıyorlardı.
Hareket Ordusunun
Ayastefenos'da yâni Yeşilköy'deki sahrada kurmuş oldukları karar gâhlarına
yakın olan, Yat klübünde eski sadrıazamlardan ve ayan reisi, Mehmed Said Paşa
riyasetinde topladıkları iki meclisin üyelerinden alınan karar muvacehesinde
Hareket ordusunun İstanbul'a girme müsaadesi verildi. Böylece bu orduya bağlı
birliklerin, şehre girmesine müsaade eden Meclis-i mebusan, tam tersine:
"bu birlikler emir ve ko-muta dahilinde teşekkül etmiş birlikier değildir.
Âsiler güruhudur" diye bir karar alsa idi o zaman târihin akışında kim
bilir ne değişiklikler olurdu amma, târih ilmi böyle bir soru sormaya pek
birşey demiyor amma verdiğiniz cevaplan ise kabul etmiyor.
Çünkü olan olmuştur.
Olanı değiştirmek kabil değildir anlayışı, realistçe anlayış kabul edilmiştir.
Tâ ki yeni tevali edecek vak'alarda bu tecrübeler göz önüne alınıp hareket
edilirse ki târih ilminin maksad-ı esasında bu madde olup pek önemlidir, o
zaman ne âlâ'dır.
Bu düşünceler ışığında
mebusan; kendilerine ahaliyi temsil etme hakkı veren padişahı, Yat Klübünde
Osmanlıyı oniki sene içinde batıracaklara, teslim etmiş oldular. Ve başlarında
da, defalarca Padişah Abdülhamid hân'a, defaatle sadrazamlık yapan Mehmed Said
Paşa olduğu halde bu mânevi cinayeti işlediler. Yıldız Sarayı'nın sadık
bekçileri Arabla, Arnavut ve Anadolu taburları birer bahane ile değiştirildi.
Yerlerine konanların Hareket Ordusunun taburları olduğunu ifade edelim. Bu
işde halledildiğinde; artık Sultan Abdülhamid'den korkacak bir şey kalmamıştı.
Netice itibarıyla Yat
Klübde alınan karar gayri resmî surette alınmış idi. İşin resmî olanı Meclİs-i
Mebusanda gündemli toplantı ile yapılandı. Bunu sağlamak için İttihadçüarın
hazir-layıp, Mahmud Şevket Paşanın çekdiği, Yıldız Sarayının her çeşit
haberleşmeden mahrum edildiğine dâir telgrafı üzerine ayan ve mebusları
meclisde topladılar. Meclise davet olunan Fetva Emîni semahatlû Nuri Efendi
hz.lerinin, Antalya mebusu Elmairiı Hamdi (Yazır)*Efendi'nin karalamış olduğu
fetva müsveddesindeki ifadeleri şer'i şerife aykırı düştüğünden tasdik
olunmadı.
Bu vaziyet karşısında;
Hüseyin Hilmi Paşanın sadareti münasebetiyle şeyhülislâmhkdan istifa etmiş
bulunan Cemaied-din Efendinin yerine meşihata getirilmiş bulunan Rumeli
Kazaskeri Ziyaeddin Efendi gördüğü tazyik karşısında, kerhen yukarıda bahse
konu ettiğimiz müsveddeyi bir fetva hâline getirip, İmzayı basdı. Böylece de
şer'an fetva tamamlanmış oluyordu. Hâl edilmeye lâzım gelen evrak
tamamlanıyordu. Sultan Abdülhamid hz.leri 7/rebiüIahir/1327sene-i
hicriyye-14/nisan 1325 senei rumi-27/nisan/l909'da salı günü taht-dan
indirilirken aynı günde veliahd Mehmed Reşad Efendi saltanat-ı padişah ve
makamı hilâfete geçmiş oluyordu. Mahlû hakan ailesinden bazı ferdlerle Selanik
şehrine, mecburi ikamete sevk olunuyordu.
Bir görüşe göre
gayrimeşru olan fetva ile Sultan Hamid'in hâli kararını aldıran cemiyet, her
hâl-û kârda diyanet-i islâ-miyyeyi bir âlet makamında kullandığı halde, padişah
Sultan Hamid hakkında verilen bu kararın "şeriat-ı garra-yi
Mu-hammediyye" diye uygulatırken, öte yandan eldeki anayasanın
11.maddesinde "devlet-i Osmaniyye'nin dinî islimdir." Şeklinde
yazılıyken dine uygun şeriata bağlı bir kararın tebliğini yaparken, o dinin
sâliklerinden olmayan şahsı, bu tebliğde istihdam etmek tabii ki gayri kanuni
hallerdendir.
Çünkü Yıldız Sarayına
tebligatı yapmaya gönderilenler arasında bulunan siyonist cemiyetinin,
Osmanlının yıkılmasını teminle görevlendirilen ve Selânik'de bir müddet
kalmış, herkesin ne mal olduğunu bildiği Selanik mebusu ve İttihatçıların akıl
hocası Emanuel Karaso'nun heyetle vazifelendirilmesi fetvaya ihanettir.
ittihatçılar;
kendilerinin hazırlayıp gerçekleştirdikleri 31/mart vakasını 2. Abdülhamid ve onun
yakın adamlarına isnad ettiler. Halbuki bizzat 2. Abdülhamid'in sadarete
getirdiği A.Tevfik (Okday) Paşa'nın gayretleri vatanseverliği ve işbilirliği
sayesinde kontrol altına alınıp,teskin olunmuştu. Eder Abdülhamid ve yakınları
bu elîm vak'anın tertipçileri olsalardı, herhalde bu vak'a bittiği gibi değil,
başka şekilde neticelenir, padişahı da taht' dan indirecek bir meclis-i
me-busan dahi ortada kalmayabilirdi! Sultan Hamid'in Seiânik'e gönderilmesinin
peşinden hareket ordusunun ittihatçıları, tam bir kör sadakatle bağlılığı
neticesinde saklandıkları deliklerden fırlayan me'şum cemiyetin azaları ve
sabık kabinenin üyeleri yeniden hükümeti kurmak sevdasına düştüler.
Meşrutiyetin ilk padişah ve halifesi ilân ettikleri Sultan Reşad'ı derhal
meşrutiyet anlayışının aksi istikametinde yönlendirmeye gayrete girdiler.
Tevfik Paşanın, Sultan
Reşad'ın huzuruna çıkıp, kabine üyeleriyle birlikte istifasını sunması ve yeni
padişahın Tevfik Paşa'yı görevinde ipka etmesi ittihadçıları bir hayli kızdıran
olaylardan biridir. Nihayet dayanamayan Sultan Reşad"ın; "Ben
meşrutiyet kanunlarına uygun hareket ediyorum. Sizler buna uymayacaktinizda o
zaman bizim bilâderin ne günâhı vardıda mahlû eylediniz" demiş olduğu pek
yaygındır.
Ne varki, komitacılar
güruhu padişaha tebelleş oldular fazla bir zaman geçmeden Hüseyin Hilmi Paşayı
yeniden sadarete getirecek olan kararın birinci merhalesi olan Ahmed Tevfik
Paşanın ve kabinesinin azlini emreden irade-i seniyye-yi elde ettiler. Böylece
2. merhalede H.Hilmi Paşa kabinesi kurulduğunda, Mülabei Sıbyan yâni çoluk
çocuk kabinesi denebilecek hükümet kuruldu.
Hüseyin Hilmi paşanın
bu ikinci sadareti yukarıda konulan ara başlıkla yâd olunsa yeridir. Çünkü; bu
kabineye mümkün mertebe ittihadçıların, dolduruldukları göz önüne alınır ve
tatbikata bakıldığında görülecek olan manzara böyle isimlendirilmesinde
isabetlidir. Bu kabine evvelâ Yıldız Sarayı yağmasını gerçekleştirenleri temize
çıkardı. Daha da sonra yine Yıldız Sarayı baskını sırasında meydana gelen
olayların nihayetinde mazlumların hakkını ortada bıraktı. Yine bir çok kişinin
nahak yere katline ve idamına seyirci kaldı. Sultan Abdülhamid'i, bankalardaki
nakit para ve senetlerini bağışlamaya icbar eden muameleye en azından göz
yumması, bir gasp hükümeti olduğunuda ortaya koyar. Nihayet sokaklarda
hertürlü cinayetin, ittihatçılar tarafından işlenmişlerine müsaadekâr
tutumları, verilen nâmı almaya hak kazandırmıştır.
Caniler Kabinesi adını
verdiğimiz İttihad ve Terakki cemiyetinin; babıâlî şube-i merkeziyesi, Şeref
Efendi sokağındaki ittihatçıların genel merkezi heyeti idare reisleri ilede
birleşerek, Yıldız Sarayı hümayunun dan aldıkları mücevherat ve diğer kıymete
haiz mallan, târihin yazmaktan yüzünün kızaracağı bir suretde, sarayı
hümayunda bulunan hizmetkâr ve kalfalardan, cebren ve işkence yaparak gasp
ettikleri elmas gibi pek değerli eşyayı güya pederlerinden mirasmış gibi
aralarında paylaştıktan sonra, ahalinin gözünü boyamak kasdıyla bir kaç parça
mücevheri Avrupaya gönderip bunların değeri olan üçyüzküsûr bin lirayı bulan
küçük bir miktarı, Donanma Cemiyetine yardıma verdiklerini ve bir mikdar
mücevher ve de parayı hazineyi hümayuna ve müzehaneye verdiklerini utanmadan
ilân etme yoluna gittiler.
Şeklinde izahat veren
Salahaddin Bey yine şunları söylemektedir: "..Bir âleti şer makamında ve
her bir hususda istihdam olunmak üzere Selânik'den getirilen ve her cihetten
şayanı itimat olan Avcı Taburlarının ifâ edecekleri hizmeti diğer taburlar,
zabıtan ve efradının icra edemeyecekleri cemiyetçe malum olduğundan, 31/mart
hadisesinin ihdası vazifesini bunlara tahmil İle İstanbul'daki askerlerin
efkârın! tahrik ve tahdişe başladığı ve vesaiti şâire ile de sebükmağzanı
ehaliyi teşvik ve iğfal ve ordu ile beraber ihitlâl çıkanlmas; temin
edilmiştir. Vaka-i faciayı ihzar eden Avcı Taburları zabıtanı, yevm-i hadisede
(olay günü) nefer elbisesiyle, sokakları dolaşarak isyan eden, asker İle
ehaliyi tahrikden ve va-ka'nın tevessü (genişlemesi) etmesi yolunda bir çok rol
oynadıktan sonra zaten müretteb olduğu vech ile Selânik'den hareket eden
ordusuna iltihak üzere Çatalca ve Hadımköy cihetlerine firar etmişlerdir.
Cemiyet ve kabine oynadığı bu oyununun kendi aleyhine dönmesinden havf ederek
her biri bir tarafa firara başladıklarından tahlis-i nefs sevdasına düşen
Hüseyin Hilmi Paşa ve kabinesi dahi istifasını verip firar etmiş olduğundan,
memleket hükümetsiz ve hâli isyanda kalmıştır. "Selahaddin Bey'den sonra
ise bakın onsekiz sene şeyhülislâmlık görevi yapan Cemaleddin Efendi'de
hatırat'ın-da:
"31/mart/hadisesinde
önayak olan Avcı Taburları, ilân-i meşrutiyet-i müteakip Selânik'den Istanbula
getirilmiş ve Kâmil Paşa tarafından geldikleri yere iadeleri teşebbü sünde
bulunulmuşsa da, cemiyet kabul etmemişti. Meşrutiyetin muhafazası için
getirilmiş taburlar, yaptıkları umulmaz davranışla ittihatçıların var olan
tesirlerine dahada güç katmış oldukları dikkat çekicidir." Demektedir.
Pınar yayınları
arasında neşrolunmuş ve Berire Ülgenci hanımefendinin hazırlamış olduğu
Mevlânzadenin 31/Mart/Bir İhtilâlin Hikâyesi adlı eserinde ebedi muhalif,
Mevlânzâde Rıfat Bey; Hüseyin Hilmi Paşanın olayın kopması ile birlikte, ipi
ucundan kaçırdığını hatırlatırcasına istifasını ve ardından ihtifa eylediğini
bu günkü tâbirle saklanmak mecburiyetinde kaldığını ifade etmektedir. Bizde bu
mütalaadan istifade etmeyi uygun gördük. Önce Mevlanzâde'nin son
değerlendirmesinden bahseden kitabın satırlarına aynen yer verelim:
"..Olayların
gidişatı, halkın tedirginliğini ve orataya çıkmakta olan anar siyi ve durumun
kötüye gitmekte olduğunu Başbakan Hüseyin Hilmi Paşa'dan önce gören değerli
ilim adamları, acilen ileri gelenlerden Haydar Efendi başda olduğu halde özel
bir toplantı yaparak, elle tutulmak derecesine varan tehlikenin ortadan
kaldırılmasına veya hafifletilmesine ilişkin görüş ve tartışmalarda
bulunsunlar; toplantının neticelerini ve kararları da; Muallim Fatin Efendi ve
bir kaç değerli kişiyle beraber hükümetin başında ve fakat büyük bir gaflet
içerisinde bulunan Hüseyin Hilmi Paşa'ya bildirerek alınması gereken tedbirleri
bütün ayrıntılarıyla sunup, uyarılarını dile getirsinler de böylece
meşrutiyetin büyük Başbakanı da ilmiye heyeti mensuplanna-istibdadın ileri
gelenlerinin şan'ların-dan olan-büyük bir kibirle, asker arasında kötülüklerin,
kışkırtmaların asla yerleşemeyeceğini, bu konuda Harbiye Nâzın Rıza Paşanın
kendisine teminat verdiğini söylesin.
Hüseyin Hilmi Paşa o
sıra Başbakanlıktan başka Dışişleri bakanlığımda yürütüyordu. (Mevlanzâde
zühule düşmüş olacak H.Hilmi Paşa sadarete inzimamen dahiliye vekâletdı.M.H)
Ülkede yalnız kendini işten anlar zannediyordu. Nihayet ne oldu? İhtilâl
başlar başlamaz makamına gelmedi ve hiç bir önlem almadı. Meşrutiyetçilere ve
hürriyet severlere de gidemedi. Doğrudan doğruya istibdada, Abdülhamid'e koştu,
sığındı. Saray- da,hayatı derdine düşdü. Orada istifa edip,saklandığı yere
geçti."
Şimdi târihin; bu gün
içinde yaşadığımız, zaviyesinden bakarsak, günümüzde yaşanan darbeler ve
muhtıralar döneminin başka bir versiyonunun o dönemde de yaşandığı noktasına
varmak kabil olur. Ancak; Mevlanzâde'nin değerlendirmesinin öncesindeki,
bölümlerinden olan ittihatçıların İstanbul merkezinin mensuplarının gizlenmesi
hakkında ki beyanlarına da bir atfu nazar edelim: "..Mahmud Muhtar
Paşa'nın görevini terk edip gizlenmesi, yalnız isyancı askerlerin şımarmasına
hizmet etmedi. Hükümeti idare eden heyet-i vükelâyı da şaşkınlıklar içinde
bıraktı. Evet hükümetin tek dayanağı olan Harbiye Nezaretindeki askeri
kuvvetinde isyana katılması haberi şaşkınlığa yol açmıştı. Mahmud Muhtar
Paşa'nın kaçış haberi akıllarını zıvanadan çıkarmıştı. İsyancı askerler-se
zafer kazanmışcasına tavırlar alıp ve silahlarının kurşunla-rıyla isteklerde
bulunmaya kalkışır oldular." Dedikten sonra şöyle devam etmekte:
"Vatana karşı hamiyet ve şefkat besleyen akıl sahibi kişiler derin
endişelere kapıldılar. Vatan düşmanlarının yok edilmesi için Osmanlıların
hayatı bahasına sahip olunan mavzerleri vatana çevrilmiş görünce yavaş yavaş
ümitsizliğe kapılmaya başladılar."
Muhterem okurlarım; Gazi
Mahmud Muhtar Paşa pek meşhur Katırcıoğlu Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın oğludur.
Çok cesur ve tarikat-ı nakşibendiye'ye müntesib Erenköy'deki Kelâmi Dergâhı
Şeyhi Esad efendiye müntesib bir zat olduğu gibi savaş alanlarının eli kılıçlı
yaman bir suvarisidir vede,1897 Osmanlı-Yunan harbinde bir huruç harekâtı
sayesinde daha yüzbaşı iken Gazilik unvanına erişebilmiş nâdir rastlanır bir
askerdi.
O dahi hem de kendi
milletinin evlâdı olan askerinin şiddetinden havf edip kaçıyorsa, isyan
edenlerin hedefi hâline gelmiş kişilerin başında yer alması muhtemel
sadrıazamın saklanmayı tercihini anormal karşılayarnıyorum. Zâten bu hususda
Mevlanzâde Rıfat bey yine de kitabının 48. sahifesinde, Hassa kumandanı Mahmud
Muhtar Paşa, Harbiye Nâzın Rıza Paşa'dan
aldığı ve bu hususda Hüseyin Hilmi Paşa ile mutabık kaldığı tedbir kararlarını
ifa için isyana katılmamış askerle, isyancıların birleşmesini önleyecek
tedbirlere teşebbüs hususunda, "Osmanlı askerinin dini duygularını ve şu
andaki ruh hâlini dü şünmeden, kararını yalnız vazife denilen zayıf bağlar
üzerine bina etti.
Derhal Harbiye
Nezâretinin (şimdiki İstanbul Üniversitesi bahçesi) kapılarını kapattırdı.
Askerleri toplayıp kendine has ceiâdetli bir ifadeyle, görev başına davet etti.
Vazifenin kutsallığı hakkındaki sözlerinin askerleri gerçekten etkilediğini
kanaat getirip, Harbiye Nezâreti meydanına topladı ve mitralyözler
yerleştirerek asilerin hücumunu beklemiye başladı. Mahmud Muhtar Paşanın bu
kanaati memleketin ruhuna uymayan bir saflıktı." Demiş bulunmakla tedbiri
doğru bulmadığını hatırlatıyordu.
Nitekim Ayasofya
önlerinden yola çıkan isyancılar yolda işsiz güçsüz ve mürettep bazı
kafilelerle karşılaşıp, birbirleriyle kaynaştılar ve Harbiye Nezareti binası
olan, şimdiki İstanbul Üniversitesi istikametinde yola revan oldular. Yürüdüler.
Bayezid'e geldiler. Gelenler, nazırlığın bağçesinde kendilerini alesta
bekleyen askere meşru hükümete karşı bir ayaklanma olmadığı, bîr kaç dinsizin
terbiye edilmesi olduğunu söylediler ve asilerden bir kaç hoca kılığına girmiş
zevat bahçenin parmaklıklarından geçerek bahçede bekleyenlerin arasına
daldılar. Birbirleriyle ağız ağıza kulak kulağa verip konuştular, halleş-
tiler. Bilahire bahçedeki askerin firara başladıkları görüldü.
Bu arada Mevlanzâde
adı geçen eserinde sahife 58.de şu beyanlar ile önümüze bir manzara seriyor:
"İsyancı askerler o kadar coşkuya kapılmışlardı ki en acizleri bile, idam
etmek için ittihat ve terâkki üyesi arıyorlardı.(..) Ortada dolaşan
söylentilere göre, Hüseyin Cahid (Yalçın) Bey elçiliklerden birine, Cavit Bey
(Dönme) Şişli'de bir Fransız'ın evine, diğerleri de Prens Aziz'in yatına
bazılarıda memleket dışına sıvış-mışlardı. Ahmed Rıza Bey ise babıâl'i'de
sıkışmış kalmıştı. Asi askerler onu kuşatmış, dışarı çıkmasını
bekliyorlardı." Şeklinde bir dil kullanan yazar Mevlanzâde, şöyle bir
hüküm ileri sürmekten kendini alamıyordu. Hükümet demek İttihat ve Terakki
merkeziydi, onlar savuşup kaçtıktan sonra kendini başvekil zanneden Hüseyin
Hilmi Paşa inisiyatif sahibi olmadığını anlamış ve saklanacak melce olarak
Sultan Abdül-hamid'in evini bulmuştur. Demek suretiyle Sadrıazam Pa-şa'yı,
müzmin bir ittihatçı muhalifi olarak yerin dibine sokmaktan geri kalmamıştır.
Son Sadrazamlar adlı
kıymetli eseriyle büyük bir hizmetin sahibi olan İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal
bey merhum, adı geçen eserinin 1709. sahifesinde: "Tevfik Paşa'nın bana
nakl ettiği pek mühim bir maddeyi burada zikretmek, târihe mühim bir
hizmettir. Padişah; ordu'nun gelmiş olması ile durumunun vahamet kesbettiğini
anladığında Tevfik Paşa'ya madem beni istemiyorlar, saltanatı biraderime ferağ
ederim.
Devleti o idâre
et-sin. Fakat; bir komisyon mu? Meclis mi? Ne derseniz deyiniz kurulup, bu
vak'a (31/mart vakası)'da dahlim olup olmadığı meydana çıkarılmalıdır.
Dediğinde, Tevfik Paşa, doğruca ayan reisi Said Paşa'ya gidip, padişahın
dediklerini anlatır. Said Paşa: bir meclis kurulur mahkeme edilir, dahli
tesbit olunduğunda- kanuun-i esaside-padi-şah mukaddes vede gayri mes'uldür.
Nasıl cezaya tâbi tutulur? Eğer suçsuz olduğu takdirde! Bizim hâl ve mevkıimiz
ne olur? Bu cevap üzerine Tevfik Paşa; ben, size padişahın dediklerini
aktardım. Ne yapacaksa ayan ve mebusan meclisi yapacaktır cevabını
vermiştir."
Yukarıda yapılan
ifşaat yakın târihin ilk defa duyduğu ifşaattan olmamakla beraber, yeni
nesiller yetiştirmekte olan milletimiz geçmişimizde olanları gerek yâd etmek
gerekse, de yeni neslin tahlil edebilmeleri için önem taşıyan bu tip İfşaatları
günün konusu hâline getirme vazifesini mazide yaşananlardan ders alınmasını
hatırlatanlara adetâ bir vazife olarak addetme anlayışı hâkimdir ve bu anlayış
nesiller boyu devam etmelidir. Bahse konu ifşaatın son satırı ne kadar sır
dolu! Bu kadar mes'uliyetten kaçan bir devlet adamının, dokuz defa sadarete
getirilmesi ne büyük gaflettir. O, bizim hâl ve mevkıimiz ne olur diyen ağız,
acaba hangi hakikatleri saklayan kötü bir mahzenin kapısı oldu?
Abdülhamid
Cennetmekân'ın hâl edilmesine girmeden evvel, bu zâtın karşılaştığı muhalefete
bir nebze olsun dokunmadan, geçersek çalışmamızda belki nice eksikler bulurken
bu hususu atlarsak telafi edilmez bir eksiği biz göz göre göre yapmış oluruz.
Bu münasebetle; 2/Mayıs/1992 senesinde İlim Kültür ve Sanat Vakfı Târih
Enstitüsü tarafından tertiblenmiş 2. Abdülhamid ve Dönemi adlı, Sempozyum
Bildirileri'ni kitaplaştırmış bulunan Seha Neşriyat'ın bu değerli kitabının
her biri değerli tebliğleri sunan muhterem ilim ve bilim adamlarının aralarında
yer alan, bahsimize uygun tebliği ile Sayın Erol Özbilgen Beyefendinin,
beyanlarından alıntılarla sahifemizi süsleyelim.
"Osmanlı
Padişahları. Fâtih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kaanuni Sultan Süleyman,
Avcı Sultan Mehmed, Sultan Mahmud-ı Adlî gibi, çeşitli unvan ve lakablanyla
tanınırlar. Genç Osman, Deli İbrahim, Sarhoş Selim gibi bazılarının hâlleri,
bir kısmının belirgin özellikleri de tevatür biçiminde halk arasında yayılmış
unutulmamıştır. Dördüncü Murad kuvvetlidir, kahhardır, üçüncü Selim duyguludur,
hassastır, Sultan Abdülaziz güçlüdür, pehlivandır, babayanidir. Beşinci Murad
mecnundur, masondur." Şeklinde beyanda bulunduktan sonra Özbilgen şunları
ifade etmektedir 2.Abdülhamid Hân hakkında: "Bu bağlamda Sultan 2.
Abdülhamid'in resmi unvanı <elGazi>dir. <Zeki ve hassas, tez
anlayışlı, mu-tad muamelesi çok nazik, tehdidini hakkıyle yerine getirmeğe
kadir, lüzumunda şiddet göstermeyi veya hiddetini teskin etmeyi biiir>
Özellikle muhalifleri tarafından üretilen lakabla-rı ve şöhreti ise, Osmanlı
hanedanı içinde en geniş spektru-mu hâizdir; İslamcı, kızıl sultan, evhamlı,
cani, kadın düşkünü, ırz ve namus düşmanı, hasis <pinti> Ama en önemli
özelliği herhalde Sultan Abdülhamid'in Osmanlı padişahları içinde <hatta
kalıntıları günümüze kadar devam eden> en güçlü muhalefetin muhatabı, hedefi
ve simgesi olmasıdır. Muhalefete sözlüklerle verilen anlamlar şöyle
guruplanabilir: I-soyut anlam: Uygunsuzluk, aykırılık, zıtlaşma, karşıtlık.
2-Somut anlam: Çirkin ve fena bir şeye karşı tepkime.
3-Mecâzi anlam:
Sevişmezlik, düşmanlık, nefret etme. " Diye üç başlık altında toplayıp
bunların incelenmesine geçen sayın konuşmacı, Düşünce ortamı adıyla açtığı bir
bahsin hemen ilk cümlesinde mühim bir tesbite parmak basar; ''Tanzimat ilke
olarak Osmanlı devletinin klasik dönem diyebileceğimiz 19. yüzyıl öncesindeki
yönetimiyle, hukuk yapısıyla, bilimiyle, diliyle, edebiyatıyla, mimarisiyle,
giyimiyle kuşamıyla eğitimiyle, zeokleriyle kısaca kültürüyle zıttaşır, ona
tepki gösterir, sevişmez. Yâni; <Tanzimat Deuleti> kendi aslı ile
muhalefet halindedir. Her nekadar tanzimat-döneminin ıslahat fermanı ile
kapandığı kabul edilirse de, genç gönüllere, genç zihinlere yerleştirdiği
batı'ya doğru tek yönde açılan bu ictihad kapısı hiç mi hiç kapanmamıştır"
Dedikten sonra
Tanzimata gönül veren ilk aydınlar adjyla da nitelenen bu nesil, eski ile yeni
arasında bir köprü, bir öğretmen olarak vazife almak durumunda kalmışlar ve
bilgi bakımından ve görgü münasebetiyle hayli kısıtlı olduklarından bir
sentezde yapmaya muvaffak olamamışlar, sadece gözleriyle gördüklerini tarif
etmişlerdir. Bu saydığımız kişilerin yetişdirdikleri Avrupa aleminin bize göre
sehhar hâlini daha uzun süre ve daha da pratik alanda kullanabilecek hususlara
dikkat etmişler hatta Pâris'de bir Osmanlı okulu açılmasını sağlamışlardır.
Asetilen gazından elde
olunan ışıkla Cahmp Elize'nin geceleri gündüz gibi aydınlanmış olmasını
görmüşler, Avrupa şehirlerindeki devlet törenleri, faşingler, toplu eğlenceler,
tiyatro ve çeşitli sanat gösterilerini benimseyen bu kuşak ülkeye taşıdığı
müşahedeleriyle toplumun yabancılaşmasını sağlarken, bir mücadeleyi de
başlatmış oluyordu. Konuşmacı, bunları batı dünyasından seçtiklerini süzgeçden
geçirerek Münif Paşa, Ahmed Midhat Efendi ile Ahmed Rasim ve Hüşeyin Rahmi
Beyler gibilerinin edebiyat sosyolojisi olarak nakletmelerini ifade eder. Ben,
bu yapılan edebiyat sosyolojisi aktarımını kaçınılmaz bulduğumdan, bu zevatın
çalışmalarında okuma hususunda coğrafyamızda ne kadar zayıf olduğumuzu
hatırlarsak, okumaya teşvik bakımından da faydalı olduğunu ileri sürüyorum.1850
ile 1877 seneleri arasındaki Osmanlı devletinin Rusya, Karadağ, Romanya,
Sırbistan ve Bulgaristan'a karşı yaptığı savaşlar, Mehmed Ali Paşanın Mısır
meseleleri, Cebe I-i Lübnan velhasıl savaşsız gün geçmemesi ekonominin çökmesini
sağlamış, buna bağlı olarak da bu birikim Abdülha-mid dönemi için her nevi
sıkıntının kaynağını teşkil etmiştir. Bütün bunların baskısının kalkmasını
islâm dayanışmasında bulan Sultan Hamid panislamizmi devreye soktu. Balkanlarda
alıp yürüyen ırkçı ve milliyetçi düşünce tarzı her bölgede isyan bayrağı
açarken padişahın, müslümanlann birliğine ve hamiyyetine sarılmasını pek tabii
görmek lâzım. Çünkü insana öldüğünde sorulacak olan kimin kulu, kimin ümmeti
olduğu şeklinde tezahür edeceğinden toplanacak noktai merkezin panislâmist
anlayış olduğu gün gibi aşikârdır. Bunu sağlayan müessese hilafet de üçyüz şu
kadar senedir eldeyken bu tercihin muhalefet edilecek tarafı yoktur. Bizim Sultan
Hamid dönemini yazmaya başladığımızdaki bu padişahın kurduğu ilim ve bilim
yuvalarını kül türel ortam başlığı altında takdim eden konuşmacının
beyanlarından, muhaliflerin isimlerine geçerek bu bahsi tamamlayalım.
"Şinasi, Namık Kemâl, Midhat Paşa, Süleyman Hüsnü Paşa, Ahmed Rıza, Mahmud
Celâleddin Paşa, Prens Sabahaddin, Mizancı Mu-i'ad, yerli masonlar, ermeni
çeteciler oe Teufik Fikret, Ali Su-3-Oi, Jön Türkler, Bülent Ecevit'i de, şu
hâince satırları hasebiyle bu padişahın muhalifleri arasında görmek kabil.
Ecevit'in şu ifadesini konuşmacının tebliğinden almadan geçemiyoruz: ".Devleti çağdaşlaştırarak yaşatabilecek
ve halkı ezilmekten kurtarabilecek tek devlet adamı olan Midhat Paşa' yi
yargılamak üzere Fransızların elinden atabilmek uğruna Tunus'u Fransızlara
armağan eden de.., Türk ekonomisini ve mâliyesini yabancı denetime testim eden
de, büyük bir donanmayı Haliç'de çürütüp, bağımsızlığı tehlikeye düşüren
de.." Sultan Abdülhamid'dir" Demektedir, Bay Ecevit,13/ Ekim/ 1985'de
Nokta dergisinin 40. sayısına 20. sahifede yazmış olduğu "Gericilik
Osmanlıcılıktan Kaynaklanıyor" başlıklı yazısının muhtevasında. Bir de
konuşmacı Erol Bey'i bizlerin, Mehmed Akif Ersoy, Bediiüzzaman, İskilipli Atıf
Hoca, Abdünnafi Efendiler gibi zevatın muhalefetini söz konusu etmiyor, bu
tarafı da pek enteresan.
31/Mart Vak'asının
tenkilinden sonra, Mahmud Şevket Paşa Meclisin toplantı yaptığı Yeşilköy'e
gelerek mebusan ileri gelenleriyle Abdülhamid'i taht'dan indirmemelerini
tavsiye ettiğini bildiriyor merhum Reşat Ekrem Koçu, buna karşılık meclis
bilhassa ayanın azalan teskin olmuyor İllâ hâl edilecek diyenler ekseriyeti
teşkil ediyordu. 27/Nisan /1909'da Ayasofya meydanındaki mebusan binasında
toplanan müşterek meclisin üyesi olan Âyan'dan Gazi Ahmed Muhtar Paşa bir
konuşma yaptı ve şunları beyan etti: "6u gün Cenab-ı Hakk' meclls-i milliye
bir mühim vazife tevdi etmiştir. Millet telâş için-de bu vazifenin ifâsını
bekiiyor,heplmiz kalbimizde kararını vermişizdir. Sözü uzatmağa hacet yok,
sizlere yalnız iki şey teklif edeceğim. Ve kabulünü rica edeceğim. Devletimizde
bazen itlaf dahi vukubulmuştur. Kan lekesi milletin şân ve necâbetine
yakışmtyacağtndan bu hususdan çekinil-mesini şiddetle iltizam ediyorum.
İkincisi bu gibi ahvalde fetvaya müracaat olunmak adet olmuştur Bu günde bir
fetva alınmasını tavsiye ve
teklif ederim. Dedi ve alkışlarla kabul olundu." Şeklinde Abdurrahman
Şeref Efendi'den nakleden Merhum Koçu, kendiliğinden şu sözleri ilâve ediyor:
"Gazi Ahmed
Muhtar Paşanın Abdülhamid'in adını ağzına alamayışı şayanı dikattir, büyük
adamın devrilirken dahi heybeti vardır, koca mareşal onun tahtdan indirilmesini
konuşurken adını söylemeye edebi insaniyet ve şerefi askeriyesine uygun
görmemiştir. Kan dökülmemesinden bahsetmiştir, demek mebuslar arasında 2.Sul-
tan Abdülhamid'in 76 yaşına rağmen idamını düşünebilecek adamlar vardır ve
onların o heyecanlı günde duruma hâkim olmasından korkutmuştur." Diyen
Reşad Ekrem Koçu Abdurrahman Şeref Bey'in anlattıklarına geçiyor: ".Fetva
emini Hacı Nuri Efendi meclise çağırıldı. Celse tatil edildi. Fakat kimse
dışarı çıkmadı. Ayan ve mebusan reisleri ile kabine erkânı (Tevfik Paşa
kabinesi) ve mebuslardan fıkıh İlminde bilgi sahibi bir kaç kişi mebusan reisi
Ahmed Rıza Bey'in odasında küçük fakat mühim bir encümen hâlinde toplandı,
mebusların hazırladığı fetva müsveddesini Hacı Nuri Efendi beğendi:
<Tahtdan indirmede meymenet yoktur, teklif edin nefsini azletsin!> Dedi.
Kâtip, müsveddenin sonunu <hâl olunmak veya istifa teklif edilmek
şıklarından erbab-ı hail ü akid hangisini tercih ederse icrast şeklinde tashih
etti. Fetva tebyiz edilip Şeyhülislâm Ziyaeddin Efendi tarafından imza edildi.
İmzada kullanılan kalemi hâtıra olarak Afymed Rıza Bey aldı. Meclise girdik.
Ben de İstifa taraftarı idim, târihimizde tahttan indirme-ler daima uğursuz
olmuştu, meclisde ayandan ve mebusan-dan bir kaç kişiye fikrimi açdım, kabul
ettiler, fakat ekseriyet <Hal! Hât!> diye bağırmaya başladı. Mebuslar
tahtdan inde şeklini kabul etmekle hâkimiyet-i milliyenin kuvvetini göstermek
istemişlerdi. Reis Said Paşa fetvanın kabulünü meclisin reyine arzederken ayağa kalktı, fetva
ittifakla ayakta kabul edildi" şeklinde bana nakletti diyor Abdurrahman
Şeref Bey için, merhum Reşad Ekrem Koçu. Bizde hemen ilâve edelim ki, reylerin
verilmesi ayağa kalkılmak suretiyle izhar edildiğinden arada bir boşluk gören
Sultan Hamid'in dokuz defa sadarete getirdiği Said Paşa, rey vermekle ayağa
kalkanları kendisinin hemen yanında durmakta olan ve hı-şimlı bakışlarıyla
topluluğu süzen İttihatçılar çetesinin reisi Talat Bey'e dönerek: <Talat Bey
,şu boşluğada bir atf-u nazar eylesenizde karan ittifak ile alalım> demek
suretiyle, bu yaman komitecinin yıldırımlar saçan bakışları o tarafa çevrildiğinde
biz de yavaş yavaş ayağa kalktık diyor Abdurrahman Şeref Bey. Bilindiği gibi
Abdurrahman Şeref Bey, devr-i Osmanî'de çeşitli nazırlıklarda bulunduğu gibi
Osmanlı devletinin son Vakanüvis'idir, yâni son resmî tarihçisidir, Büyük
millet meclisinde vefatına kadar da İstanbul Mebusu olarak görev yapabilen
nâdir kimselerdendir. Bu meclisin hemen peşinden yaptığı iş, Sultan Hamid'e
hal'ini tebliğ edecek heyeti seçmek olmuştur. Böylece seçilen heyete koymuş
olduğu, Selanik mebusu sıfatıyla Emanuel Karaso'yu, Teodor Herzl yüzünden
padişahdan işittiği azarın intikamını, onu tahttan uzaklaştırmakla alakalı
kararı tebliğ heyetine koymakla alma fırsatını vermiş olmasıdır. Ermeni
Aram'da, habis ur olup heyet'de bulunması bir hakaret idi Padişaha. Hele Draç
mebusu Arnavut Esat Toptanî'nin kabalığı: millet seni azletti şeklindeki
ifadesiyle ne kadar büyük terbiyesizlik yaptı. Halbuki o zat, Toptani'yi bir
jandarma neferliğinden paşalığa irtika ettirmiş, Arnavut kavmine olan
muhabbetiyle, sarayının duvarlarını bu kavimden meydana getirilmiş tüfekçilere
emanet etmişti. Toptanî; bu hayasız ifadesiyle, Arnavutların yüz karası
olmuştur, padişahın bu kavime gösterdiği
. iltifat
karşısında. Böylece de, Osmanlı
Devletinin otuzüçyıl'dır yakalamaya çalışıp, sonunda muvaffak olduğu güç-ıenme,
yavaş yavaş dünya'da söz sahibi olma huşu sundaki son hamlesi dış düşmanın,
İçteki Dönme, Mason, Irkçı ve Hristiyan amaline hizmet taraftarlarıyla
birleştiler, hâinler ile kaynaştılar İsi âmin kılıcı olan devlet-i âliye'yi de
uçuruma ittiler. Mahmud Şevket Paşa'nın hâl esnasında, padişaha, hayatınız
ordunun şeref ve namusunun teminatı altındadır ifadesinin söylenmesinde, şüphesizki
padişahın hayatını emniyet altına almakdan kaynaklandığı bilinen husustandır.
Seiâ-nik'e gönderilmiş olması da, bazı macereperestlerin, Sultan-ı Mahlû
Abdülhamid hân'ın hayatına kasdlarını önlemeye matuf olduğu ileri sürülmesine,
pek bir şey demek kabil değildir. Çünkü; Mahmud Şevket Paşa İngiltere'de
bulunmuş ve seramik üzerine incelemeler yaptığı bunun neticesindede
Yıl-dız'daki seramik fabrikasına müdür olarak tâyin olunmuş ve rütbesi de,
tümgenerallikteydi. Hareket Ordusu, Selânik'den yola çıktığında da başlarında
Hüseyin Hüsnü Paşa idi. Tabiatıyla Hüsnü Paşa, rütbece Mahmud Şevket Paşadan
bir de rece altta olup, padişahça 3.Ordu kumandanlığına da atanan Mahmud Şevket
Paşa, işine koyuldu. Ordu kumandanı sıfatıyla hareket ordusunun yanına gidip,
kendisine bağlı olan Hüseyin Hüsnü Paşayı komutası altına aldı. Bu hareketi
du-rudrmak için yaptığı yoklamalar bir netice vermeyince, yapılacak işin
artık, Sultan Hamid'in hayatının izâlesini önlemek olduğuna dâir çalışmaları
yapmaktı. Hâttâ; Ahmed Rıza Bey'in yayımlanmış hatı- ratında, M.Şevket
Paşa'nın, Yeşilköy'e geldikten sonra Yat klüp yanındaki tesislerde de Ah-fned
Rıza Bey ile Ayan reisi Said Paşayı ziyaretle, mealen şunları söylediği
yazılıdır. Efendim; biz bu askeri
padişahın hayatı tehlike altındadır. Sizi onu korumak için götürüyoruz
diye diye yola koyduk.
Sakın ola ki, benden şifreli bir şekilde haber almadan öyle, hâl'di falan gibi
kararlar almayınız. Bu asker böyle bir şeyi duyduğunda, baş edilmez hâle gelir.
Diye tenbihde bulunduğunu, daha sonra da, Yıldız Sarayının enternesinin
ikmalini tamamladığında söylediği gibi şifreli haberi göndermiştir. Demektedir.
Sultan Abdülhamid Hân, kendisinin biraderi 5.Mehmed Murad Efendi'ye nasıl
senelerce Çırağan'da bakmışsa kendisinin'de orada muhafaza edilmesini
istemesi sistemin yeni sahiplerince, uygun görülmemiştir.
Selânik'e Aiaatini
köşküne gönderiimiştir. 23/Ekim/1912'de Selânik'in düşmesinden bir hafta önce
İstanbul'a dönene kadar bu köşkte kalmış ve muhafızı Ali Fethi (Okyar-eski
başvekil ve meclis reislerinden) Bey'e bu köşkün kendisine satın alınmasını
istemişti. Kendisine İstanbul'a dönüleceği söylendiğinde Balkan Savaşından söz
edilmiş ve o da habersiz olduğu bu savaşın nasıl husule geldiğini sorunca
vaziyeti anlatmışlar ve meşhur olan şu tedbiri söylemiştir. <NasıI olur
balkan hükümetlerini birbirleriyle ittifak eder hale getirdiniz. Birini bulup
Bulgar klişesini, başka birini bulupda Yunanlıların klişesini yaktirsaydınız,
onlar dünya da ittifak edemezdi> demek suretiyle dersini vermişti. İstanbul'a
dönmeye itiraz eden Sultan Hamid, bana bir rovelver verin burada kalıp savunma
yapalım demek suretiylede celâdet ve hamiyetini göstermişti.
Sultan Hamid ve
Aiaatini köşkü sakinleri Beylerbeyi sarayına yerleştiklerinin haftasında Osmanlı
devletinin batı'ya açılan penceresi sayılan Selanik, Yunan işgaline mâruz kalıyordu.
Mahlû Hakan, Selânik'de toplam olarak 3 sene, 6 ay, 3 gün süren bir dönemi
geçirmişti. Beylerbeyi Sarayına pek rızası yoktu. Yaşı ilerlemiş bu saray'ın
deniz kenarında ve rutubetli olması romatizmalarının ağırlaşmasına sebeb
olacağını düşünmüştü.
Gün geldi, kendisini
devirenler 1.cihan harbi esnasında ziyaret ettiler, akı! sordular. Fakat,
yapılacak bir şey kalmamıştı. Yalnız bir defasında Sultan Reşad'a İstanbul
elden çıkabilir bu yüzden başşehri Anadolu'ya taşıyalım veya geçici olarak
nakledelim dedikleri bilinmektedir. Bu husus Ab-dülhamid'e de, ifade edilmiş,
Sultan Hamid'de: asla böyle bir şey yapılamaz. Biradere söyleyin yerinden
kımıldamasın, eğer öyle bir şey yaparsa hanedan-ı âli Osman'a Konya ovasında
koyun çobanlığı kalır dediği pek meşhurdur ve Sultan Reşad'da bu hususda eski
padişahdan gelen ifadeye sarılmış, teklifleri red etmiştir. Hâttâ, Sultan
Vahideddin Hân'ın dahi İstanbul'u terk etmeyip, Anadolu'da işin başına
geçmektense o işi yapabilecek birine devredip, burada iki taraflı çalışmak
suretiyle de, yeri muhafaza düşüncesi, Sultan Hamid'in bu içtihadından geliyor
denmesi, yanlış bir şey olmaz. Sultan Hamid'in Aiaatini köşkünden İstanbul için
refakatine gelenlerin nazırlardan Germiyanoğlu Dâmad Arif Hikmet ve yine Vezir
Dâmad Çavdaroğlu Mehmed Şerif Paşa olduğunu ifade eden Öztuna Bey; "Büyük
Türkiye Târihi" adlı değerli çalışmasında, 7. cild, sahife 268'de aynen
şöyle diyor: "Sultan Hamid'in, muhafızlarının yanında, ikiside bilgin ve
değerli eserler sahibi dâmadlarıyla konuşması meşhurdur. Gazete okuması yasak
olduğu için kulaktan kulağa aldığı bilgi dışında siyasî durumu etraflı şekilde
bilmeyen Sabık Hakan dört balkan devletinin ittifakına ve bu ittifakın haber
alınmamasına hayret etmiştir. Makedonya'da klişeler meselesinin ortadan
kaldırıldığını öğrenince, balkan ittifakını bununla ızah etmiş fakat ittifakın
öğrenilmemesi karşısında elçilerin, ateşelerin ne iş yaptıklarını sormuştur.
Allah bu hâllere sebeb olanları Kahhâr ismiyle kahretsin, devleti hatırdılar!
Dedikten sonra teessür içinde gemiye binmiştir" Şeklinde konuştuğunu
naklediyor.
1842 senesinde
dünya'ya gelen Sultan 2.Abdülhamid hân, 10/şubat/1918'de vefat etmiştir.
Yetmişaltı yıllık bir ömrün otuzüç yılı Osmanlı İslâm Devletini (OİD)
yönetmekle geçirdi. 1909'da ittihatçıların taht'dan indirdiği Abdülhamid hân
Beylerbeyi Sarayında gözlerini dünya'ya kaparken, D yüce devlet de güneşin
batış hızıyla yarışırcasına ittihatçıçete tarafından, batırılmanın son
kertesine getirilmişti.
Sultan Abdülmecid
Hân'ın Tirî Müjgân kadınefendi'den gelmiş oğludur. Bu kadınefendi, Çerkeslerin
Şipşah kabilesinden olup, oğlu Hamid Efendi'yi pek küçük yaşda öksüz bırakrak,
dâr-u bekâ'ya intikal eyledi. Harem'de büyümeye çalışan hassas çocuk bir gün
padişah babası Abdülmecidin yanına geldiğinde, kıvrık kirpiklerinde tomurcuk
gibi göz yaşları inci dizisi gibi sıralanmış olduğunu gören Sultan Abdülmecid,
yavrusunu hemen kaftanına dolayıp, doğruca ha-rem'e geçmiş, kendisine bir çocuk
verememiş bulunan Perestû Kadınefendi'nin yanına varmıştı. Prestû Kadınefendide
bir Çerkeş hanımefendisi olup, merhume Tirîmüjgân Ka-dınefendinin mensup olduğu
kabile olan Şipsahlardandı. Sultan Mecid, büyük bir nezâketle vede pek edibâne
bir hitâbla: "Hanımefendi Hazretleri, bildiğiniz gibi şu gözleri domur domur
yaşla dolu yavru, benim merhum hanımım ue sîzin de akrabanızdan Tirîmüjgân
hanımefendinin yadigarıdır. Kendisinin yetişmesini ve terbiyesini, sizin ehil
ellerinize tevdi etmekten bahtiyarlık duyacağım lütfen ona müşfik bir valide
olmanız ve benim de, kocalık hakkım için bu fedakârlığı
beklediğimi itiraftan kendimi
alamıyorum" Demek suretiyle iknaya muvaffak olmuş zevcine bir yavru veremeyen
Perestû Valide Abdülhamid Hân'ın mesuliyetini seve seve deruhde etmiştir. Çok
sonraları bir sohbet esnasında üvey validelerden söz açıldığında, Padişah;
benim Perestûvâlide, üvey annemdir, fakat kendi öz annem sağ olsaydı o da
ancak onun kadar bana bakardı. Demek suretiylede hem bu valideye olan
minnetini, ifadeye fırsat bulmuş, hem de hatırşinas bir insan olduğunu
sergilemiştir. Târih İlminin devlet idaresinde ehemmiyetine müdrik olarak küçük
yaştan beri pek önem vermiş ve daha önceki bahislerde de temas ettiğimiz gibi,
Osmanlı sarayı, târihin sadece vakanüvislik şeklinde değil her olayın,
davranışın arka plânının bilinip, lâzım gelenlere öğretildiği bir ilim dalıydı.
Bu hakikatin idrâkinde
olan genç şehzade bu ilme apayrı bir alaka gösterdiğinden, öğrendikleri
hasebiyle olayların alacağı istikameti kestirebiime hassasına sahip olmuştu. Meselâ
amucası olan Sultan Abdülaziz'e kızan kardeşlerinin, hiç birisine uymaz,
amucasını korumak ve ona yapılan çeşitli tariz ve niyetleri bildirmekle, aynı
zamanda hilafeti ve devleti korumuş oluyordu. Sultan Hamid'le ilgili
çalışmamızın hemen başına koyduğumuz kurduğu müesseseler ülkenin yücelip
gelişmesini temine matuf olduğu izahdan varestedir, bu sebeble gelişmeleri pek
iyi takip ettiği de böylece kabul edilmelidir. Dünya'da imâl edilen
2.otomobil'in kendisine hediye edildiği pek bilinen ve de şaşırtıcı bir
vak'adır.
Ancak, bu otomobili
çalıştırtıp önünden geçirtmiş ve sonra da, bu her tarafı müteharrik bir âlet,
bunlar çalıştıkça haylice aşınır. O parçaların tamiri bizim ülkemizde
yapılamazsa dışarıya çok paramız gider. Bizim ne kadar çok vali, kaymakam,
paşalar, kumandanlarımız var, bunların her birine birer
otomobil versek devlet büyük sıkıntıya
düşer. Onun için bu arabanın parçalarının yapımı, tamirlerini yapabilecek
zenaat-kâr yetişinceye kadar koyun garajda dursun demek suretiyle lüks ve
şatafata yolu tıkarken, milletin altunlarını dışarı peşkeş çekmemenin çâresini
bulmuştur. Bu onun tutumluğunu, sömürüye kapalı bir zihniyetin sahibi olduğunu
gösterir.
Sultan Abdülhamid Hân,
babası Sultan Mecid'in davranışı gibi nâzik ve herkesi ayakta karşılar hâlini
bir miras olarak kendine düstûr edinmiştir. Namaz meselesinde çok hassas olup,
bu işte temaruz eden bazı şehzadelerini sizinle konuşmam, benim namaz kılmayan
evlâdım olamaz demek suretiyle, babalık otoritesini pek nâzik fakat kafi bir
ifadeyle hatırlatmıştır.
Musikî hususunda
babası kadar değilse de hayli bilgi sahibi olup, Hacı Arif Bey merhumu bir
müddet hapsettirmiştir. Yaptığı bir beste ile kendisini affettirmeyi bilen Hacı
Arif Bey'e babası kadar pek mültefit davranmamıştır. Hacı Arif Bey'de Sultan
Mecid'e gösterdiği saygıyı göstermemiş, hâttâ padişahı çocukken kucağında çok
taşıdığını bir defasında da kucağındayken küçük suyunu kaçırdığını uluorta anlatması,
edebe mugayir görülmüştür. Tiyatro üzerine çok önem vermiş, Yıldız Sarayına
yaptırdığı tiyatroda saray mensupları ve hanedan üyelerine tiyatro zevki
aşıladığı görülmüştü. Ancak, batı musikîsi için daha hoşuna gittiği söylenir.
Dedektif romanlarını okur, bilhassa, Şerlok Holms'un yazarı Cbnan Doyle'e
tenkitler ve tavsiyelerde bulunmuş, öte yandan dünyanın mühim bir araştırıcısı
olan ve Kuduz Mikrobunu bulan Lui Pastör'e araştırmalarına katkı için ceb-i
hümayunundan yâni kendi parasından bir kaç defa külliyetli miktarda para
yardımı yaptığı gibi bunu pek nezaketli mektuplarla olağan-laştırmaya
çalışmıştır.
Sultan Hamid
şehzadeleğinde, namaz ile olan ünsiyeti kendisini dâima murakabede tutma
şansını sağlamıştın Zahir ilimlerle beraber, sosyal ilimlere olan eğilimi,
zenaatkârların önemini kavrayan bir insan olduğundan, Avrupa seyahatine Sultan
Abdülaziz'in refakatinde gittiğinde, diğerleri kabukla meşgul olurken, Hamid
Efendi, cemiyetin ihtiyacı olan meselelere dâir pek dikkat kesilmiştir.
Sultan Hamid çok
merhametli bir insan olması hasebiyle, otuz şu kadar yıl sonunda tasdik ettiği
idam kararı sayısı beşi aşmamaktadır. Padişah için evhamlı olmamak kabil
değildi. Bütün dünya'nin gözü üzerinde olup, kimi ömrüne bereket dilerken,
kimileride .bir an önce ölüp gitse diye dua ederdi.
2.Abdülhamid Hân,
Şazeli Tarikatına mensup olup, Şeyhi Muhammed Zafir Efendinin irtihali üzerine,
şeyhliğin kendisine geçtiğini, Zafir Efendi'nin oğluna yazmış olduğu mektuptan
istinbat etmek kabildir. Deli Müşir Fuad Paşa mahdumu Bnb.Asaf Tugay'ın
"İbret" adlı Abdülhamid'e verilen jurnaller adlı kitapda padişahın,
şeyhini dahi takip ettirdiği geçer, padişaha takibi yapan hafiyelerin
raporuyla sabittir.
Yavuz Sultan Selim
Türbedarı, geçim sıkıntısından yana biraz dertli bir hâle duçar olmuş ve bir
gün bu hâlinden şikâyet babında Türbede padişahın sandukasına bir şaplak vurarak,
sende de bir şey yok der. Ertesi gün öğleden sonra Saray'dan gelen bir
yaverin, türbedara ihsan-ı şahane getirir. Bu arada da yaver türbedara bir daha
merhumun sandukasına şaplak vurma diye,tenbihini yapar. Çünkü Yavuz Selim,
Sultan Hamid'in gece rüyasına girer ve türbedarın yaptığını şikâyet eder. Bunun
üzerine Abdülhamid hân, hem adamın sıkıntısını gidermek hem de şikâyetin
gereğini yerine getirmiş olması mühimdi
Birde meczuplar ile
alakalı bir vak'ayı anlatalım: Kuşçuba-şı Sami Bey.isimli bir zat, padişahın
yanına girer ve Bayezid civarında meczupların sebeb olduğu bazı vak'aları
anlatır. Bunun üzerine; bu mecazibin, bunları yapmamasını nasıl temin ederiz
diye düşünüyorlar sonunda bunların üzerinde hayli söz sahibi bir zat olan Fâtih
Türbedarı Amiş Efendiye gitmeye karar verirler dolayısıyla, faytona binerler,
Amiş Efendinin yanına gelirler Sultan hilafet alâmetlerinden bazı şeyleri Amiş
Efendinin önüne fırlatır ve buyrun siz idare ediniz diyerek, söze
giriştiğinde, Amiş Efendi, ağlar ve Efendimiz benim yapacağım bir şey yok.
Beni dinlemiyorlar, diyerek özür diler ve gene de kendilerinin emrin de
olduğunu beyan eder. Elimden geleni yapmaya çalışacağım demek suretiyle
takdiri ilâhiyi işmam ettiği görülür. Bu büyük padişahın yüce şahsiyetine dâir
aşağıda bazı kanaatler ve bizzat kendilerinin anlattığı, hatıratlarda yer alan
pek târih kitaplarına açıklığıyla girmemiş malumatları vermeyi uygun bulduk.
Sistem Yayıncılığın
neşretmiş olduğu "2. Abdülhamid'in Yöneticilik Sırları" adlı eserde
sayın yazar Adnan Nur Baykal Beyefendi; önsöz bölümünde iki mühim cümleyi
dercetmeyi ihmal etmemiş. İlk cümle adı resmî senariste çıkmış sayın Turgut
Özakman'a aid. Demekteki: "2. Abdülhamid ya hiç kusuru yokmuş gibi övülüp
göklere çıkarılmakda, ya da hiç olumlu hizmeti olma mış gibi bütünüyle yerilip
batırılmaktadır.." Diğer cümle ise; bir Macar Yahudisi olan Türkolog
Vambery'den: "Benim Şarklıların düşüncelerini okumaktaki tecrübem, 2.
Abdülhamid gerçeğini, tahlil etmeye yeterli değildir." Bu; iki cümlenin
her biri yalnız başına toplu bir mâna aksettirmiyorsa da, birlikteliğinde büyük
bir ifadeye ve tesbite götürmesi kaçınılmazdır. O da; başvurulacak olan yol,
bahse konu padişahın kendini anlatması esas alınmalı! Bu da kaynaklara bağlıdır
ve kaynaklar ne derece inanılır sağlamlıktadır? Bu sorunun cevabı, konumuz
için kolay verilmez cinstendir...
Sayın İsmet Bozdağ
Beyefendinin hazırladığı ve Kervan yayınlarınca hayli baskısı yapılan
Hatırat'ın, İstanbul'un 23 merkezindeki Serda Dağıtım Teşkilatı olarak, merhum
Salih Doğan Pala, merhum İbrahim uysal, Nazif Keskin ve ben Metin Hasırcı,
organize ettiğimiz seyyar kitap satış tezgâhlarımızda tarafımızca dahi
satılanı binleri aştı idi. Aka.binde Dergâh Yayınları; "Sultan Abdülhamit
Siyasi Hatıratım" adı ile Ali Vehbi Bey adlı bir zat tarafından Fransızca
yazılmış çalışma, tercüme edilmiş. Ancak bu kitaba sunuş yazan yayın evi mütercimin
adını belirtmediğinden, ortalıkda dolaşan rivayetler muhteliftir. Biz yine de
Ali Vehbi Bey'in olduğu söylenen eserden istifade ederek bazı hususlar da,
Abdülhamid hân'ı tanımaya çalışalım. Diyorki Koca Padişah:
Said Paşa; görevi
kabul ettiğini hatıratında beyan ediyor. Yine bu sadaretinden düşmesine badi
olan vakaları paşanın hatıratından özetlemeye girişelim: "Padişah; ülkede
kendisi hakkında kötü niyet beslendiğini, İstanbul'da bir ihtilâf havasının
husul bulmakta olduğunu, bütün bunlar için Mah-mud Nedim Paşa ile oturup,
şiddet tedbirleri almamız hususunda kat'i bir lisanla emirleri oldu. Mahmud
Nedim Pa-şa'nın bu hususlarda çalışmaları bir kaç seneyi bulmuş hazırlıklardı.
Fakat ben makam-ı sadaretin ortak kabul etmeyeceğini, benim memleket menfaatlerine
dâir görüşlerim ile Mahmud Paşanınkiler arasında derin muhaliflik bulunduğundan
istifa yoluna gjtdim. Fakat istifam kabul görmedi. Aradan 57 gün geçmişti ki
bir gece saraya çağrıldım. Gittiğimde huzuru hümayuna dahil olduğumda, pek sert
bir muamele ve bir çok azar ile karşılandım." diyen Sa-id Paşa hatıratında
şöyle devam etmekte: Zât-ı şahane oturmama müsaade etmedi. Kendileri de ayakta
dolaşarak bir çeyrek saat kadar gönül kırıcı, izzet-i nefis yaralayaci
ifadelerde bulundular. Azarlarının sonuna doğru bir gün evvel-Saray'da göz
altına alınan Müşir Deli Fuad Paşa'ya isnat edilen bir cürüm hakkında Man mud
Nedim Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa'nında bulunduğu huzurda ve Cevdet Paşa'nın
kalemiyle tutulmuş bir istintakname elime padişah tarafından verildi. Ben
bunu okumaya başlayınca zât-ı şahane seri adamlarla bana yaklaşarak aramızda
bir adımlık mesafe kalmıştı ki bakışları, azar dolu ve çok çabuk cevap vermemi
emrediyordu.
Varakada yazılanlar
ise; padişahın taht'dan indirilmesi için, Dağıstanlılardan meydana gelen
cemiyet kurulduğunu ileri süren ihbarlara aid bir tahkikat idi. Cemiyetin bu
işdeki aidi, zâtı şahanelerinin kendi muhafazasına tahsis etdiği ve bir nev'i
hususi askeri imtiyazı verdiği dağistanh'iardan meydana gelen asker gurubu olup,
bu askerin başı sarayın İçinde Dağıstanlı Mehmed Paşa imiş. Fuad Paşa ve sair
bazı kimseler cemiyette, ben de güya cemiyet reisi irnişim! Seri bir bakışla
yaptığım okuma bana bu kadar bilgi verdi. Zât-ı şahane devama imkân bırakmayıp
istintakiyeyi elimden çekip aldı ve: 'Bana ne diyeceksin? Sualini tevcih ettiler.
Cevap verme imkânı kısıtlı idi. Konuşturmuyordu. Ancak; aslı faslı olmayan
şeylerdir mânasına gelecek beyanlarla meramımı arzedebildim. Fakat; O azar
dolu sözler devam etmekteyken, zât-ı şahane mührümü ver dedi. İşte o zaman
müşkil mevkiide kaldım. Çünkü mührü hümayun üzerimde değildi. Hatemi âliyi
çantamda taşırdım mabeyne çağrıldığımda
huzura girereken çantayı adamımda bırakmıştır. Efendimizden mabeyne gidip
çantayı alma müsaade etmesini istediler. Çok daha kızdılar ve pantolonun cebinden
meşin bir muhafaza için- deki küçük rovelveri çıkarıp başıma tuttular. Emanet-i
hümayununuzu veririm. Ben de olan emanet-i ilahiyeyi de ondan sonra alırsınız
dedim.
Bunun üzerine
rovelveri başımdan çekip büyük salonun kapısından çıkarak Çantasını
getirsinler! Emrini verdiler. Yanıma geldi ve rovelveri başıma tutarak, müh
rüm çıkmazsa buradan ölün çıkar' diye azar dolu sözlere devam etdiler. Çanta
geldi, açıldı mühim teslim edildi. Artık kızgınlık başka taraflara yöneldi.
Kendisinin hâl veya imhası hakkındaki sözde karan ciddi ve sahici addediyor.
Akabinde Sultan Murat güya tahta çıkmaya hazır, hâttâ sarayında ihtiyaten bir
takım kürtler saklanmış itikadında bulunuyordu. Eğer bu hal tahakkuk ederse
evvelbevvel beni parçalatacağını sözlerini ekledikten sonra önüme düşüp, harem
ile kendi dairesi arasında bir odaya beni götürdü. Hapsedip, kapıyı kilitleyip
gitdi. Diyor hatıratında Mehmed Said paşa.
Kıymetli biyografi
üstadı İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal merhum bize şöyle sesleniyor;
"Paşamın (Said Paşa) 7.defaki sadaretinde kitabet hizmetiyle yanında
bulunduğumdan gece ve gündüz, hatta yatakta iken, mühr-ü hümayunun al-tun
zincirle boynunda asılı olduğunu gördüm. Mührü yanında bulundurmamasından
dolayı daha önce azara uğrayışı içine oturmuş ki, o günden sonra koynunda
taşımak vazgeçilmez adeti olmuş.
Tarihler; 1302/1885'i gösterirken dış tahrikler
yardımıyla Filibe'ye getirilen bir kaçyüz Bulgar, buradaki hükümet konağını
basmış ve valiyi hapsetmişlerdi. Ertesi gün Cuma Namazından sonra vekiller
heyeti mabeyn (saray)'de toplandı. Bu arada Bulgaristan Prensi Batemberg,
gönderdiği beyanatında, Şarkî Rumeli'nin artık Osmanlı yönetiminde olmayacağını,
kendisinin idaresinde bulunacağını bildiriyordu. Bunun üzerine yapılan
toplantıda derhal asker gönderilerek buna mâni olunmasını, bu meselede
anlaşmalı devletlere bilgi verilmesini reyimle birlikte belirttim ve heyeti
vükelâ bu teklifi kabul etti. Ancak bu şekli, padişah efendimiz kabul etmedi.
Zilhiccenin/14.günü olan 25/eylül/1885 Cuma günü babıâlî'ye giderken, Karaköy
civarında bana yetişen yaver tarafından mabeyne götürüldüm. Hemen huzura
çıkarıldım. Bir saat kadar süren konuşma ve azardan sonra dışarı çıkma
müsaadesi verildi. Daha sonra da beklemem emredildi. Akşam saatine kadar orada
bekledim. Serasker Gazi Osman Paşa bulunduğum odaya gelip, yemek için odasına
davet eyledi. O sırada da dâveti padişah vukubuldu. Gittim, iki saat
bekledikten sonra yalnız olarak huzura alındım. Önce mühür istendi verdim.
Mahbusiyetim vukua geldi. Bir odaya konuldum. Her an çağrılırım diye üç saat
bekledim. Sorunda azarlamaların üzücü te'siri uyumama sebeb teşkil etdi. Dalmışım.
Benim; Filibe'ye asker gönderme teklifim güya zât-ı şahaneyi tahtdan indirmeye
donükmüş! Ertesi gün saraydan çıkmama müsaade olunduğunda eve geldim. Kâmil
Paşa'nın sadarete, bazı vükelanın da değiştirildiği görüldü. Ben bir oldu
bîttiye karşı çıkarken, başıma saray'da azarlanmakdan
tutunda hapsedilmelere kadar neler
gelmiyordu" demekte
Said Paşa.
Hakikaten Berlin antlaşması hükümlerine
göre bir vilâyetimiz olan Şarkî Rumeli yâni Doğu Rumeli'nin Bulgarlarca ilhak
edilmesi, karşı çıkalım diyen sadrıazamı götürdüğü doğruda! Bîr de padişahın
gözü ve sözü ve hatıratından olanları gözleyelim:
Hatirât-ı Sultan
Abdülhamid-i Sâni isimli eserde koca sultan şöyle diyor: "Şarkî Rumeli
meselesinde benim (Sultan Hamid) zaaf gösterdiğimi pek iddia etdiler. Zaaf
göstermek mevcud kuvvetden istifade etmemek demektir. Hangi kuvvet mevcud idi ki,
Doğu Rumeli'de hakkımızı koruma hususunda kullanılmadı? Bunu düşünen ve
söyleyen bir insaf sahibini bu güne kadar işitmedim.
Bulgar Prensi
Batenburg, Filibe'ye müstevli olduktan sonra durumdan hükümetimiz haberdar
olabildi. O da Rus sefirine gelen bir telgrafnameden, telgraf nâzın İzzet
Efen-di'nin beni haberdar etmesiyle mümkün olabilmişdi. Said Paşa sadrıazam
idi. Tahtdan indikten sonra okuduğum bazı beyanat ve yazılarında Said Paşa'nın;
vakaları kendi lehine tahrif etmiş olduğunu hayret ve teessüfle gördüm. Said Paşa;
Bulgarların tecavüz edeceklerini daha evvel haber alamamıştı. Olay İstanbul'a
aksettikten sonra bir hayli tered-dütün akabinde Şura-yı devlet reisi Akif
Paşa'nın beyanatı onu ikna etmişti. O dönemde Filibeye asker şevkinde hem
müşkilât hem de tehlike vardı. 93 savaşında tarumar olan ordu henüz
toparlanamamıştı. Hazine tamtakırdı. Bazı vilâ-yetlerdeki jandarmalar
yirmi-otuz aydır maaş alamıyorlardı. Böyle bir haldeyken sırf namdan ibaret
olan hakk'ı hâkimiyetin adına neticesi meçhul ve karanlık bir harbe girişmeyi
tehlikeli gördüm." Diyen
hz.padişahın hatıratından şu paragrafı alarak okurlarımın bilgilerine arz
edeyim: "Gavriyel Paşa diye bir Bulgar'ın Rumelî Şarkî valiliğinden
kovulmuş olmasından dolayı gözüm kizararak işe girişseydim, 1328/1910'daki
felâketi, o zaman yâni ordusuz, parasız, pulsuz, hazırlıksız bulunduğumuz bir
devirde kendi elimle hazırlamış ve davet etmiş olurdum. Hazım gösterip
ihtiyatlı davranıp, 1328/1910'da yaşanacakları, 1301/1885 eylülünde
yaşardık!" Demekte.
Said Paşa aynı zamanda
Şapur Çelebi lakabıyla ve biraz da küçümsenerek anılmaktaydı halbuki böyle
küçültücü bir lakabın bir Osmanlı sadnazamına verilmesi bizce doğru olmayan
hususattandır. Said Paşa; infisal ettiği bu yukarıda bazı anekdotlar verdiğimiz
4. sadaretinden 1895 yılında infisal ettikten sonra bu makama yeniden avdet
ettiğinde tam tamına 5 sene, 11 ay, 9 gün gibi bir zaman dilimi geçmiştir.
Bununda çalışmamızın
baş taraflarında söz konusu ettiğimiz 1897 Osmanlı-Yunan harbinin muzaffer
kabinesinin reisi Halil Rıfat Paşa'ya, Sultan 2. Abdülhamid hânın
"yaşadığınız müddetçe sadnazamımsınız" sözünü vermesinden ve bu ahdini
yerine getirmesinden kaynaklanmıştır. Mehmed Said Paşa; 09/11/1901 tarihinde
geldiği makam-ı sadaretden 1 yıl, 1 ay, 26 gün sonra 14/01/1903'de infisal
ettiğinde 6. sadaretini yaşamıştı. Aşağıdaki satırlar padişahın yâni Sultan
2.Abdühamid Hân'ın şahsiyetinin içinde mütalaa edilmesi gereken beyanlarıdır.
"Kıbns'da kapitülasyonları kaldırmak istediğimiz
için, Avrupa matbuatı da Atina gazetelerine uyarak kıyameti koparıyor. Sanki
biz başkalarının hakkını yiyiyorrnuşuz gibi bir hal yaratıyorlar. Halbuki
bitaraf bir kimse, ecnebilere verilen bu kapitülasyonlarla, bizim hakkımızın
çiğnendiğini ve adaletsizliğin bize karşı yapıldığını gayet iyi görebilir. Rumların
elde etmiş oldukları imtiyazları muhafaza edebilmek için, yeri göğü birbirine
katmaları tabiîdir. Çünkü Rum kapitülasyonları yıkıldığında PanHelenik
propogandası yapamayacakları açıktır. İnşaallah, bu imtiyazları yıkmak hak ve
kuvvetini Allah bize kısmet eder."
"Hayatımı, bana
sadık olanların uyanıklığına borçluyum. Başımdan geçenler, asabı en kuvvetli
insanı dahi sarsmaya kâfidir. Bütün bu tecrübelerden sonra ihtiyat lı olmama,
şaşmamak lâzım. Bir çok insanların bu sinirli hâlimden faydalanmağa
çalıştıklarını, hafiyelerin, jurnalcilerin alçak namussuz insanlar
olduklarını, dini mizinde, müzevirleri tel'in ettiğini gayet iyi biliyorum.
Fakat geniş bir haber alma teşkilâtı kurmamış olsaydım, etrafımı saran
tehlikelere karşı kendimi korumam kabil olamazdı.
"..Avrupa halkını
aleyhimize düşünmeğe sevk eden sofu papazlardır. Haçlı seferleri zamanında
hristiyan güruhun memleketimizde yaptıkları mezalimi unuttur- mak, ört-bas
edebilmek için, her türlü iftirayı mubah görmüşlerdir.
(.).Kudüs'de ki mukaddes topraklar için her
iki tarafında kan dökmesinin önüne geçilebilirdi. Nitekim hristiyan hacıların
Kudüs'ü ziyaret etmelerine her zaman müsaade etme-dikmi?.(.) Etrafı
müslümanlarla çevrili olan bu şehri neden hristiyanlara terk edelim?(.) İsteyen
istediğini söylesin, fakat mukaddes toprakların sahibi olmak hakkı her zaman
bizim olmuştur ve Öyle kalacaktır.
Ben tahta
çıktığımdanberi, ilk mekteplerin sayısı on misline çıkmıştır (20bin mektep).
Bu adet maalesef hâla azdır ve haİka kâfi gelmemektedir. Liselerimizin seviyesi
gayet yüksektir. Mükemmel oldukları herkes tarafından kabul edilir. Ancak daha
fazla lise kurmamak bunların yerine mühendis, mimar gibi fen adamları
yetiştiren müesseselere talebe hazırlıyacak rüştiyeler açmak daha yerinde olur.
Memleketimizde kâfi
derecede asker ve memur vardır, ulemamızın ifrat derecede muhafazakâr
olmasından dolayi-da, yüksek mekteplerimizi modern hâle getirmek çok güçtür.
Kahire'deki El Ezher ilahiyat fakültesinin, talebelerimizi çekmesinin yegâne
sebebide zamanın icablarına uymanın elzem olduğunu anlamış ol- malarındandır.
İstanbul Dârül-funûn'unu Kahire'dekinin dûnunda (alçağında) kalmıya mahkûmdur.
Biz Osmanlılar eski ve
büyük bir medeniyetin sahibi olduğumuzu unutmamalıyız ve Avrupa medeniyeti ile
gözümüz kamaşmamalıdir. Mimari eserlerimiz, iki binden fazla şâir yetiştirmiş
olmamız da bunu ispat eder. Bunlardan Fazlı,Lâmiî, Baki gibi şâirlerimizin
eserlerinde fevkalade bir güzellik ve tam mükemmeliyet vardır. Daha sonra
Galib, Pertev, Kemâl, Abdülhak Hâmid gibi şâirlerimizi sayabiliriz.(.)
Hereke'deki halı fabrikamızda ve diğer endüstri sanatlarımızda yabancıları
taklit etmekten 'kaçınmalıyız. Sa'nat ve edebiyatımızı kendi toprağımıza ait
mevzular, kendi milletimize has esaslar üzerinde inşa etmeliyiz.(.)
Gençlerimizde memur, asker veya ulemadan olmayı tasarlıyorlar; neden hiç bir
Osmanlı, büyük bir tüccar, mahir bir zenaatkâr veya bir fen adamı olmayı
düşünmüyor? Ben de marangozluk san'atı ile meşgul olduğumdan halka iyi bir
numune sayılırım.(.) Bir gün; şerefime bestelemiş oldukları üç marşı aldım.
Bu bir gün için epey fazladır. Muhtelif milletlerden olan ve şahsıma eserlerini
ithaf eden bestekârların sayısı, şimdiye kadar ikibini bulmuştur. Bu insanları
nasıl mükafatlandır-malı? İstanbul'a gelip huzuruma çıkabilmeyi temin eden sanatkârların
her birine neden hediye vermeye mecbur olayım? üstelik ağırbaşlı musikîlerini
sevmiyorum. Çaldıkları parçaların çok güç olduğuna şüphe yok; fakat ben zihnimi
yoran musikîyi değil, dinlendirici musikîyi tercih ediyorum. Klâsik musikîyi
tercih edecek kadar musikişinas değilim. Musikîye büyük istidadı olanlardan
biri, oğlum Burha- ned-din'dir." (agk:sh. 190/193/202/209/210 Hatırat-ı
Abdülhamidi Sânî)
Sultan 2. Abdülhâmid
21/Eylül/1842'de doğmuş, vefatı ise 10/Şubat/1918'de Beylerbeyi Sarayında kalb
rahatsızlığı ve ciğerin ihtikandan mütevellid vukubulmuştur. İstanbul'un
işgaline görmek bahtsızlğına uğramamıştır. Dedesi Sultan 2. Mahmud'un
Türbesinde amucası Sultan Abdülaziz Hân'ın yanına defnedilmiştir. Tahta geçtiği
târihden indirildiği târihe kadar otuz üç seneyi ikmâle çok az bir zaman
kalmıştı. Aşağıya hanımları vede çocuklarını kaydederek peşindende sad-rıazam
ve şeyhülislâmlarını belirtecek listeyi kaydedelim.
İlk izdivacını
Nâzikeda hanımefendi ile yapan Sultan Hamid kendisinden 8 yaş küçük bu hanımla
evlendiğinde 2. ve-liahd idi. 1850 doğumlu Nâzikeda hanım, esmer, siyah saçlı
siyah gözlü uzunca boylu bir hanım olup, ulviye sultanhanı-mı dünyaya getirdi.
Bu târihin 1868 senesi olduğu görülüyor. 1895 senesinde Yıldız sarayında vefatı
bulan Nâzike da hanımefendi Yenicami'de 5. Murad Türbesine defnolunmuştur.
Fevkalade güzel pi-yano çaldığı kaydını koymadan edemiyoruz.
İkinci hanim olarak
Sâfi-Nâz Nur efzûn ismi taşıyan zevcesi 1851'de dünya'ya gelmiş ve
izdivacından çocuk olmamıştır. Clzun boylu narin yapılı sansın olan bu hanım,
1915'de ölmüş ve bu hanımını kendi isteği üzerine Abdülhamid hân boşamış ve
ömür boyu elli altun maaş tahsis etmiştir. Bu hanım daha sonra Safvet Bey adlı
Sultan Hamid'in esvabçıba-şısı olan zat ile izdivaç yapmıştır. Padişah
hanımlarının boşandıktan sonra ba zılarının evlendiğini buna engel olunmadığını
hatırlatmak için bilhassa bu maddeyi kaleme aldık.
3. Hanımefendi ise,
Bedr-i Felek hanımefendi olup, 1851'de doğmuş 6/2/1930'da vefat etmiştir.
Sultan Hamid bu izdivacını 15/11/1868'de Dolmabahçe sarayında evlenmiş bu
sırada 2. veliahd idi. Bu izdivacdan ilk oğlu dünya'ya gelen padişahın, Selim
Efendi ve Zekiye Sultanın bu hanımından doğduğunu kaydetmiş olalım. Bu
hanımefendi, hanedan üyelerinin yurd dışına gönderildiği dönemde yaşlı olması
hasebiyle tercih kendisine bırakılmış o da gitmemeyi
tercih etmiştir.
Sultan Hamid'in 4.
kadınefendisi Bidâr Kadınefendi olup, 1858'de doğmuş ve eşinden 41gün önce
1/1/1918'de dar-ı beka eylemiştir. Yahya Efendi dergâhında şehzade Kemaled-din
Efendi Türbesine defnolunmuştur. Vefatı Erenköy'de vukubulmuştur. Üzün boylu,
yeşil gözlü güzel bir hanım olup, Abdülkadir Efendi ile Nâime sultanhanımı
dünyaya getirmiştir.
Padişah'ın 5. zevcesi
Tiflis doğumlu Dilpesend kadinefendidin Bu hanımefendi 36 yaşı içinde 1901'de
vefat etmiş ve Naile Sultanhanımın annesidir. Üzün boylu ve kumral olduğu
bindirilmektedir.
6. Zevce ise; Mezîde Mestan hanım olup, 1869
doğumludur. Burhaneddin Efendiyi dünya'ya getiren bu hanımefendi uzun boylu
kara gözlü, siyah saçlı bir hanımefendi imiş. Apandisitinin patlamasından
meydana gelen peritonitten vefatı 21/1/1909'da vukubulmuştur. Yahya Efendi
dergâhına defnolunmuştur.
7. zevce ise, Emsal-i Nur ise 1866 doğumlu olup,
uzun bir ömür sürüp, 84 yaşında 1950'de Nişantaşında vefat etmiştir. Şâdiye
Sultan'ın annesidir. Yahya Efendi dergâhında defnolunmuştur.
8. izdivaç Ayşe Dest-i Zer Müşfika
"Kayıhân" hanımefendi ile olmuş Hopa 1867 doğumlu 16/7/1961'de 94
yaşın içindeyken irtihal-i dâr-ı beka eylemiştir. Ayşe Sultanhanımın
annesidir. Müşfika kadın, 2. Abdülhamid hân'ı hiç bırakmamış adetâ tek eşiymiş
gibi oldu hâl vak'asından sonra. Padişahın diğer hanımları çocuklarıyla oturma
şıkkını seçmişler idi. Diğer bir ismi Ayşe Pertevniyal olup diğer adını padişah
taktığından târihe
Müşfika olarak geçmiştir. Bu hanımefendi, Ruslarla yaptığımız 1877'deki savaşda
şehid düşen Abaza bey'i Gazi Şehid Ağır Mahmud Bey'in Emine hanımdan doğma
kızıdır demektedir. T.Yılmaz Öztuna Bey, Hanedanlar adlı kitabının 309.
sahifesinde. Vefatında Yahya Efendi dergâhına defnoiunmuştur.
9. Evliliğini Sâz-Kâr Kadınefendi ile yapan 2.
Abdülhamid Hân, bu hanımından Refia Sultanhanımın dünya'ya gelmesiyle bir kız
evlad sahibi daha olmuş oldu. 1873'de İstinye'de doğan Sâzkâr hanımefendi,
padişahla evlendiğinde târihler 1890 yılını göstermekteydi. 1945 yılında
vefatında Beyrut'da olduğundan, Şam'da Osmanlı hanedanına ayrılmış bulunan
Sultan Selim Câmiinin haziresinde defnolundu.
10. İzdivacını yapan padişah Peyveste
hanımefendiyle bu izdivacından doğan Abdurrahim Efendinin babası olmak na-sib
olmuştu. Peyveste kadınefendi, 1944'de
2. dünya harbi esnasında Pâris'de vefat ettiğinde yaşı 71 olmuştu. Bobigni
islâm mezarlığına defnolundu. Doğumu 1873 senesinde olmuştu.
11. İzdivacını ise Fatma Pesend hanımefendi ile
yapan Sultan 2. Abdülhamid'in Hadice sultanhanım adlı kızı bu evlilikten
olmuştur. 1876 doğumlu bu hanımefendi, evlendiğinde takvimler 1896'yı
gösteriyordu. Vefatı 1925'de vukubuldu ve Karacaahmed Kabristanında kendi
türbesine defnolundu.
12. İzdivaç; Abaza kavminden Behice Maan
hanımefendiyle yapılmıştır. 1882'de doğan bu hanımefendi ikiz olarak Nureddin
Bedreddin adlan verilen iki evlâdı dünyaya getirmiştir. 1969'da vefatı
vukubuldu. Makberi hakkında bir bilgi elde edilemedi. Yaşayan torunlarının
olduğu bizce malumdur.
13. İzdivaç ise; 1887 Bartın doğumlu, Saliha
Naciye hanımefendi ile vukubulmuş bu hanım Abid Efendi ile Sâmiye Sultanhanımı
dünyaya getirmiştir. Naciye Kadın Efedi de padişahla birlikte Selânik'e giden
kadınefendisidir. 1923'de Erenköy'de
vefatı vukuubulmuştur, 2. Mahmud türbesine yâni zevci'nin yattığı türbeye
defnoiunmuştur.
14. Evliliğini Dürdane Hanımefendi ile yapan
padişah 2. Abdülhamid hân, 1867 doğumlu bu hanımından ayrılmış ve esvabcıbaşısı
İsmet Bey'in oğlu Târik Beyle evlendirdi. 1955'de 88 yaşında olduğu halde vefat
etmiştir. Kabri hakkında kayıt bulamadık.
15. İzdivaç ise İstanbul 1890 tevellüttü Câlibos
hanımefendi ile yapılmış olandır. Bu hanımını boşayan padişah Sultan Hamid,
Emin Paşa ile evlendirmiştir. 1955'de sağ olan bu hanım hakkında başka bilgi
bulunmamaktadır.
16. ve son izdivaç Nazliyâr Hanımefendi isimli
hakkında bilinen boşadığı ve evlendirildiğidir. Yeni izdivacında bir kızı
olmuştur. 1876'da Sultan Hamid'in gözdesi olduğunu, Öztuna Bey kaydediyor.
Sultan 2. Abdülhamid
Hân'ın kızlarına gelince; bunların, sayısının onüç tane olduğunu
söyleyebiliriz. Bu onüç kızdan altı tanesi padişah hazretlerinden önce vefat
ettiler. Böylece, altı tane kız evlâdını ve bir de, erkek çocuğunu toprağa vermiş
bir baba olarak görüyoruz Sultan Hamid'i, herhalde bu vefatlar insanı hayli
elemnak ve muzdarib eyler sanırım. Bu bakımdan tahtını kaybetmek mânasına da
gelse Saray'ı ku-Şatan kuvvetlere, Hareket ordusunu daha Selanik'ten yola çıkar
çıkmaz onları Hassa Ordusu vasıtasıyla durmayı teklif edenlere evet demeyip,
ben müslümanları biribirine kırdırmam demek suretiyle merhamet hususundaki
yüceliğini seriliyor. Tüfekçibaşı Tâhir Paşa'nın yalvarmaları karşılığında
verdiği emir şöyledir: Ben mü'minlerin
birbiriyle dövüşmesine rıza gösteremem, şimdi git, Saray'ın Orhaniye
tarafındaki kapısını açtır ve ne kadar muhafız ve de silahşor varsa gönder
demek suretiyle düşüncesini tatbike koyar. Harekâttan sonrada Tahir Paşa,
mahkemede verdiği cevaplarla ünlü mert bir insan olduğunu göstermiş Heyet-i
hâkimeye bırak-saydı, sizleri Selânik'e kadar kovalardım demiştir. Neyse biz
şimdi Sultanhanimlann kısa kimliklerini vermeye gayret edelim:
1-CIlviye Sultahanım;
Dolmabahçe sarayında 1868'de doğdu ve 5/10/1875'de kibritle oynarken nedimesi
çocuk bir câriye ile birlikte yanarak vefat ettiler. Yenicâmi türbesine
defnolundu.
2-Zekiye Sultanhanım;
21/1/1872 Dolmabahçe sarayında doğup, 1950'de Fransa'da 78 yaşında vefat etti.
İlk izdivacını Gazi Osman Paşa'nın oğlu Ali Nureddin Paşa ile Yıldız Sarayında
20/4/1889'da evlendi. Zekiye Sultan sarayında toplam 200 kişilik bir hizmet
kadrosuyla yaşarken, Fransa'nın Pau kasabasında küçük bir otelin tek odasına
sığındılar yurd dışına çıkarıldıklarında. Otel sahibi bir Ermeni olup, Gazi
Osman Paşa'nın oğlu olduğu için, Ali Nureddin Paşa'dan vefatlarına kadar ücret
almadı. Zekiye Sultanhanım vefatında yaşadığı Pau'da defneolundu.
3-Fatma Nâime
Sultanhanım 5/8/1876'da babasının l.ve-liahdlığı esnasında dünya'ya geldi.
Tirana'da 1945'de 69 yaşında olduğu halde vefat etti. Oraya defnolundu. Bizim
çocukluğumuzda yüzdüğümüz Ortaköydeki Lido Havuzunun bulunduğu yer Nâime Sul
tannanımın sarayı imiş. 1938'de Arnavutluk'da Tirana'ya yerleşmiştir. Mısır
Hidiv'i Abbas Hilmi Paşa Nâime Sultanhanımla izdivaç etmek istediysede, Sultan
Hamid, talibin dedesi İsmail Paşa'dan nefret ettiğinden teklifi red etti. Hâttâ
kendi cariyelerinden birini Hıdivle evlendirdi ve ona bir Hânedan-ı ÂI-i Osman
nişanı verdi, Mısır tarafından yönetilen Taşoz Adasını alıp Selanik vilâyetine
bağladı. Bu Sultanhanım, Dâmad Mehmed Kemaieddin Paşa oldu ki bu Paşa Gazi
Osman Paşanın 2.oğlu idi. 6 sene süren izdivaçları noktalandı. Dâmad Paşa rütbe
ve nişanları alınmak suretiyle Bursaya sürgüne gönde rildi, Nâime Sultan 2. Evliliğini
İşkodralızâde Mahmud Celâleddin Paşa ile yaptı.
4-Nâile Sultanhanım
1884'ün birinci gününde doğdu. 25/10/1957'de Erenköy'de vefat etti. İzdivacını
Germiya-noğlu Arif Hikmet Paşa ile Kuruçeşme Sarayında 27/2/1905'de yaptı. Bu
dâmad Paşa, hayatını 1942'de Bey-rut'da tamamladığında 69 yaşının içindeydi.
5-Seniyye Sultan
(1884'de doğup, aynı sene vefat etdi. 6-Seniha Sultanda 1885'de doğup, aynı
sene vefat eyledi. 7-Şâdiye Sultanhanım ise, 1886!da Yıldız Sarayında doğmuş
vede en yaşlı padişah kızı olarak 91 yaşın içinde olduğu halde yaşadığı
Cihangir'de 20/11/1977'de vefat etmiştir. Amerika'da dâhil, bir çok ülkeyi
dolaşmıştır. Kendisiyle evlenmek istiyen, Said Paşa'nın mahdumunu, hâl
vak'asında, babasına nice kalleşlikler yapmış olan müstakbel kaimpeder yüzünden
bu teklifi red etti. Enver Paşanın talebine ise, babasını tahttan indirenlerin
arasında ve mühim biri olduğundan onu da red etti. Enver Bey'de, Sultan
Reşad'a yaptığı baskıyla Naciye Sultanhanımla izdivaç talebini iletti. Bu hanım
Şehzade Abdürrahim Efendi ile nişanlıydı ve bu şehzade Sultan Hamid'in oğluydu.
Bu nişan bozularak, izdivacı gerçekleştirdiler. Şâdiye Sultanhanım; İlk
izdivacını Fahir Beyefendi ile 1910'da yaparak, 12 seneye yakın birliktelik sürdürmüşlerdir.
Fahir Bey, 1922'de Nişantaşı sarayında vefat ettiğinde evlilik son bulmuş
oluyordu. Şâdiye Sultan 2. evliliğini de,
1885'de doğmuş Reşad Hâlis Bey ile yapmıştır. Bu evlilik 1931'de
gerçekleşmiştir. Reşad Hâlis Bey'in 1944'de-ki vefatıyla son bulmuştur. Şadiye
Sultanhanım vefatında 2.Mahmud türbesine defnolunmuş böylece de babası Abdülhamİd'in
yakınında son uykusunu uyuma şansını bulmuştur. 8~Hamide Ayşe Sultanhanım 1887'de; Yıldız Sarayında dünya'ya gelmiştir.
Vefatı ise Ağustos/l960'da Beşiktaş Se-rencebey'de Gazi Osman Paşa konağında
vukuubulmuştur. 73 yaşını sürdürmekteydi vefatı esnasında. Kabri Yahya Efendi
dergâhındadır. Hanedan ile birlikte seyahat mecburiyeti başlıyan bu
Sultanhanım'ın târihe büyük hizmetini unutmayalım ve "Babam Sultan
Abdülhamid" adlı eseri bunu sağlamıştır. Mehmed Şevket Eygi bu eseri
basmıştır. Ayşe Sultan 2 defa evlenmiş ilkini
1873 Beyrut doğumlu Ahmed Nâmi Bey'le 1911 'de Sultan Reşad'in huzurunda
Dolmabah-çe sarayında kıyılan nikâhla gerçekleşmiştir. 1921'de talak vukuubulrnuş, 1926-1928
arasında kendisini Abdülhamİd'in damadı ve torunlarının babası olarak seçim
propogandasında takdim etmiş padişaha olan sevgi bu zatı Suriye devlet
başkanlığı seçimlerini kazanmaya taşımıştır.
Ayşe sultanhanım 2.
izdivacını 1877'doğumlu İstanbullu Mehmed Ali Beyefendiyle, 3/ 4/1921'de Yıldız
Sarayında yapmıştır. Bu zat son üç padişahın yâveriiğini yapmıştır. Bu
padişahlar, geriden öne doğru, Sultan Vahideddin, Sultan Reşad ve
2.Abdülhamîd'dir. Ayşe sultanhanımın her iki evliliğinden de çocukları olmuştur.
9-Refia Sultanhanım
ise; Yıldız sarayında 1891'de doğmuştur. 47 yaşında olduğu halde 1938'de
Beyrut'da vefat etmiştir. Piyano çalar, resim yapar bir sultanhanım olup,
kabri Suriye'de Şam'da Sultan Selim Câmiindedir. İzdivacını, 1885 doğumlu Ali
Fuad Beyefendi ile 1911'de Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi tarafından kıyılan nikâh sonrasında
yapmıştır. Damad Beyin babası meşhur Ahmed Eyyüb Paşa'dır.
10-Hadice Sultanhanım,
bu dünyadan 7 ay kâm aldı. 1897'nin 7. ayında doğup, 1898'in 2. Ayında irtihal
eyledi. Yahya Efendi dergâhına defnedilen Sultanhanımın Kuşpala-zından vefatı
vukubulmuştur. Sultan Abdülhamid Hân-ı Sâni Şişli Etfal Hastanesini bu kızının
ruhu için yaptırdı.
11-Aliyye Sultanhanım;
1900 yılına doğru bir kaç günlükken vefat eyledi.
12-Cemile Sultan da
aynen oldu.
13-Sâmiye
Sultanhanimda, 1 sene, 9 gün berhayat oldu ve zatürrie alıp götürdü.
Sultan 2.Abdülhamİd'in
Oğullarna gelince bunların sayısı sekizdir. Bunların ilkini Mehmed Selim Efendi
11/1/1870'de Dolmabahçe sarayında dünyaya gelmesiyle teşkil eder. 5/ 5/1937'de
Cünye Sarayında Beyrut'ta ömür defterini tüketir. Kabri Şam'da bulunan Sul tan
Selim Câmiindedir. Babasının amucası Sultan Aziz 1200 tonluk muhribe bu
şehzadenin adını verdi. TBMM'de yapılan halife seçiminde bir rey de Selim
Efendiye çıktı. İngilizler; petrol yatağı olan Musul'u vermemek için
çıkarttığı isyanı, Fransızların pek kanlı bir şekilde bastırdığını görüyoruz.
Şeyh Said'in 1925'deki isyanı üzerine okutulan hutbede Selim Efendinin adına
okutulurken, bu zatın olanlarla hiç bir alaRası yoktu. Selim Efendi 4 izdivaç
yapmış, bunlar Deryâl, Nilüfer, Pervîn Dürri Yekta ve Gülnâz hanımefendilerdir.
Bu hanımlarından Emine Nemika sultanhanım adlı bir kızı, üç yaşında vefat eden
adı Mehmed olarak verilenden sonra, Mehmed Abdülkerim ve Harun Efendiler
dünya'ya gelmiştir.
2. Oğul Mehmed
Abdülkâdir Efendi, 16/1/1878'de Dol-mabahçe sarayında doğmuş ve 1944'ün 1. ayın
da Sofya'da vefat etmiştir. Batı Musikî ilminde mühim bir kimse olan Aranda
Paşa, şehzadeye bu ilminden hayli bilgi aktarmıştır. Bu şehzade, kemân'ın bir
başka versiyonu olan Viola, Keman, Piyano da pek usta bir icra gücüne sahipti.
Hanedan yurt dışı edildiğinde önce Macaristan'a giden Abdülkâdir Efendi sonunda
Sofya'da ikamete karar vermiştir.
2.Harb esnasında
Sofya'da bulu nan Balı Efendi'nin türbesini yeniden inşa ettirdi. O sırada
Bulgaristan'ı havadan bombardımana tâbi tutanların hava hücumundan korunmak
için, girdiği bir sığınaktan geçirdiği, kalb krizi sonunda, hayatı terk etmiş
olarak çıkarıldı. Abdülkadîr Efendi'nin altı izdivaç yaptığını,bunların
ilkinin, Misli Melek, ki boşamıştır. 2.sini Sühandan Hanım teşkil etmişsede
bunu da boşamıştır. 3.Mihriban hanim olup, 4.Hadice Mâcide, 5.si, Fatma Meziyet
hanımdır. 6.izdivacının bir Macar olup, bu izdivacı Halife Abdülmecid tanımadı.
3.Oğul ise Ahmed Nuri
Efendi olup, 1878'de Yıldız sarayında doğmuştur. Miralaylık rütbesine
yükselerek askerliğe heves ettiği bilinir. Ayrıca ressamdır. Fransa'da Nice
şehrinde 1944'de vefat etti Şam'da bulunan Sultan Selim Camiine defnedildi.
Çocuksuzdu.
Sultan Abdülhamid'in
4.erkek çocuğu Mehmed Burhaned-din Efendi, 1885'de Yıldız Sarayında doğdu ve
15/6/1949'da New-York'da vefat eyledi. Cenaze İstanbul'a getirildi ve devlet
görevlileri kabul etmeyince Suriye'ye Şam'daki Sultanse-lim Camiine defnedildi.
Burhaneddin Efendi, 1913'de Osmanlıdan ayrılmış olan Arnavud devleti krallığına
geçmesi teklifine iet cevabı verdi. Daha sonra da, yâni 1936'da frak'da söz
sahibi olan Osmanlı dönemi paşalarından Cafer Askerî Paşa- Burhaneddin Efendiyi
Irak Tahtına davet etti. İngilizler, prestiji hiç sarsılmamış bulunan
2.Abdülhamid'in bu sevgili oğlunun krallığına engel oldular, aynı senenin
sonuna doğru Cafer Askerî Paşa'da bir suikastle katledildi.
5.erkek evlâd olan
Abdürrahim Efendi 1894'de Yıldız'da doğdu. 1/1/1952'de Pâris'de vefat etti.
Pâris'de müslüman mezarlığında defnolundu. 2.WiIhelm'in Hassa alayında topçu
üsteğmen olarak bulunarak, askerliğe olan yakınlığını isbat ederken, 1.cihan
harbinde topçu alay komutanlarımızdan biri olarak vazife aldı. Bu sırada Albay
rütbesinde idi. Enver Paşa, tümen komutanlığı teklif ettiyse de, erken bularak
kabul etmedi. Osmanlı devletinin bir çok konferanslarda tem silciliklerini
başarıyla yaptı. Abdürrahim Efendi'nin türr.M komutanlık teklifini kabul etmemesinde,
Enver Paşa'nın şehzadenin nişanlısı Naciye Sultan'dan, Sultan Reşad kanalıyla
nişanı bozdurup bu sultanhanımi tezviç etmesinden kaynaklanması tabiidir.
Öztuna Bey, değerli eseri Hanedanlar'da Abdürrahim Efendi'yi, M.Kemâl Paşa,
Enver Paşayı sevmediği için pek tutardı, demektedir.
6.oğul olarak
Mevlâmız; Sultan 2.Abdülhamid Hân'a, Ahmed Nureddin Efendiyi lûtfeyledi.
1901'de doğan bu şehzade, 1944'de Pâris'de dâr-u beka eyledi. Bu şehirde müslüman
mezarlığına defnolundu vefatına zatülcenb rahatsızlığı vesile oldu. Çocuksuzdu.
7.oğulu padişahın iki
yaşı civarında olan Mehmed Bedred-din Efendi idi. Menenjit hastalığı vefata
vesile oldu. Yahya Efendi türbesine defnolundu ve târih 1903 senesinin, ekim
ayının 13.günü idi.
Sultan Abdülhamid
Hân'ın son ve 8. Çocuğuysa Mehmed A'bid Efendi, 1905'de Yıldız Sarayında
doğmuştu. 8/Ara-lık/1973'de Beyrut'da hayat mücadelesini ikmâl eyledi. Çok
mükemmel bir tahsilin sahibiydi.
Galatasaray lisesi, Harbiye mezunu, Şorbon'dan hukuk fakültesinden 1936'da
mezun oldu.
Yine Ekol Nasyonalden,
Fars dili ve Edebiyat mezunu,eri son ölen padişah oğlu bu zattır. Japonlar;
A'bid Efendi'yj Türkistan imparatoru namzeti olarak davet ettiler. Japonlar
Sultan Hamid'le iyi münasebetlerinin neticesi olarak yaptıkları teklife Efendi'den
red cevabı aldılar. Daha sonra da, Ar-navutluk'da bulunduğu sırada Musollini ve
Hâriciye nâzın Kont Ciano, Efendiyle görüştüklerinde Roma'ya davet ettiler
ancak Türkiye üzerinde bir hesapları olabileceğini hisseden A'bid Efendi daveti
red etti. Arnavutluk Kralı Ahmed Zo-go'nun yeğeni 1908 doğumlu Prenses Seniyye
hanımefendi ile Aralık 1936'da Mat şehrinde evlendiler. Â'bid Efendi çocuksuz
olarak hayatını ikmâl etmiştir
Sultan 2.Abdülhamid
Hân taht-i Osmaniye kuud ettiğinde, makam-ı sadaret de, Mütercim Mehmed Rüşdü
Paşa bulunmaktaydı. Tâbiiki bir, komitacılar çetesi de, bu idareye ortak
idiler. Tahta oturan yeni padişah sadnazamı görevinde ibka eylediyse de, 19/Aralık/1876'da azledip, yerine Midhat Pa-şa'yi
getirdi. Böylece de, çetenin içinden seçtiği halef ile selefin arasında bir
soğukluk temine muvaffak oldu, Midhat Paşa. 1 ay 17 gün kaldığı makamdan eve
gitmeğe vakit bulamadan îzzeddin Vapuruyla yola çıktığında takvim yaprağı,
5/Şubat/1877'yi gösteriyordu. İbrahim Paşa'ya mührü veren padişah bu kişiyle
11 ay, 4 gün çalışıp, 1 1/Ocak/l 878'de onu da gönderip, yerine
Ahmed Hamdi Paşa'yı getirdi ve 24 ün sonra yâni 4/Şubat/l878'de Ahmed Vefik Paşayı sadarete
aetirdi ve 2 ay, 9 gün sonra onu da değiştirmeye kendini mecbur hissetti.
Mehmed Sadık Paşa, 1 ay, 10 gün süren sadaretini 28/Mayıs /1878'de tamamlamış
oldu. Bu sefer tahta Ciktığındaki sadrıazama döndü ve Mütercim Mehmed Rüşdü
paşanın eline mührü verdiğinde 3. ve son sadaretine getirmiş oluyordu. Mütercim
Paşa bu işi, 7 gün yapabildi ve yekûn olarak 2 sene, 23 gün süren sadrıazamlık
hayatını noktalamış oldu. Sadareti bu defa 4/Haziran/l878'de Mehmed Es-'ad
Safvet Paşaya verdi. Bu zat'da tam 6 ay sonra mührü teslim ettiğinde târih,
4/Arahk/1878'i gösteriyordu. Tunuslu Hayreddin Paşa makam-ı sadarete getirildi
vede, 7 ay. 26 gün sonra Ahmed Arifi Paşa 29/Temmuz/1879'da İç başı yaptı.
Dayanma gücü 2 ay, 20 günün sonunda tamamlandı. 18/Ekim/1879'da maratoncu bir
sadrıazam ilk geliş olarak vazifeye başladı. Bu zat, dokuzda defa bu makama
gelip gitmiştir. Bu da Erzurumlu Küçük Mehmed Said Paşa olup, lâkabı da Şâpur
Çelebi'dir. Bu zâtın ilk sadaretinin 7 ay, 20 gün sürdüğünü görüyoruz.
Cenânîzâde Mehmed Kadri Paşa, 9/Haziran/1880'de başladığı görevi 3 ay, 3 gün
sonra 12/Eylül/1880'de bıraktı. Sadaret yine Said Paşa'ya tevcih olundu. Bu
sefer 1 sene, 7 ay, 20 gün sürdü Said Paşa 2/Ma-yıs/1882'de is tirahate
çekilirken, Germiyânoğlu Abdurrah-man Nureddin Paşaya tevcih olundu.. 2 ay; 11
gün süren sadareti sonunda halef yine Mehmed Said Paşa oldu. Bu seferde 4 ay,
20 gün sonra iki gün sürecek sadarete Ahmed Vefik Paşa getirildi.
3/Aralık/1882'de Said Paşa mühre yine sahip oldu. Bu seferde sadareti kısa
olmadı 25/Eylül/1885'e kadar sürdü ve 2 sene,
1 ay, 23 gün sürmüş oldu. Bu
seferinde Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa 5 sene, 11 ay, 19 gün sürecek ve
4/Eylül/1891'de nihayetlenecek şada- retine başladı. Bunun yerine
Kabaağaçlızâde Ahmed Cevad Paşa, bu sadareti teslim alıp, 3 sene, 9 ay, 4 gün
sürdürmeye muvaffak oldu. Efendim, bu Cevat Paşa daha harbiye talebesiyken,
İstanbul'da Aksaray'da devam ettiği Tekke'nin Şeyhinin yanına yine bir gün
gittiğinde bir esmer vatandaşın şeyh'e bir rüya anlatmakta olduğunu görür.
Edeben biraz uzaklaşır, beyan edilenleri duymasın düşüncesiyle. Az sonra Şeyh
Efendi, Cevat Paşa'ya döner iki mecidiyen varmı diye sorar. Var cevabını
alınca ver bana der ve sonra esmer vatandaşa döner, bu rüyanı bu zabit mektebi
talebesine satarmısın diye sorduğunda tabii diyen çingene Şeyhin verdiği iki
mecidiye'yi aldığı gibi eyvailahı çeker. Şeyh Efendi yine Cevat Paşaya teveccüh
eder derki, koskoca sadaret makamını bu adama bırakamazdık! Der. Böylece Cevat
Paşa bu sadaretini daha talebeyken iki mecidiyeye satın aldığımda hatırlar bu
arada vede şeyhinin kerametine bir defa daha meftun olur. Bu zâtı da, sürgüne
gönderir Sultan Abdülhamid Hân. Halikarnas Balıkçısı diye anılan Cevat Şâkir
Kabaağaçli, bu zâtın yeğeni olup kendi babasını öldürdüğünden mahkum olmuştur.
Cevat Paşanın sadaretinden sonra sadaret mührü yine Said Paşa'y3 3 ay, 24 gün
kalmak üzere avdet eder. 2/Ekim/1895'de Kâmil Paşa 2. sadaretine getirilirse
de, bu sefer vazi reyi 1 ay, 6 gün
sürdürebilir, 7/Kasım/1895'de Halil Rıfat Paşa'ya verir. Bu zatın dönemi,
1313/1897'deki Osmanlı/Yunan Savaşında muazzam bir zafer kazanan ordumuzun
sayesinde taçlanır. Bundan çok sevinen padişah, sadnazamına ve seraskerine
ölünceye kadar görevlerinizde kalacaksınız demek suretiyle memnuniyetini
belirtmiş ve Halil Rıfat Paşayı vazifesinde ölünceye kadar muhafaza etmiştir.
Serasker Mehmed Rıza Paşaya gelince onu da görevinde ipka etmekle beraber meşrutiyetin
yeniden meriyete konması üzerine Serasker Paşa
çekilmek
mecburiyetinde kalmıştır. Vefatı üzerine boşalan makama 9/Kasım/1901'de Said
Paşa, 6. sadaretine oturuyordu. 1 sene, 1 ay, 26 gün süren görevi
14/Ocak/1903'de Avlonyalı Mehmed Ferİd Paşa'ya devretti. Bu zat da, 5 sene, 6
ay, 8 gün süren sadaretinden sonra 22/Temmuz/1908'de 14 gün sürecek bir sadaret
için mührü Mehmed Said Paşa'ya devretmek mecburiyetinde kaldı. Said Paşanın bu
7. sadaretiydi ve 5/Ağustos/1908'de mührü alan ve göreve gelen Kıbrıslı Kâmil Paşa oldu. 14/Şubat/1909'da 6 ay, 10 gün sonra vazifeden ayrıldı. Yerine 3.Ordu
havalisi umûm müfettişliği yapmış bulunan Hüseyin Hilmi Paşa getirildi ve
14/Ni-san/1909'da ise 31/Mart Vakaları çıkınca bu sadrıazam padişaha
sığınmaktan başka bir şey yapamadı. Sadareti 1 ay, 28 gün sürmüş oluyordu. Bu
sefer vazife hariciye eski nazırlarından Ahmed Tevfik (Okday) Paşaya verildi.
Böylece padişah son sadrıazam tâyinini Tevfik Paşanın bu sadaretiyle
tamamlamış oluyordu.
Sultan 2. Abdülhamid,
otuzüç seneyi, 18 ayrı şahsiyetle, 7 defa bir kişiyi, 3 defa bir kişiyi, 2 defa
3 kişiyi, 1 defada 11 kişiyi getirmek suretiyle tamamlamıştır. Diğer bir
deyimle, mührü hümayun, 27 defa gidip gelmiştir.
Şeyhülislâmlara
gelince: Suttan Abdüharnid Hân Cennet-mekân makam-ı sadarete geldiğinde 155.
Osmanlı Şeyhülislâmı Hacı Kara Halil Efendiyi makam-ı meşihatde bulmuştu.
18/Nisan/1878'e kadar bmzatı görevinde ipka eyledi. Aslında Amucası Sultan
Aziz aleyhine, sağda solda: "ben bunun hâl'ine çarşaf kadar fetva
veririm" dediğini unutması imkânsızdı. Yerine getirdiği Ahmed Muhtar
Efendi 1 sene, 9 ay, 5 gün süren toplam iki meşihatinin, 7 ay, 16 gün olanını
bu seferinde tamamladı. Önceki meşihati Sultan Aziz'e idi. 4/Aral'k/1878'de
makama üryanizâde Ahmed Es'ad Efendi getirildi ve 10 sene, 1 ay, 14 gün süren
dönemi tamamladı ve ömrüde böylece ikmâl oldu. Yerine 17/Ocak/1889'da Bodrumlu
Hacı Ömer Lütfü Efendi 2 sene 7 ay, 18 gün süren ve 4/Eylü]/1891'de biten
vazifeye gelmiş oldu. Osmanlı Şeyhü-lislâmalnhın 159.su olan Mehmed Cemâleddin
Efendi bu zâtın yerine geldi ve 14/Şubat/1909'a kadar, 17 sene, 5 ay, 10 gün
süren şeyhülislamlık görevinde bulundu. Abdülhamİd Hân'ın son Şeyhülislâmı
14/Şubat/1909'da münasip görülen Dağıstanlı Mehmed Ziyaeddin Efendi'dir, hâl
fetvasını bu zâta verdirmişlerdir ittihatçılar. Böylece de, Sultan Hamid
Cennet-mekân, otuzüç yılda altı şahsiyetle makam-ı meşihati yürütmüştür.
Dünyanın üzerine
gözünü dikmiş olduğu Osmanlı devleti, Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'nin
dillendirdiği gibi, iki asırdır, düşmanlar dışarıdan, biz içenden yıkamadığımız
devlet tabii ki dünyanın en kuvvetli devletidir ifadesine, Sultan
Abdülha-mid'de hak vermiş bir an evvel ülkenin muasır medeniyet seviyesinin
üstüne çıkmasına pek ehemmiyet vermiştir. Mektepleri kurmuş, sayılarını
çoğaltmış, denge politikasıyla uzun yıllar savaşsız bir dönem sağlamış,
diplomasi dünyasında Osmanlı devletini hesaba alınır bir onura taşımıştır. Biz
bu eserde, vefatını târih safahatı içinde Sultan Reşad döneminde vukuubulmasi
hasebiyle o bölümde yazacağız.